"...nihayet insanlık da öldü. Haber
aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün
hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak
istememişler ve uzun süre "yahu insanlık öldü mü" diye mırıldanmaktan
kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, "insanlık öldü
mü" ya da "insanlık ölür mü" biçiminde büyük başlıklar
yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve
gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır. (..) İnsanlık artık aramızda
dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden,
bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini
öğreneceklerdir. (..)İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü.
Onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllar önce küçük bir kasabada
dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde çok rutubetli bir siperde
göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaylardan sonra, hastalığın
izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı
nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar,
insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil
görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta
öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir miras da kalmamıştı bu yüzden
sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımı ile geçinmeye
çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan
bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına başsağlığı ve
sonsuz sabırlar diler.
Not:
Merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu hürriyet caddesinden
geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında
yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir"
Tarih
13 Aralık 1977 ; Türk edebiyat dünyasının mühendis kökenli olduğu için çok uzun süre görmezden geldiği 'oyunbozan' kalemi ve yazarının ölüm tarihi... Zeka , kara mizah ve ironi
yüklü haliyle yazının başındaki cümleler
de elbette Oğuz Atay’ın zihninin eseri.
Değişen Türkiye’de her gelen yeni günle daha da çok okunacak olan
Oğuz Atay Enis Batur’un deyimiyle, Türk edebiyatının en büyük kara mizah ustasıydı...
Türk
Toplumunun iki yüz yıldır yaşadığı hummalı değişimi, doğu batı sarmalındaki çelişki
ve ikilemlerini, bitmeyecek sanılan noktasız virgülsüz uzun
cümlelerle de anlatan Oğuz Atay, hayatı ara renkler olmadan siyah beyaz olarak önce aklıyla tanımlayıp yaşayan baba Cemil Atay ile kökeni de oralara uzandığı
için yüzü batıya çok daha dönük ve belki de ara renkleri arayan İstanbullu öğretmen Muazzez Hanım’ın ilk çocuğuydu...
Atay’ın
yazdıklarının neredeyse tümüne yansıyan
ironi ve kara mizah bir anlamda anne ve babasından aldıklarının karışımı ve bu karışımın üstüne koyduklarıdır...
Oğuz
Atay yıllar sonra ‘Babama Mektup’
hikayesinde uzun uzun anne babasının kişilik özellikleri arasındaki farka vurgu
yaparken sanki bir çok insanın çocukken yaşadığı duyguları da derinlikli
biçimde özetler...
Ayşın Alptekinoğlu ‘Pul Parası Çoktan Ödenmiş Bir Mektup’ ismiyle
yayınlanan yazısının bir yerinde şunları
der: Sevgili
Oğuz Atay, sonraları ‘Günlük’ünden öğreneceğimiz gibi, “Hürriyet mefhumunu ve
bütün saf davranışlarını bildiğin halde aklını babandan, bazı duygularını
-baban sana kızsa da- annenden tevarüs etmiştin...“
Çöken
bir imparatorluğun hemen ardından öğreten,
eğiten ve etrafındakileri yönlendiren başöğretmen
tavrıyla, abartılı ideallerin de öne
çıktığı yeni cumhuriyetin insanı olan baba
Cemil Atay mesleğe polis olarak başlar
ve dönemin koşullarında tanınan -bugün
mümkün olmayan- haklardan yararlanarak savcılığa
dek yükselir. Cemil Bey, başlangıçta mesleğin alaylısıdır ancak yıllar sonra hukuk
diploması alarak mektepli de olur.
Oğuz
Atay’ın anneannesiyse köken olarak
batılı ve gayrimüslimdir. Zaman içinde Müslümanlığı seçen anneanne, dili ve
kültürüyle geldiği yeni topraklara uyum sağlamıştır. Ömrünün sonuna dek ıhlamura
‘flâmur’ demeye devam eden anneannenin
kökeni ve geçmişine dair farklı sorular da anneannenin Girit kökenli olduğu söylenerek geçiştirilir çok uzunca süre. Anneanneyle ilgili bu gerçeği Oğuz Atay da
dahil olmak üzere, torunları yıllar
sonra öğrenecektir .
Oğuz
Atay’ın annesi Muazzez Hanım da tıpkı
kendi annesi gibi sosyal ve yönlendirici biridir. Anne Muazzez Hanım, çocukları
ve yeğenine Arapça ve Farsça kökenli sözcüklerin nasıl türetildiğini oyunlarla
öğretmeyi seçmiştir o yıllarda. Böyle bir ailede sanki çocuklar dahil kimsenin dilini yanlış kullanma az öğrenme lüksü yoktur. Oğuz
Atay’ın gelecekteki yazarlık güçlerinden biri de bu günlerde öğrendikleri ve adeta zihnine nakşolan bilgiler olacaktır....
Profesör
Yıldız Ecevit’in Oğuz Atay üzerine
yaptığı “Ben Buradayım…” adlı çok
emek verilmiş çalışmasında da değindiği gibi, Oğuz Atay, eğitimiyle yakından
ilgilenen, edebiyata ve sinemaya meraklı annesiyle, edebî eserlere ve sinemaya “bunların hepsi
uydurma” diyen babasına göre çok daha yakın ilişkiler kurmuştur.
Oğuz
Atay’ın annesiyle kurduğu yakın ilişkinin bir nedeni de küçük yaşlarda
geçirdiği ağır hastalık olur. Oğuz Atay’ın bugün kült
olmuş ilk romanı Tutunamayanlar’ın
içindeki Selim karakteri, bir
çok edebiyat araştırmacısına göre yer yer Oğuz Atay’ın harflere dökülmüş
halidir... Tutunamayanlar romanının Selim
karakteri gibi Oğuz Atay da içe dönük bir öğrencidir ama kitapların arasında kendi
kendine yeterken bir çocuktan beklenmeyen oranda büyük iç hesaplaşmalar da
yaşar. Dürüsttür de. Bir gün öğretmeninin “içinizde
kardeşini kıskanan var mı?” sorusuna evet
cevabını veren tek kişi de ağabey Oğuz olur....
Lise yılları Oğuz Atay için daha hareketli geçer...Piyano
çalma isteği ve Turgut Zaim’le Eşref Üren’den ders alarak öne çıkan ressam olma rüyaları da yine baba Cemil Bey’in itirazıyla karşılaşır...
Baba Cemil Atay’a göre Güzel Sanatları
bitirenler aç kalmaktadır.... Bu gelişme üzerine ressam Eşref Üren, Yıldız
Ecevit’in kitabında da yer aldığı haliyle Oğuz Atay’a şunu söyler... “Babana söyle, sana köşe başında, işlek bir
yerde bir bakkal dükkânı açsın o zaman. İyi para kazanırsın !!!!”
Oğuz Atay’ın içinde ukde olarak kalan ressamlık
arzusu yıllar sonra roman karakteri Selim’in ağzından açığa çıkacaktır....Selim
şunu der Tutunamayanlar romanında: “Üç
çeşit meslek varmış: Mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam
olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.” Oğuz Atay
liseden dereceyle mezun olur. Tıpkı ‘Bir
Bilim Adamının Romanı’ kitabında yıllar sonra sevgi , saygı ve başarıyla anlatacağı hocası
Mustafa İnan’a benzemektedir bu yönü ve zekası da Oğuz Atay’ın....
Yıl
1950 olduğunda baba Cemil Bey’in
milletvekilliği sona erer.....Türkiye 1960 darbesine kadar yeni ve hiç alışık
olunmayan Demokrat Parti’nin iktidar yıllarını yaşayacaktır...Aile tekrar
İstanbul’dadır ve Oğuz Atay İnşaat Mühendisliği öğrencisidir çünkü baba Cemil
Atay yine son sözü söylemiştir oğlu adına...Bu dönemde lise yıllarının çok
başarılı öğrencisi gider ve mühendislik
eğitiminin orta karar öğrencisi Oğuz gelir....Ancak aynı Oğuz Atay toplumcu
ideolojiyle tanıştığı dönemde, siyaset,
sanat, sinema, spor ve edebiyatla ilgilenir ve pek çok
farklı sosyal grubun da üyesi olur. Ayrıca yönetmenler Halit Refiğ, Metin
Erksan, yazar ve akademisyen Cevat Çapan, şair Attila İlhan gibi isimlerle de yakınlaşır....Çok yıllar
sonra gazeteci Engin Ardıç da Oğuz Atay’ın yanında bulunma şansını
yakalayacaktır genç bir isim
olarak....Bu isimleri bir araya getiren en önemli, iddialı ve aykırı fikir şemsiyesinin sahibi de
dönemin usta yazarı, düşünürü Kemal
Tahir’dir....
Oğuz
Atay’ın takip ettiği bir başka isim de keman sanatçısı Suna Kan olur aynı dönemde...Oğuz
Atay’ın Suna Kan hayranlığı İstanbul Teknik Üniversitesi’nin mezunlar için
yayınladığı Arı yıllığında esprili
şekilde şöyle yer alacaktır yıllar sonra
arkadaşlarının kaleminden: “Oğuz Atay Suna
Kan’ı çok beğenir ve sanatını da takdir eder. Üç gece arka arkaya rüyasında
Suna Kan konseri dinleyince, pijamalı oluşundan utanıp, dördüncü gece lâcivert
elbisesiyle yattığını anlatmaktadır.”
Oğuz
Atay’a ait önemli ve pek bilinmeyen özelliklerden biri de arkadaş gruplarını
birbirleriyle asla tanıştırmamasıdır... Oğuz Atay, 1957 yılında İTÜ İnşaat
Fakültesi’nden mezun olur. Kısa bir iş deneyiminden sonra, araya Ankara’da da geçen
askerlik günleri girer...Pazar Postası
dergisinin etrafında yeni isimlerle tanışır ve Oğuz Atay imzalı Ne
Yapmalı başlıklı yazı da o günlere aittir..
Pazar
Postası dönemi ve sonrasında, hemen her
biri çok farklı eserler veren arkadaş grubu içinde tanıdığı bir ismin yeri çok
ayrı olur Oğuz Atay için...Bu isim arkadaştan
öte bir dost olan Vüs’at Orhan Bener’dir... Vüs’at Bener , Oğuz Atay’ın bir çok
kitabını taslak halindeyken okuyan ilk isimlerden olacak ve Oğuz Atay Vüs’at Bener’i Tutunamayanlar
romanındaki Süleyman Kargı
tiplemesiyle ölümsüzleştirecektir...
Vüs’at
Bener de Oğuz Atay’ın ölümünden yedi yıl sonra yayımlanan Buzul Çağının Virüsü’nde dostu Oğuz Atay’a şöyle seslenir : “Nedir bu ‘kültür çorbası’? Duyuyor musun
Oğuz Atay! Çınar elli, kızdı mı kezzap gibi bakan, kapılardan sığmaz, güzel
adamım! O zamanlar, pek ayırdında değildin sanırım ‘tutunamadığının’”
Askerlik
sonrası yine İstanbul’a dönen Oğuz Atay bağını koparmak istemese de Pazar
Postası dergisi bir süre sonra kapanır....Orhan
Boranlı yılların radyo yarışmasında birinci de olan Oğuz Atay büyük finale kalır ve “Akdeniz havzasında çölden kıyılara doğru esen sıcak ve çok kuru
rüzgârın adı”nedir sorusunu bilemez.
Sorunun cevabı “siroko” dur. “Pazar
Postası”ndan sonra “Olaylar” dergisinin de tam içindedir Oğuz Atay... Bir süre
sonra “Olaylar” dergisi de “Pazar Postasıyla” aynı sonu paylaşarak kapanır ... Ancak ,
yıllar içinde karşılaştığı büyük insanların ! sıradan ve küçük hesapları Oğuz Atay’ın ideoloji ve duygu dünyasını da
geri dönülmeyecek biçimde sarsacaktır...
Yeni
bir Oğuz Atay döneminin habercisidir yaşananlar...
Oğuz
Atay’ın tek çocuğu ilk evliliğinden olan
Özge’dir.. Sevin Seydi’yle yaşadığı
duygusal ve fikirsel yakınlık ise Oğuz Atay’ın dünyasında en kalıcı izi bırakan
ilişkilerden olacaktır her zaman .
1967
yılında ilk evliliği bitmiş, ortak olduğu
inşaat şirketi borç içinde kapanmış ve Oğuz Atay’ı kırk üç yaşında ölüme
götüren beyin urunun ve yazılacak romanın ilk tohumları atılmıştır belki de on
yıl öncesinden... Türk edebiyatı araştırmalarının en çalışkan isimlerinden olan Berna Moran’a
göre Tutunamayanlar, adeta bir
haykırıştır...
Oğuz
Atay Tutunamayanlar romanının bir yerinde Kafkavari bir dille şöyle yazmıştır çok yıllar önce: “Daire, o battal kütle, yavaş yavaş
geriniyor, uyanıyordu(...) Belli olmaz; kimin nerede ne işe yarayacağı hiç
belli olmaz. Sonra, bana aldırmıyordun ama ağıma düştün işte bakışlarıyla
karşılaşıverirsin birden. (..)Hademeler süpürüverir insanı. Elini hiçbir kâğıda
uzatmayacaksın: on emirden birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiçbir
düşünce ileri sürmeyeceksin, (…)seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla
kendini acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin…ve hiçbir zaman ümide
kapılmayacaksın.
Oğuz Atay, yaşadığı ticari hayal kırıklığından
sonra hayatının sonuna dek bürokrasiyle iş yapmaktan uzak duracaktır ama hemen her yazdığıyla da bürokrasi canavarına seni insanlara ve insanlığa daima afişe edeceğim diyecektir ...
İlk evliliğinin bitişinden sonra semt değiştiren Oğuz Atay yeni evini
kimselere söylemez hatta baba Cemil Bey öldüğünde arkadaşları Oğuz Atay’a nasıl
ulaşacaklarını düşünür kara kara...İstanbul Teknik Üniversitesinde dersler de veren Oğuz Atay 1975 yılında doçentlik unvanını kazanır... Oğuz
Atay’ın eserleriyle ilgili kapsamlı araştırmalar yapan isimler, Oğuz Atay - Nabakov ilişkisine zaman zaman bir suçlu
yakalayan işgüzar hafiye üslubuyla değinmişlerse de Dostoyevski-Oğuz Atay yakınlığı
çok daha baskın olmuştur...Bu
yakınlıkta Dostoyevski’nin de teknik eğitim aldıktan sonra yazarlığı seçmiş
olmasının Oğuz Atay’da yarattığı sempati ve özdeşlik duygusunun da payı
olmalıdır eğer böyle bir benzerlik
varsa....
Oğuz Atay’ı sarıp sarmalayan ve yazarlığa götüren bir başka büyük yakınlık
da Sevin Seydi’yle paylaştıkları olur..Sevin Seydi , Oğuz Atay’ın sanki “tutunamayan”
tarafına el uzatan bir kadın, arkadaş, entelektüel ve dosttur...Sevin Seydi’ye ithaf edilen
Tutunamayanlar romanındaki Selim ve
Günseli bağı da bir anlamda Oğuz Atay Sevin Seydi ilişkisinin romandaki izdüşümüdür...Tutunamayanlar
romanının yazımı , yayını ve 1970 TRT roman ödülü almasının da sancılı bir hikayesi olur....Jüri üyeleri büyük ödülü,
aralarında Melih Cevdet, Tarık Buğra,
Sevgi Soysal, Abbas Sayar ve Fakir Baykurt’un da bulunduğu isimler arasında
paylaştırır...
Bu ödül bile Tutunamayanlar romanı üzerindeki ilk
yıllarda anlaşılamama, görmezden gelme engelini aşamaz hatta bir yayınevi sahibi romanı
okuyunca, yazarı Oğuz Atay’ın ruh hastası olduğunu bile dile getirir...Bugün
kitap müzayedelerinde adeta bir hazine gibi aranıp sorulan ve iki cilt olarak
basılan Tutunamayanlar romanını büyük bir cesaret ve öngörüyle ilk olarak
yayınlama onuruysa Hayati Asılyazıcı’nın sahibi olduğu Sinan Yayınları’nın olacaktır 1970’lerin başında....
Tutunamayanlar
ilk basımında iki cilt olarak yayınlansa da okurların ve edebiyat dünyasının ilgisizlik ve sağırlığı Oğuz Atay’ı büyük hayal kırıklığına uğratır....
Edebiyat
dünyası, Öğretim görevlisi Sibel
Hatipoğlu’nun deyimiyle, zamanında, Huzur
ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanıyla modernizmin kapılarını aralayan Ahmet Hamdi
Tanpınar’a yaptığı gibi, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını da görmezden gelerek “sükût suikastı” yapmaktadır.
Oğuz
Atay, aradan geçen sessiz yıllarda kendisinden de şüpheye düşerek ‘Günlük’ünde
şöyle isyan etmiştir bu körlüğe ve sağırlığa : “(…) Neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok v.s.
belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı
hayatı denilen çamura bulaştım o kadar.(...)
Aralarında
Ahmet Oktay ve Hilmi Yavuz’un da bulunduğu bir çok edebiyatçı isme göre Tutunamayanlar,
1970’lerin görünür politik gündemine çok yabancı duran ve çağının da ilerisinde bir romandır. O dönemde ülkedeki edebiyat
dünyası da ağırlıklı olarak ezen-ezilen şablonuna dayanıp ‘köy hikayelerini’ sahiplenmektedir yalnızca. İdeolojik körleşme ayyuka çıkmakta ve toplum denen yapının içinde bireyin kendini öne çıkarma hakkı kesinlikle bulunmamaktadır...
Kimi
yerde mektup kimi yerde şarkı ya da ansiklopedi maddesi olarak okura seslenen iç
içe geçmiş metinlerde o güne dek hiç rastlanmamış ince bir mizah anlayışı ve neredeyse kitabın her ilmeğine sızmış ironi ve kara
mizah hâkimdir Tutunamayanlar romanında.....
Daha
modernizmi bile tam olarak tanıyıp sindirmemiş Türk edebiyat ve kültür dünyası için post modernizm yok !
hükmündedir 1970’lerde... O yılların Türkiye’sinin daha bireyi ve onun bin bir halini dinlemeye ve anlamaya pek niyeti yoktur...
Oysa Oğuz Atay bütün ömrü
boyunca tam da bireyi anlatmıştır…
Oğuz
Atay’ı inciten eleştiriler övgüden çok
daha fazladır 1970’lerde... Atilla Özkırımlı ve Murat Belge daha olumlu yazılar yayınlar Tutunamayanlar
romanı ve Oğuz Atay’la ilgili...
1980’lerin ilk yarısından itibaren
Tutunamayanlar romanıyla birlikte Oğuz Atay’ın tüm eserlerinin yayınlanmasını
üstlenecek olan İletişim Yayınları çalışmasında da Murat Belge, Ömer Madra ve Enis Batur’un unutulmaz katkıları
olacaktır...
1970’lerin
başında Sevin Seydi’yle olan ilişkisinde
de iniş çıkışlar yaşar Oğuz Atay. Sevin
Seydi Londra’ya yerleşir... Oğuz Atay ayrılık dönemini günlüğüne şöyle
yansıtmıştır yıllar önceki unutulmaz cümlelerinde : “Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım.
Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. (..) Artık Sevin olmadığına ve başka
kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım
olsun. (…) Kimse dinlemiyorsa beni –ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük
tutmaktan başka çare kalmıyor.
“ Canım
insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”
Oğuz
Atay Tutunamayanlar romanının görmezden gelindiğini yakından yaşasa da ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar’ı da 1973 yılı başında bitirir...Tehlikeli
Oyunlar’ı da Sinan Yayınları basmış, kapak resmini yine Sevin Seydi yapmıştır. Tehlikeli Oyunlar
da Tutunamayanlar gibi Sevin Seydi’ye ithaf edilir. Sanki varlığı ve yokluğuyla
her iki romanı da var eden itici güç Sevin Seydi‘dir…Bir çok edebiyat
yorumcusuna göre Tehlikeli Oyunlar , Oğuz Atay’ın ilk romanı olan
Tutunamayanlar’dan daha güçlüdür ve yine
biyografik öğeler taşır....Ancak Tehlikeli Oyunlar , Tutunamayanlar kadar bile ilgi
görmez yayınlandığında.....
Türk
edebiyatına büyük emekleri geçen Rauf Mutluay için dahi “lâf
yığını” dır Tehlikeli Oyunlar....Oğuz
Atay külliyatının değerinin anlaşılması ve okurunun haberdar olması için 1980’lerin
ikinci yarısını ve sonrasını beklemek gerekecektir....
Tutunamayanlar
romanı için yapılan bir röportaj genç
gazeteci Pakize Kutlu ve yazar Oğuz Atay
evliliğine giden yolu açar...Bu huzurlu dönemde tek hikaye kitabı olan Korkuyu Beklerken’i yazar Oğuz Atay...Kitabın içinde birbiriyle
ilintili olan üç hikaye Tutunamayanlar
ve Tehlikeli Oyunlar kurgusunun devamı niteliğindedir. Korku, güvensizlik, umutsuzluk, yalnızlık, yabancılaşma, anlamsızlık,
iletişimsizlik, suç, ceza, yargı gibi tanımlarla kendini gösteren Kafkaesk
ögeler bu hikayelerin de temel
özelliğidir.
1975
yılında Bir Bilim Adamının Romanı kitabında
hocası olan Profesör Mustafa İnan’ı anlatır Oğuz Atay...İlk romanlarını çok katı
biçimde eleştiren isimler bu kitabı beğenir... Oğuz Atay için hastalık yılları
başlamış olsa da, tek oyun kitabı Oyunlarla
Yaşayanlar’ı yazacaktır artık....
Romandan
sonra tiyatro yazarlığında da ileri ve aykırı bir adım atan Oğuz Atay’ı yine
ilgisizlik ve hayal kırıklığı bekler. Oyunlarla Yaşayanlar Oğuz Atay’ın
ölümünden ancak yıllar sonra sahnelenecektir.. Yıllar içinde Devlet Tiyatroları
da dahil bir çok özel grup tarafından da sahnelenen Oyunlarla Yaşayanlar sanki
bir Oğuz Atay romanı gibi gerçeküstü ve eğreti kalır sahnede genellikle…Bu durum da sanki Oğuz Atay'ın çok önceden söylediklerinin tescili gibidir...(!)
Oğuz
Atay’ın önce uzun öykü olarak düşünüp, sonra kısa roman formunda kaleme aldığı ve
tamamlayamadığı son romanı, Eylembilim olur... Eylembilim, Oğuz Atay’ın
25 Nisan 1970’ten itibaren tutmaya başladığı günlüğünün sonuna eklenerek Günlük ve Eylembilim adıyla da yayımlanır
bir dönem.
Yıllar
sonra Oğuz Atay’ın kızı Özge Atay Canbek’e gelen bir paketle ilginç bir gelişme de yaşanır. Göndereni belli
olmayan paketin içinden Eylembilim’e ait yetmiş dört sayfa çıkınca, Eylembilim
1998 yılında ayrı bir kitap olarak yeniden yayımlanır.
Ölümüne
dek çalışmaya devam eder hatta ölümüne
yakın Osmanlıca ve Almanca öğrenmeye çabalar Oğuz Atay.. Türk toplumunun ortak bilinçaltını birey-devlet-toplum ilişkileri çerçevesinde
ele alacağı Türkiye’nin Ruhu adını verdiği roman üçlemesi Atay’ın son
tasarılarından biridir fakat ölüme giden yolda iyice şiddetlenen baş ağrıları
yüzünden okurla paylaşılamayacaktır....
1976
Kasımında geçirdiği ağır grip sonu hızlandırır Oğuz Atay için. Geçmeyen
şiddetli baş ağrıları nedeniyle dönem dönem kontrolden geçen Oğuz Atay’ın başlangıçta fiziksel
hiçbir sorunu saptanamaz ve olanlar strese bağlanır. Zaman içinde baş ağrısına
çift görme ve sendeleme de eşlik edince İngiltere’ye gider Atay çifti.. Gerçek
ortadadır ve Oğuz Atay’ın beyninde ur vardır...Ameliyat hastalığın ilerlemesini
engelleyemez...Tıbbi çabalarla hastalık yalancı bir iyileşme evresine girer. Oğuz
Atay tedavi için gittiği Londra günlerinde hayatının en önemli figürü olan
Sevin Seydi’yle görüşme şansını yakalar son kez o dönemdeki eşi Pakize‘nin bugün bile çok az kadında rastlanabilecek
halden anlayan manidar jesti ve iyi niyetiyle....
13
Aralık 1977’de arkadaş evinde misafirdirler. Oğuz Atay, banyoya gider, uzun
süre çıkmaz.... Seslenmeler üzerine ironik cevabını verir sevinmeyin daha iyiyim minvalince .. Sonrasında, kırılan banyo
kapısının ardında nefes almayan Oğuz Atay vardır....
Türk
edebiyatının, hakkıyla nevi şahsına münhasır ismi Oğuz Atay da yalnızca kırk üç
yıl süren ömür defterini kapatmıştır..Soğuk bir günde kaldırılan cenazesi Oğuz
Atay’ın yaşarken gördüğü ilginin/ilgisizliğin/sağırlığın üzerinde olur....
Bir
çok isme ve bize göre de Oğuz Atay , Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Kemal Tahir’in,
Halit Refiğ’in, Cemil Meriç’in, İdris Küçükömer’in açtığı çok emek verilmiş
düşünce koridorundan geçerek, bitmeyen
doğu-batı tereddüdümüze dair yakıcı
gözlemlerini müthiş bir dil ve kara mizahla okurlarıyla paylaşan büyük ustadır...
Muhteşem hikayesi Babama Mektup’tan yaptığımız alıntıyla da son sözü Oğuz Atay söylesin:
" Sevgili babacığım, Belki
hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre
içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. (..)Sen
olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? (...)Kendini çok beğendiğin
halde kusurlarını bilmediğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın.
Genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. Bu özelliklerinde huysuz bir
çocuğa benziyordun. Çocuk diyorum, çünkü kötü huylarından bir ‘menfaat temini
cihetine’ gitmedin.. (..) Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi
yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman
okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye
hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk
türkülerini sevdin. Basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların
vardı. (..) Aramızda hiçbir zaman, alışılmış baba-oğul ilişkisi olmadı. Ne ben,
bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup
bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. (..) Senin ‘egoist’ olduğunu
söylerlerdi; benim için de şimdi buna benzer sözler ediyorlar..(..) Birilerine
oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gibi, belki
de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın
gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum. İstiyorum ki babacığım
artık herkes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. (...)Aslında bizler de bir
özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı
meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. Acaba bütün bunları sana şimdi anlatsaydım
nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? Hepsini ‘deli saçması’
mı bulurdun? (..) Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile
senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle
benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?
Mektubuma burada son verirken hürmetle
ellerinden öperim.
Oğlun, OĞUZ ATAY
( murat
örem / aralık 2010-2012 /
hacettepe
üniversitesi'nden sibel hatipoğlu’nun da katkılarıyla...)