*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

31 Aralık 2012 Pazartesi

dün bugün...çocuk ve adam....








Dün....

1977 mi ....
1978 mi...
1979 mu ...

Çocuk,  siyah beyaz televizyonun yarım metre karşısında yeğenleriyle birlikte yeni yılı beklerken , ekranda görünen Fecri Ebcioğlu’nun cümlesini duyduğunda irkilmişti ; 
 “Çocuklar şöyle televizyondan iki metre uzağa gidin bakalım " diyordu çünkü Fecri Ebcioğlu...

Hani daha , “ biz zeki müreni görürken o da bizi görüyor mu ? “ cümlesinin Türkiyesindeydik ya...


Bugün...
2010 mu ..
2011 mi...
2012 mi...
2013 mü ...

Çocuk yok....
Çocuğun çocuk olduğu zamanlardan bile daha büyük,  o zamanın çocuğunun bugünkü erkek çocukları....

Şimdi adam var...
Saçları sakalları apaklaşmış, koca kafasının tepesindeki saçları da epeyce dökülmeye başlamış adam var...

Çocuk mu adamı özlüyor adam mı çocuğu....
Kimbilir...
Kim bilebilir ?

Eller havaya :)))   boş/hoş   (mu ) geldin 2013...

(murat örem / 31.12.2012 / ankara..)

27 Aralık 2012 Perşembe

hayat, bir berjer koltuk hikayesi...




kaç yaşında olursa olsun,    
anne babası ölen  çocuklar, 
çocuk kalabilir mi  ?


böyle bir durumda çocuk kalmak mı iyidir ?

bir an önce büyümek mi ?



yıllardır  evin salonunda   oturmasına alışılan 

büyükanneler  büyükdedeler
hak vaki olup gittiğinde 
onların berjer koltuğuna 
geride kalan aile fertlerinden 
ilk önce  kim oturur ? 




bu bir cüret midir ?

hak mıdır ?

vazife midir ?

vefa mıdır ?
hadsizlik midir ? 

show must go on....mudur ? 
harcanıp gidiyor ömür dediğin midir ?




        (murat örem / 27 aralık 2012 )














25 Aralık 2012 Salı

hepsinden geriye hüzünlü bir "allahaısmarladık" kalmış...



yaz bitmiş...
sonbahar geçeli çok olmuş...
kış gelmiş...
miş...

sonrasında vakit saat gelince
bahar da olacak...
mış...

yaz bitmiş...
sonbahar geçeli çok olmuş...
kış gelmiş...

masalar koltuklar insanlar  içeriye girmiş...
güneşli şemsiyeler kapanmış...

şarkılar türküler  sokaksız, çay bahçesiz, sahilsiz, insansız  kalmış...

yaz bitmiş...
eller birbirini tutmayı unutmuş...
gözler birbirine değmeyeli asırlar olmuş...
kelimeler mermilere benzemeye başlamış...

bütün yemekler yenmiş...
tüm konuklar gitmiş...
boş kalan bardaklar şişeler tabaklar kaldırılmış...
kahkahalar unutulmuş...

bir çay bardağının içine konan karanfiller kurumuş...
umutlar kurumuş...

yaz bitmiş...
sonbahar geçeli çok olmuş...
kış gelmiş...
miş...


hepsinden geriye
çivit mavisi sandalyenin beyaz masaya dayandığı bir fotoğraf kalmış...

hepsinden geriye
hüzünlü bir
“allahaısmarladık” kalmış....



(murat örem / 25 aralık 2012 / ankara...)
(fotoğraf / 23 aralık 2012 / istanbul / beşiktaş...)





21 Aralık 2012 Cuma

Bir ömre kaç mevsim sığar ?






Dört mevsime kaç ömür sığar ?

Bir ömre kaç mevsim sığar ?


Kardır ; 
Günü gelince geçer ama...
Zamanı gelince erir ama...

Kardır ,
Ağaçların dallarına yakışır ama...
Yolları da kapatır  ama...
Ömürlerin de üstüne yağar ama...


Bazen beklemek gerekir,
Bazen güneşi de özlemeyi  bilmek gerekir,


Bazen , bazen demek gerekir...
Bazen karın da üstüne üstüne yürümek gerekir...

Geriye insan kalır her kardan her hayattan...
Geriye kaç ömür kalır bir tek insandan ?

(murat örem / 21 aralık  2012 / ankara )

















20 Aralık 2012 Perşembe

Ey Acıpayam'ın İnsanları, Sizin Bessat Aganız Benim de Behzat Dedemdi...



Küçük bir adamdım.

Adam ol(a)madığını bilen  ama çocuk da olmak istemeyen yaştaydım.

İlkokul bitmek üzereydi.

Tarih 23 Nisan 1979’du..

Erkenden gelen yazı andıran bahar günüydü.

Bayram günüydü.



Evimden uzaktaydım.

Uzun süredir hasta olan dedemin yanına gitmek için anne baba ve kardeşimle birlikte şehirler arası yolculukların galaksi değiştirmek kadar zor olduğu eski  zamanlarda uzun bir yolculuğun ardından Denizli Acıpayam’daydım.



Kederli yolculuğun sonunda dedemin yanındaydım..



Hastaydı dedem...

O zamanlar bana bin yaşında gibi görünse de daha 66 yaşındaydı.



Gece yarıları derin nefes almalarla önüne geçilmeye çalışılan öksürük nöbetleri ve yuvalarından fırlamış gözleriyle , pencerelerin ardındaki temiz havanın iyi geleceği umuduyla etrafına aman dileyen nazarlar atan ama buna rağmen küçük bir çocuk gibi kaçak sigaralar içmeye çalıştığı günler geceler  yaşayan  dedem uzun bir yolculuğun eşiğindeydi neredeyse bir yıldır...



Küçük bir adamdım...

Adam olmanın ruhuna uzak , çocuk olmanın ruhuna daha da uzak günler yaşıyordum.

Hayatın kaçınılmaz tarafının dedemin yüzünde yaptığı son rötüşu hem anlayacak hem de anlayamayacak zamanlardaydım...



Çocuklarını çok seven torunlarını daha başka seven ve genellikle her akşam yalnızca bir kadeh içtiği rakısının yanındaki mezelerini güle oynaya bizimle paylaştığı günlerin ışıltısı  ruhuma kazınan dedem , çocuklarını , torunlarını bırakıp çokkk uzun bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyordu.



23 Nisan Çocuk bayramında hem de...



Sabah vaktiydi...

Az sonra olacaklardan habersiz , ben de ilçenin dağdağasından uzakta, etrafımdaki bütün büyüklerin yüzüne sinmiş bakışlardan kaça kaça , bahçedeki badem ağacının dallarına sürgün vermiş  yeşil çağlaların ekşi, buruk , kekre tadına  kaçmıştım ...



Küçük bir adam(mıy)dım...

Tarih 23 Nisan 1979’du.

Sabahın aydınlığında geçmiş olsun dilekleriyle yürüyerek merdivenden inerken  dedem el salladım gülerek...



Denizli’ye gidecek iyileşecekti dedem...

Zaman akacaktı...

Ben büyüyecektim...

Annem ve teyzem babasına biraz daha doyacaktı yıllar içinde...

Dayılarım çok sevip çok saydıkları babalarına biraz daha yaklaşacaktı...

Dedemin kardeşi Nezahat Halam daha abisine ne tatlı kaprisler yapacaktı...

Kocaman gövdesinin içinde her zaman hazır iki damla gözyaşı olan babam,  Behzat  Dedem öldüğünde  ‘kayınpederinin’ ardından hıçkıra hıçkıra ağlamayacaktı bir köşeye çekilip... 

Anneannemin üzerine sıradağlar devrilmeyecekti...



Bunları düşünecek yaşta değildim ama bir ihtimal her şey yoluna girecek ve

iyileşerek yaşayacaktı dedem...



Gene yaz akşamlarında aydaki adamı  anlatacaktı biz torunlarına..

Tandır ekmeğine benzeyen gevrek sesiyle ‘Haticehanım çay var mı çay ?” diye soracaktı daha..

Köylerden gelen onlarca motorsikletli fakir insanın araçlarını tamir edecek ‘insanın teşekkürü, gönülden  duası paradan iyidir’ diyecekti...



Olmadı...

Bunların hiçbiri olmadı...

Merdivenlerden yürüye yürüye inen dedem aradan birkaç saat geçmeden gene evin önüne döndü...



Ancak bu kez kan çanağına dönmüş gözlerin ve ezilmiş omuzların üstünde dualarla çıkıyordu dedem  aynı merdivenleri yürüyerek değil...



Küçük bir adamdım...

Tarih 23 Nisan 1979’du...

Ölümü tanımıştım...

Hayatı tanımıştım...



Bessat Dedemi tanımıştım...



Daha ne olsundu....



(murat örem / 1998 / 2012 / yıllar önce ilk haliyle ergir.com’da yayınlanmıştır...)

sevgili ve değerli insan kızı / insan oğlu ;



sevgili ve değerli insan kızı  / insan oğlu ;



duydum ki “iç dünyanızı ele vermeyin” diyormuşsun...

“yazarlar çizerler iletiler insanın iç dünyasını ele verir “ diyormuşsun ...



oysa ;

insanların iç dünyalarının açığa çıkması ayrı şey,
insanların iç dünyalarını açığa vermesi başka şey...
dir....
 
birincisinde bir kendiliğinden varken,
diğerinde,  sanki kendini ele vermek anlamı var..

peki, sence insanların iç dünyalarının açıkta olmasının kime ne mahzuru var...
insan denen canlı iç dünyasıyla da var olmuyor mu...
iç dünyayı ele vermek onursuzluk mu , aptallık mı ?

 
iç dünyanda özleminden sevginden paylaşma arzundan acı çekerken dış dünyadaki kabuğunla cool  görünmek mi insanlık ?

iç dünya illa karanlık mı olmak zorunda...???

balçık mı olmak zorunda ?
iç dünya bir insan kadar  güzel de olamaz mı ?
insana dair olamaz mı ?




iletiler , yazılar , şairler, yazarlar ibaresine gelince....
elbette bunlar zaten yazanı tarafından iç dünyası ele verilsin diye değil, ayan beyan sakınmadan çekinmeden iç dünyasında hissettikleri açığa çıksın diye kaleme/klavyeye alınıyor, alındı, alınacak tarih boyunca...

 
bunda utanılacak ne var ?
bunda karanlık olan ne var ?

 
ayrıca iç dünya dediğimiz şey yalnızca yazarlarda , şairlerde mi olmalı ?
bu toplum iç dünyasına daha çok kulak verseydi,
bireyler tek tek çok daha mutlu olurdu,
biz daha estetik şehirlerde,
daha medeni trafikte,
daha özgüvenli insanlarla

gelir ve mutluluk dağılımının bu kadar çarpık olmadığı
bir toplumda  yaşardık....

 
bir üniversite öğrencisiyle bir sokak çöpçüsü, inşaat işçisi  öğle yemeğinde aynı duvarın üzerine oturup aynı tabaktan kaşıklayabilirdi iki lokmayı birbirlerinin hayatına değerek...
 
bir toplumun geldiği yeri ,
demokratikleşme ve mutluluk ölçüsünü
insan gruplarının birbirleriyle temasına bakarak görebiliriz....

insan gruplarının ve daha da acısı insanların birbiriyle temasının farklı ve patalojik nedenlerle daha başlamadan kesildiği bir yer  iyi bir şey mi sence ?

 
bundan mutluluk çıkar mı ?
aşk çıkar mı ?
kardeşlik çıkar mı ?
huzur çıkar mı ?
yarın çıkar mı ?




ayrıca

her şey ama her şey bir yana
öğrenci öğretmen yerine
seven sevilen olmayı 

tercih etmeni 
canı gönülden dilerim..


gözlerinden öperim...

(murat örem / 20 aralık 2012 / ankara...)




17 Aralık 2012 Pazartesi

kokinalar ölümün elinden kurtardığımız hayatlarımızdır...









kimse kendini kandırmasın....


kaç yaşında olursa olsun ; evine ömrü boyunca tek bir demet kokina almayan adamdan baba olmaz...

yıllar geçtiği halde  kokina demetiyle eve girmeyen adamdan koca da olmaz...


kokina , ölümün elinden kurtardığımız hayattır...


kokina ;  en çok,  daha çok,   çok daha çok kahır ve hüzünden beslenen bu  toprakların,  gittikçe  daha az kişi tarafından bilinse de her nasılsa ayakta kalabilmiş tarifsiz   güzelliklerindendir...her kış  bu vakitler,  ankaranın sakaryasındaki çiçekçilerin önünde  yığılı durur kokina demetleri...
 
her kış bu vakitler çeyrek asırdır sevdiklerine farklı zamanlarda en az on demet kokina alan  bir adam yaşar bu şehirde...artık saçları aklaşan bu adamın onlarca yıldır hiç sektirmeden aldığı her demet kokina  aslında ölümün elinden kurtardığını düşündüğü hayattır...


kendi kendine oynadığı bir oyundur...her bir yeni demet kokina yaşanmış eski günlerdir...ele batan,  gönüle batan dikenli zamanlardır...dikenlerin  ucuna gönlü güzel çingene kadınlarının bin bir zahmetle iliştirdikleri  kırmızı toplardır ...

insan emeğinin kendisidir...
ekmek parasının dikenidir....

“dostum dostum güzel dostum “ diyen şairin sesidir...


her bir yeni demet kokina  ölümün elinden çekip aldığımız umutlardır...güzel günlerdir...zor günlerdir....çok sevdalı olunan günlerdir...

her bir yeni demet kokina kelimelerin mermiye döndüğü çocukluk zamanlarıdır...her bir  yeni demet kokina artık bir hayatın üzerinden geçen beton mikserinin altında kalan,  vakitlerdir...


her bir demet  kokina  eski güzelliğinde söylenemeyen türkülerdir...

kaç yaşında olursa olsun ;evine ömrü boyunca tek bir demet kokina almayan adamdan baba olmaz...yıllar geçtiği halde  bir kez bile kokina demetiyle eve girmeyen adamdan koca da olmaz...


her bir demet  kokina  , çeyrek asırdır her yıl hiç sektirmeden ve  aynı umutla getirdiği kokinalarla büyüyen / büyüyemeyen bütün  çocukların da hüzünlü hikayesidir...




                     ( murat örem / 17 aralık 2012  / ankara) 


14 Aralık 2012 Cuma

oğuz atay ; hayata büyük gelen mühendis kalem...




         "...nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre "yahu insanlık öldü mü" diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, "insanlık öldü mü" ya da "insanlık ölür mü" biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır. (..) İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. (..)İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü. Onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllar önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaylardan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir miras da kalmamıştı bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımı ile geçinmeye çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler.   

Not: Merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir"


Tarih 13 Aralık 1977 ; Türk edebiyat dünyasının mühendis kökenli olduğu için çok  uzun süre  görmezden geldiği 'oyunbozan' kalemi ve yazarının  ölüm tarihi... Zeka , kara mizah ve ironi yüklü  haliyle yazının başındaki cümleler de elbette Oğuz Atay’ın  zihninin eseri. 

Değişen Türkiye’de  her gelen yeni günle daha da çok okunacak olan Oğuz Atay Enis Batur’un deyimiyle, Türk edebiyatının en büyük kara mizah ustasıydı...

Türk Toplumunun iki yüz yıldır yaşadığı hummalı değişimi, doğu batı sarmalındaki çelişki  ve ikilemlerini,  bitmeyecek sanılan noktasız virgülsüz uzun cümlelerle de  anlatan Oğuz Atay,  hayatı ara renkler olmadan siyah  beyaz olarak önce aklıyla tanımlayıp yaşayan  baba Cemil Atay ile kökeni de oralara uzandığı için yüzü batıya çok daha dönük ve belki de ara renkleri arayan İstanbullu öğretmen Muazzez Hanım’ın  ilk çocuğuydu...

Atay’ın yazdıklarının neredeyse tümüne yansıyan  ironi  ve kara mizah   bir anlamda anne ve babasından  aldıklarının karışımı ve bu karışımın üstüne  koyduklarıdır...

Oğuz Atay yıllar sonra ‘Babama Mektup’ hikayesinde uzun uzun anne babasının kişilik özellikleri arasındaki farka vurgu yaparken sanki bir çok insanın çocukken yaşadığı duyguları da derinlikli biçimde özetler...

Ayşın Alptekinoğlu  ‘Pul Parası Çoktan Ödenmiş Bir Mektup’ ismiyle  yayınlanan yazısının bir yerinde şunları der: Sevgili Oğuz Atay, sonraları ‘Günlük’ünden öğreneceğimiz gibi, “Hürriyet mefhumunu ve bütün saf davranışlarını bildiğin halde aklını babandan, bazı duygularını -baban sana kızsa da- annenden tevarüs etmiştin...“


Çöken bir imparatorluğun hemen  ardından öğreten,  eğiten ve etrafındakileri yönlendiren başöğretmen tavrıyla, abartılı  ideallerin de öne çıktığı yeni cumhuriyetin insanı  olan baba Cemil Atay  mesleğe polis olarak başlar ve  dönemin koşullarında tanınan  -bugün mümkün olmayan-  haklardan  yararlanarak savcılığa dek yükselir. Cemil Bey, başlangıçta mesleğin alaylısıdır ancak yıllar sonra hukuk diploması alarak mektepli de olur.

Oğuz  Atay’ın anneannesiyse   köken olarak batılı ve gayrimüslimdir. Zaman içinde Müslümanlığı seçen anneanne, dili ve kültürüyle geldiği yeni topraklara uyum sağlamıştır. Ömrünün sonuna dek ıhlamura ‘flâmur’ demeye devam eden anneannenin kökeni ve geçmişine dair farklı sorular da  anneannenin Girit kökenli olduğu söylenerek geçiştirilir çok uzunca süre.  Anneanneyle ilgili bu gerçeği Oğuz Atay da dahil olmak üzere, torunları  yıllar sonra öğrenecektir . 

Oğuz Atay’ın annesi  Muazzez Hanım da tıpkı kendi annesi gibi sosyal ve yönlendirici biridir. Anne Muazzez Hanım, çocukları ve yeğenine Arapça ve Farsça kökenli sözcüklerin nasıl türetildiğini oyunlarla öğretmeyi seçmiştir o yıllarda. Böyle bir ailede sanki çocuklar dahil  kimsenin dilini  yanlış kullanma az öğrenme lüksü yoktur. Oğuz Atay’ın gelecekteki yazarlık güçlerinden biri de bu günlerde öğrendikleri  ve adeta zihnine nakşolan bilgiler olacaktır....

Profesör Yıldız Ecevit’in  Oğuz Atay üzerine yaptığı “Ben Buradayım…” adlı çok emek verilmiş çalışmasında da değindiği  gibi, Oğuz Atay, eğitimiyle yakından ilgilenen, edebiyata ve sinemaya meraklı annesiyle,  edebî eserlere ve sinemaya  “bunların hepsi uydurma” diyen babasına göre çok  daha yakın  ilişkiler kurmuştur.

Oğuz Atay’ın annesiyle kurduğu yakın ilişkinin bir nedeni de küçük yaşlarda geçirdiği ağır hastalık olur. Oğuz Atay’ın bugün kült olmuş ilk romanı Tutunamayanlar’ın içindeki Selim karakteri, bir çok edebiyat araştırmacısına göre yer yer Oğuz Atay’ın harflere dökülmüş halidir... Tutunamayanlar romanının  Selim karakteri gibi Oğuz Atay da içe dönük bir öğrencidir ama kitapların arasında kendi kendine yeterken bir çocuktan beklenmeyen oranda büyük iç hesaplaşmalar da yaşar. Dürüsttür de. Bir gün öğretmeninin “içinizde kardeşini kıskanan var mı?” sorusuna evet cevabını veren tek kişi  de ağabey Oğuz  olur.... 

Lise yılları Oğuz Atay için daha hareketli geçer...Piyano çalma isteği ve Turgut Zaim’le Eşref Üren’den ders alarak öne çıkan  ressam olma rüyaları da  yine baba Cemil Bey’in itirazıyla karşılaşır... Baba Cemil Atay’a göre Güzel Sanatları bitirenler aç kalmaktadır.... Bu gelişme üzerine ressam Eşref Üren, Yıldız Ecevit’in kitabında da yer aldığı haliyle Oğuz Atay’a şunu söyler... “Babana söyle, sana köşe başında, işlek bir yerde bir bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi para kazanırsın !!!!”

Oğuz Atay’ın içinde ukde olarak kalan ressamlık arzusu yıllar sonra roman karakteri Selim’in ağzından açığa çıkacaktır....Selim şunu der Tutunamayanlar romanında: “Üç çeşit meslek varmış: Mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.” Oğuz Atay liseden dereceyle mezun olur. Tıpkı ‘Bir Bilim Adamının Romanı’ kitabında yıllar sonra sevgi , saygı ve başarıyla  anlatacağı  hocası  Mustafa İnan’a benzemektedir bu yönü ve zekası da Oğuz Atay’ın....

 Yıl 1950 olduğunda  baba Cemil Bey’in milletvekilliği sona erer.....Türkiye 1960 darbesine kadar yeni ve hiç alışık olunmayan Demokrat Parti’nin iktidar yıllarını yaşayacaktır...Aile tekrar İstanbul’dadır ve Oğuz Atay İnşaat Mühendisliği öğrencisidir çünkü baba Cemil Atay yine son sözü söylemiştir oğlu adına...Bu dönemde lise yıllarının çok başarılı öğrencisi gider  ve mühendislik eğitiminin orta karar öğrencisi Oğuz gelir....Ancak aynı Oğuz  Atay  toplumcu ideolojiyle tanıştığı  dönemde, siyaset, sanat, sinema, spor ve edebiyatla ilgilenir ve  pek çok  farklı sosyal grubun da üyesi olur. Ayrıca yönetmenler Halit Refiğ, Metin Erksan, yazar ve akademisyen Cevat Çapan, şair Attila İlhan  gibi isimlerle de yakınlaşır....Çok yıllar sonra gazeteci Engin Ardıç da Oğuz Atay’ın yanında bulunma şansını yakalayacaktır  genç bir isim olarak....Bu isimleri bir araya getiren en önemli,  iddialı ve aykırı fikir şemsiyesinin sahibi de dönemin usta yazarı, düşünürü  Kemal Tahir’dir....

Oğuz Atay’ın takip ettiği bir başka isim de keman sanatçısı Suna Kan olur aynı dönemde...Oğuz Atay’ın Suna Kan hayranlığı İstanbul Teknik Üniversitesi’nin mezunlar için yayınladığı Arı yıllığında esprili şekilde şöyle yer alacaktır  yıllar sonra arkadaşlarının kaleminden: “Oğuz Atay Suna Kan’ı çok beğenir ve sanatını da takdir eder. Üç gece arka arkaya rüyasında Suna Kan konseri dinleyince, pijamalı oluşundan utanıp, dördüncü gece lâcivert elbisesiyle yattığını anlatmaktadır.” 

Oğuz Atay’a ait  önemli ve pek bilinmeyen özelliklerden biri de arkadaş gruplarını birbirleriyle asla tanıştırmamasıdır... Oğuz Atay, 1957 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun olur. Kısa bir iş deneyiminden sonra, araya Ankara’da da geçen  askerlik günleri girer...Pazar Postası dergisinin etrafında yeni isimlerle tanışır ve Oğuz Atay imzalı  Ne Yapmalı başlıklı yazı da o günlere aittir..


Pazar Postası dönemi  ve sonrasında, hemen her biri çok farklı eserler veren arkadaş grubu içinde tanıdığı bir ismin yeri çok ayrı olur  Oğuz Atay için...Bu isim arkadaştan öte bir dost  olan Vüs’at Orhan Bener’dir... Vüs’at Bener , Oğuz Atay’ın bir çok kitabını taslak halindeyken okuyan ilk  isimlerden  olacak ve Oğuz Atay Vüs’at Bener’i Tutunamayanlar romanındaki Süleyman Kargı tiplemesiyle ölümsüzleştirecektir...

Vüs’at Bener de Oğuz Atay’ın ölümünden yedi yıl sonra yayımlanan Buzul Çağının Virüsü’nde dostu Oğuz Atay’a şöyle seslenir : “Nedir bu ‘kültür çorbası’? Duyuyor musun Oğuz Atay! Çınar elli, kızdı mı kezzap gibi bakan, kapılardan sığmaz, güzel adamım! O zamanlar, pek ayırdında değildin sanırım ‘tutunamadığının’”

Askerlik sonrası yine İstanbul’a dönen Oğuz Atay bağını koparmak istemese de Pazar Postası  dergisi bir süre sonra kapanır....Orhan Boranlı yılların radyo yarışmasında birinci de olan  Oğuz Atay  büyük finale kalır ve “Akdeniz havzasında çölden kıyılara doğru esen sıcak ve çok kuru rüzgârın adı”nedir sorusunu  bilemez. Sorunun cevabı “siroko” dur. “Pazar Postası”ndan sonra “Olaylar” dergisinin de tam içindedir Oğuz Atay... Bir süre sonra “Olaylar” dergisi de “Pazar Postasıyla” aynı sonu paylaşarak kapanır ...  Ancak ,  yıllar içinde karşılaştığı büyük insanların !  sıradan ve küçük hesapları  Oğuz Atay’ın ideoloji ve duygu dünyasını da geri dönülmeyecek biçimde sarsacaktır...

           Yeni bir Oğuz Atay döneminin habercisidir yaşananlar...

 Oğuz Atay’ın tek çocuğu  ilk evliliğinden olan  Özge’dir.. Sevin Seydi’yle yaşadığı duygusal ve fikirsel yakınlık ise Oğuz Atay’ın dünyasında en kalıcı izi bırakan ilişkilerden olacaktır her zaman .

1967 yılında ilk  evliliği bitmiş, ortak olduğu inşaat şirketi borç içinde kapanmış ve Oğuz Atay’ı kırk üç yaşında ölüme götüren beyin urunun ve yazılacak romanın ilk tohumları atılmıştır belki de on yıl öncesinden... Türk edebiyatı araştırmalarının  en çalışkan isimlerinden olan Berna Moran’a göre Tutunamayanlar, adeta bir haykırıştır...

Oğuz Atay Tutunamayanlar romanının bir yerinde Kafkavari bir dille şöyle yazmıştır çok yıllar önce: “Daire, o battal kütle, yavaş yavaş geriniyor, uyanıyordu(...) Belli olmaz; kimin nerede ne işe yarayacağı hiç belli olmaz. Sonra, bana aldırmıyordun ama ağıma düştün işte bakışlarıyla karşılaşıverirsin birden. (..)Hademeler süpürüverir insanı. Elini hiçbir kâğıda uzatmayacaksın: on emirden birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiçbir düşünce ileri sürmeyeceksin, (…)seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendini acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin…ve hiçbir zaman ümide kapılmayacaksın.

Oğuz Atay, yaşadığı ticari hayal kırıklığından sonra hayatının sonuna dek bürokrasiyle iş yapmaktan  uzak duracaktır  ama  hemen her yazdığıyla da  bürokrasi canavarına seni insanlara ve insanlığa daima  afişe edeceğim  diyecektir ...
  
İlk evliliğinin bitişinden  sonra semt değiştiren Oğuz Atay yeni evini kimselere söylemez hatta baba Cemil Bey öldüğünde arkadaşları Oğuz Atay’a nasıl ulaşacaklarını düşünür kara kara...İstanbul Teknik Üniversitesinde dersler de  veren Oğuz Atay  1975 yılında doçentlik unvanını kazanır... Oğuz Atay’ın eserleriyle ilgili kapsamlı araştırmalar yapan isimler, Oğuz Atay -  Nabakov ilişkisine zaman zaman bir suçlu yakalayan işgüzar hafiye üslubuyla  değinmişlerse de  Dostoyevski-Oğuz Atay yakınlığı çok daha baskın olmuştur...Bu yakınlıkta Dostoyevski’nin de teknik eğitim aldıktan sonra yazarlığı seçmiş olmasının Oğuz Atay’da yarattığı sempati ve özdeşlik duygusunun da payı olmalıdır eğer böyle  bir benzerlik varsa....

Oğuz Atay’ı sarıp sarmalayan  ve yazarlığa götüren bir başka büyük yakınlık da Sevin Seydi’yle paylaştıkları olur..Sevin Seydi  , Oğuz Atay’ın sanki  tutunamayan” tarafına el uzatan bir kadın, arkadaş, entelektüel  ve dosttur...Sevin Seydi’ye ithaf edilen Tutunamayanlar romanındaki Selim ve Günseli bağı da bir anlamda Oğuz Atay Sevin Seydi ilişkisinin romandaki izdüşümüdür...Tutunamayanlar romanının yazımı , yayını ve 1970 TRT roman ödülü almasının da sancılı bir  hikayesi olur....Jüri üyeleri büyük ödülü, aralarında Melih Cevdet, Tarık Buğra, Sevgi Soysal, Abbas Sayar ve Fakir Baykurt’un da bulunduğu isimler arasında paylaştırır...

Bu ödül bile Tutunamayanlar romanı üzerindeki ilk yıllarda anlaşılamama, görmezden gelme engelini  aşamaz hatta bir yayınevi sahibi romanı okuyunca, yazarı Oğuz Atay’ın ruh hastası olduğunu bile dile getirir...Bugün kitap müzayedelerinde adeta bir hazine gibi aranıp sorulan ve iki cilt olarak basılan Tutunamayanlar  romanını büyük bir cesaret ve öngörüyle ilk olarak yayınlama onuruysa Hayati Asılyazıcı’nın sahibi olduğu Sinan Yayınları’nın  olacaktır 1970’lerin başında....

       Tutunamayanlar ilk basımında iki cilt olarak yayınlansa da okurların ve edebiyat dünyasının  ilgisizlik ve sağırlığı Oğuz  Atay’ı büyük hayal kırıklığına uğratır....

Edebiyat dünyası,  Öğretim görevlisi Sibel Hatipoğlu’nun deyimiyle,  zamanında, Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanıyla  modernizmin kapılarını aralayan Ahmet Hamdi Tanpınar’a yaptığı gibi, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını  da  görmezden gelerek “sükût suikastı”  yapmaktadır.

Oğuz Atay, aradan geçen sessiz yıllarda kendisinden de şüpheye düşerek ‘Günlük’ünde şöyle isyan etmiştir bu körlüğe ve sağırlığa : “(…) Neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok v.s. belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı hayatı denilen çamura bulaştım o kadar.(...)  

Aralarında Ahmet Oktay ve Hilmi Yavuz’un da bulunduğu bir çok edebiyatçı isme göre  Tutunamayanlar, 1970’lerin görünür politik gündemine çok yabancı duran ve çağının da  ilerisinde  bir romandır. O dönemde ülkedeki edebiyat dünyası da ağırlıklı olarak  ezen-ezilen şablonuna dayanıp  ‘köy hikayelerini’  sahiplenmektedir yalnızca.  İdeolojik körleşme ayyuka çıkmakta ve  toplum denen yapının içinde bireyin kendini öne çıkarma  hakkı kesinlikle bulunmamaktadır...

Kimi yerde mektup kimi yerde şarkı ya da ansiklopedi maddesi olarak okura seslenen iç içe geçmiş metinlerde o güne dek hiç rastlanmamış ince bir mizah  anlayışı ve neredeyse kitabın  her ilmeğine sızmış ironi  ve  kara mizah hâkimdir Tutunamayanlar romanında.....

Daha modernizmi bile tam olarak tanıyıp sindirmemiş Türk  edebiyat ve kültür dünyası için post modernizm   yok ! hükmündedir 1970’lerde... O yılların Türkiye’sinin daha  bireyi ve onun bin bir halini  dinlemeye ve anlamaya pek niyeti yoktur...

Oysa Oğuz Atay bütün ömrü boyunca tam da bireyi anlatmıştır…

Oğuz Atay’ı inciten eleştiriler övgüden çok  daha fazladır 1970’lerde... Atilla Özkırımlı  ve Murat Belge daha olumlu yazılar yayınlar Tutunamayanlar romanı ve Oğuz Atay’la  ilgili... 1980’lerin ilk yarısından  itibaren Tutunamayanlar romanıyla birlikte Oğuz Atay’ın tüm eserlerinin yayınlanmasını üstlenecek olan İletişim Yayınları çalışmasında da Murat Belge, Ömer Madra  ve Enis Batur’un unutulmaz katkıları olacaktır...

1970’lerin başında  Sevin Seydi’yle olan ilişkisinde de iniş çıkışlar yaşar Oğuz Atay.  Sevin Seydi Londra’ya yerleşir... Oğuz Atay ayrılık dönemini günlüğüne şöyle yansıtmıştır yıllar önceki unutulmaz cümlelerinde  :  “Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. (..) Artık Sevin olmadığına ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. (…) Kimse dinlemiyorsa beni –ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor.


 Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”


Oğuz Atay Tutunamayanlar romanının görmezden gelindiğini  yakından yaşasa da ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar’ı da 1973 yılı  başında bitirir...Tehlikeli Oyunlar’ı da Sinan Yayınları basmış, kapak resmini  yine Sevin Seydi yapmıştır. Tehlikeli Oyunlar da Tutunamayanlar gibi Sevin Seydi’ye ithaf edilir. Sanki varlığı ve yokluğuyla her iki romanı da var eden itici güç Sevin Seydi‘dir…Bir çok edebiyat yorumcusuna göre Tehlikeli Oyunlar , Oğuz Atay’ın ilk romanı olan Tutunamayanlar’dan daha güçlüdür  ve yine biyografik öğeler taşır....Ancak  Tehlikeli Oyunlar , Tutunamayanlar kadar bile ilgi görmez yayınlandığında.....

Türk edebiyatına büyük emekleri geçen Rauf  Mutluay  için dahi  “lâf yığını” dır Tehlikeli Oyunlar....Oğuz Atay külliyatının değerinin anlaşılması  ve okurunun haberdar olması için 1980’lerin ikinci yarısını ve sonrasını beklemek gerekecektir....

Tutunamayanlar romanı için yapılan bir röportaj  genç gazeteci  Pakize Kutlu ve yazar Oğuz Atay evliliğine giden yolu açar...Bu huzurlu dönemde tek hikaye  kitabı olan Korkuyu Beklerken’i yazar Oğuz Atay...Kitabın içinde birbiriyle ilintili olan  üç hikaye Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar kurgusunun devamı niteliğindedir. Korku, güvensizlik, umutsuzluk, yalnızlık, yabancılaşma, anlamsızlık, iletişimsizlik, suç, ceza, yargı gibi tanımlarla kendini gösteren Kafkaesk ögeler bu hikayelerin de  temel özelliğidir.

1975 yılında  Bir Bilim Adamının Romanı kitabında  hocası olan  Profesör Mustafa İnan’ı  anlatır Oğuz Atay...İlk romanlarını çok katı biçimde eleştiren isimler bu kitabı beğenir... Oğuz Atay için hastalık yılları başlamış olsa da, tek oyun kitabı Oyunlarla  Yaşayanlar’ı yazacaktır artık....

Romandan sonra tiyatro yazarlığında da ileri ve aykırı bir adım atan Oğuz Atay’ı yine ilgisizlik ve hayal kırıklığı bekler. Oyunlarla Yaşayanlar Oğuz Atay’ın ölümünden ancak yıllar sonra sahnelenecektir.. Yıllar içinde Devlet Tiyatroları da dahil bir çok özel grup tarafından da sahnelenen Oyunlarla Yaşayanlar sanki bir Oğuz Atay romanı gibi gerçeküstü ve eğreti kalır sahnede genellikle…Bu durum da sanki Oğuz Atay'ın çok önceden söylediklerinin tescili gibidir...(!)

Oğuz Atay’ın önce uzun öykü olarak düşünüp, sonra kısa roman formunda kaleme aldığı ve tamamlayamadığı son romanı, Eylembilim olur... Eylembilim,  Oğuz Atay’ın 25 Nisan 1970’ten itibaren tutmaya başladığı günlüğünün sonuna eklenerek Günlük ve Eylembilim adıyla da yayımlanır bir dönem.

Yıllar sonra Oğuz Atay’ın kızı Özge Atay Canbek’e gelen bir paketle  ilginç bir gelişme de yaşanır. Göndereni belli olmayan paketin içinden Eylembilim’e ait yetmiş dört sayfa çıkınca, Eylembilim 1998 yılında ayrı bir kitap olarak yeniden yayımlanır.

Ölümüne dek çalışmaya devam eder  hatta ölümüne yakın Osmanlıca ve Almanca öğrenmeye çabalar  Oğuz Atay.. Türk toplumunun ortak  bilinçaltını  birey-devlet-toplum ilişkileri çerçevesinde ele alacağı Türkiye’nin Ruhu adını verdiği roman üçlemesi Atay’ın son tasarılarından biridir fakat ölüme giden yolda iyice şiddetlenen baş ağrıları yüzünden okurla paylaşılamayacaktır....

1976 Kasımında geçirdiği ağır grip sonu hızlandırır Oğuz Atay için. Geçmeyen şiddetli baş ağrıları nedeniyle dönem dönem  kontrolden geçen Oğuz Atay’ın başlangıçta fiziksel hiçbir sorunu saptanamaz ve olanlar   strese bağlanır. Zaman içinde baş ağrısına çift görme ve sendeleme de eşlik edince İngiltere’ye gider Atay çifti.. Gerçek ortadadır ve Oğuz Atay’ın beyninde ur vardır...Ameliyat hastalığın ilerlemesini engelleyemez...Tıbbi çabalarla hastalık yalancı bir iyileşme evresine girer. Oğuz Atay tedavi için gittiği Londra günlerinde hayatının en önemli figürü olan Sevin Seydi’yle görüşme şansını yakalar son kez o dönemdeki  eşi Pakize‘nin  bugün bile çok az kadında rastlanabilecek halden anlayan manidar jesti ve iyi niyetiyle....

13 Aralık 1977’de arkadaş evinde misafirdirler. Oğuz Atay, banyoya gider, uzun süre çıkmaz.... Seslenmeler üzerine ironik cevabını verir sevinmeyin daha iyiyim minvalince .. Sonrasında, kırılan banyo kapısının ardında nefes almayan Oğuz Atay vardır....

 Türk edebiyatının, hakkıyla nevi şahsına münhasır ismi Oğuz Atay da yalnızca kırk üç yıl süren ömür defterini kapatmıştır..Soğuk bir günde kaldırılan cenazesi Oğuz Atay’ın yaşarken gördüğü ilginin/ilgisizliğin/sağırlığın  üzerinde olur....

Bir çok isme ve bize göre de Oğuz Atay , Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Kemal Tahir’in, Halit Refiğ’in, Cemil Meriç’in, İdris Küçükömer’in açtığı çok emek verilmiş düşünce koridorundan  geçerek,  bitmeyen doğu-batı tereddüdümüze dair yakıcı gözlemlerini müthiş bir  dil ve  kara mizahla okurlarıyla paylaşan büyük ustadır... Muhteşem hikayesi Babama Mektup’tan yaptığımız alıntıyla da son  sözü Oğuz Atay söylesin:

"  Sevgili babacığım, Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. (..)Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? (...)Kendini çok beğendiğin halde kusurlarını bilmediğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın. Genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. Bu özelliklerinde huysuz bir çocuğa benziyordun. Çocuk diyorum, çünkü kötü huylarından bir ‘menfaat temini cihetine’ gitmedin.. (..) Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin. Basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. (..) Aramızda hiçbir zaman, alışılmış baba-oğul ilişkisi olmadı. Ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. (..) Senin ‘egoist’ olduğunu söylerlerdi; benim için de şimdi buna benzer sözler ediyorlar..(..) Birilerine oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gibi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum. İstiyorum ki babacığım artık herkes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. (...)Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. Acaba bütün bunları sana şimdi anlatsaydım nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? Hepsini ‘deli saçması’ mı bulurdun? (..) Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?

        Mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.
        Oğlun, OĞUZ ATAY

( murat örem / aralık 2010-2012 /
hacettepe üniversitesi'nden  sibel hatipoğlu’nun da  katkılarıyla...)