bilenler bilir, ben çok kötü bir film izleyicisiyimdir...
ilk 10 dakika içinde dikkatim dağılır...
hele birileriyle izliyorsam, olabilecekleri de söylerim hemen...
onların da film izleme keyfine limon sıkarım....
ve işin garibi genellikle tam da öngördüğüm gibi gider cast...
bu huyumu bildiğim için çok az film izlerim...
çok daha azını da, sırf bu yüzden sinemada izlemeyi yeğlerim...
sinemadan kaçmak daha zordur çünkü:)))
yanınızdakine olacakları fısıldayarak söylemek de :))
manchester by the sea...filmi sinemada izlenmeye hakediyormuş ama...çok doğru bir karar vermişiz benim de zorlamamla... soğuk bir ilkbahar akşamında girdik sinemaya...yenilen iki lokmanın üzerine salona ilerlerken bir gözüm saatteydi...aklım da anılarda...
ne çok film izlemişim burada diyordum...içimden...
zaman nasıl akmış diyordum dışımdan...
efendim ne dedin diyordu birileri birilerine....
ben hiç üzerime alınmadım:)))
o her zamanki sevimsiz reklamlar bitti ve film başladı...
burada bir parantez açalım hemen ; manchester by the sea filmi bizim dilimize yaşamın kıyısında diye çevrilmiş...
ne yaratıcılık ne yaratıcılık !!
kaçıncı yaşamın kıyısında filmi ki artık bu dilimizde...
film bir çok kritere göre, uzun bir film...2 saatin üzerinde...
başarılı mı ...kesinlikle evet....
hayatın içinden mi...evet...
oyunculuklar iyi mi...elhak çok iyi...
aslında hikaye sıradan....gibi görünüyor...
film başladığında orta halli bir site hayatının içinde herkesin sıradan dertleriyle ilgilenen bir ismi görüyoruz...bozulan muslukları tamir eden, lambaları takan, lağımları açan, karları küreyen bir adam girip çıkıyor kadraja...
ilerleyen dakikalarda anlıyoruz ki , öyle pek de eyvallahı yok etrafına....hatta hayata bile eyvallahı yok bu karakterin...çünkü üzerinden bir kamyon bir tır değil bir tren katarı geçmiş bu adamın...o da bırakmış uçurtmanın kuyruğunu hayata dair....
o uçurtmanın kuyruğunu bırakmış ama....
hayatın kahırlarının onu bırakmaya niyeti yok...
filmin temel karakteri olan bu genç adamın yeni sorunlarla cebelleşecek enerjisi yok...3 çocuğunu aynı anda kaybetmiş bir baba o...ilmeğin bir ucu çözülünce kocaman bir kazak nasıl sökülüp giderse evliliği de gidiyor bu arada...bunları hep filmin ilerleyen dakikalarındaki geri dönüşlerle yerli yerine oturtuyorsunuz....
bütün bunlar yetmiyormuş gibi yeni acılar da gelip buluyor adamı..
ağabeyini kaybediyor küt diye....ve 16 yaşındaki bir ergenin tüm mesuliyetiyle yüzyüze kalıyor...yine filmin içinde gidip geldikçe görüyorsunuz ki genç adamın ağabeyinin ölümü hem beklenen hem de beklenmeyen bir ölüm....
manchester by the sea tüm bu olan bitenler içinde hayatın nasıl aktığını gösteren bir anafor aslında...yaşananların içine girdikçe sizi daha da çekiyor film, eğer insanlık hikayelerinden kahırlanacak fıtrat ve ferasete sahipseniz bu duyguyu yaşıyorsunuz....yok eğer değilseniz ve hayatın yalnızca sizin etrafınızda döndüğüne inanıyorsanız , filmi tam bu noktada bırakabilirsiniz...
-sevimsiz film eleştirmenleri gibi daha da detay vermeye gerek yok...buraya kadar olan cümleler ilginizi çektiyse arayıp bulabilirsiniz filmi internet ortamında da...-
film bittiğinde....salonda bir sessizlik hakimdi...baktım yanımdaki yüz de ağlamaya meyyaldi...hadi hadi kalk hemen gidelim, sıcak birer kahve içelim dedim tıslayarak....amacım mevzuu biraz dağıtıp, sonra uzun uzun film üzerine konuşmaktı...ama bazen bazı şeyleri karşı tarafa bırakmak gerekir...ağlanacaksa yalandan da ağlıyormuş gibi yapmak gerekir....ben mesela bunu hayatı boyunca pek yapabilmiş bir adam olamadım hiç...baktım yanımda gözleri nemli film yorgunu var ve o büyük üzüntüyle:))) bakıyor...sustum ben de....
paltolarımızın kabanlarımızın yakalarını kaldırarak yürümeye başladık, ankaranın kızılayının kaldırımlarını adım adım arşınlayarak...otomobili bıraktığımız otoparkın kapanmasına vardı biraz daha...bak düşen nasıl da kalkıyor dedi gözleri hala nemli nemli olan zehirli sarmaşık....ve ekledi elimi de hırsla sıkarken düşersem kaldırmazsın sen...yürüyüp gidersin...
sigaramı yakıp, her yıldız kendi yörüngesinde gidiyor baksana gökyüzüne dedim ve biz buna kainatın çekim yasası diyoruz....diye ekledim...anlamadım dedi...hava soğuk , sıkıca kapat önünü dedim...konuyla, sana söylediklerimle ne alakası var...dedi...her şeyin herşeyle her zaman alakası vardır dedim...eğer hakikaten görmek istersen....otomobilin içine girip aracı çalıştırdığımda, kırmızı mavi lambalarıyla araçlar geçiyordu sokaklardan...çeyrek asırdır ne çok geçtim bu sokaklardan diye geçiyordu benim de aklımdan...
eve gitme zamanıydı artık...
birden boş bulunup "aynı kaseden supangle yiyecek miyiz yine bu saatte..." demiş bulundum ama hemen kendimi toparladım bu da nereden çıktı şimdi ...diye gülümseyerek...boş boş baktı yüzüme zehirli sarmaşık "hani kazandibi desen anlayacağım....ben ne zaman supangle yedim ki...diye kontra cümlesiyle tokadı da vurdu...
haklısın dedim...çok haklısın....bak filmdeki adam da haklıydı...biliyor musun dedim ve ekledim neruda da çok haklıydı
" es tan corto el amor y es tan largo el olvido...."
derken...
siz erkekler hep haklısınız zaten dedi...testereli kelimeleriyle !!! neruda erkek değildi, çok büyük şairdi...sapla samanı karıştırma...dedim ters ters...zehirli sarmaşık zamanları başlamıştı yine karşımdakinin....
oysa benim aklım, hem de aylardır, iki veya tek kaşıkla yenen dünyanın o en güzel supanglelerindeydi...bunu ne anlatabilmiştim...ne anlayabilmişti...
ve o tek kaseden genellikle tek kaşıkla yenen o güzelim supangleler, kazandipleriyle yer değiştirirken, bir tren katarı da aylardır en yakınımdan değil üzerimden geçmişti...
tıpkı manchester by the sea filmindeki gibi.....
tıpkı manchester by the sea filmindeki gibi.....
( murat örem / 04 nisan 2017 / ankara ....)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder