*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

26 Nisan 2017 Çarşamba

" bitttiğinde, geçtiğinde, azaldığında sızı, iyileştiğinde, / o saman tadıyla karşılaştığında; / her şey "daha acı" olacak" birhan keskin....



                                                         istanbul / 2015 / mayıs


çok çok "kıdemli ankaralı"  sayılmam....
ama  "çaylak ankaralı"  da,  hiç sayılmam...



çeyrek asırdan fazladır ankaradayım...bilenler bilir; ata kökleri iki ayrı taraftan kuşak kuşak "egede ve marmarada"  olan biriyim ben...istanbuldaki üniversite öğrencilik yıllarım da  dahil denizden pek uzaklaşmamıştım  ömrümün ilk yıllarımda...ve artık itiraf  ediyorum ki , ne uğruna kimin uğruna olursa olsun denizden uzaklaşma kararım !!!  hiç de  mantıklı bir tercih değilmiş...



ama olmuşla ölmüşle çare yok der eskiler...
önümüzdeki maçlara:)))  bakacağız artık...



ankaralı dostlar kızıp burulmasın, şu yazılarda arada bir konuyu ankaraya dair keşkelerime getirmeme...çocuklarımın sütünü, evimin her bir köşesindeki her şeyi ankarada onlarca yıl çalışarak kazandım ben...inkar etmiyorum...ankara bana çok şey verdi...ama ben de ankaraya ömrümün en güzel yıllarını verdim...



ankarada emeklerim var...
ankarada el izlerim göz nurum var...
ankaraya rehin bırakılmış gençliğim var...
ankarada kalp atışlarımın sesi var hala...



bir de bazı yazılarda ben deniz kenarı falan deyince, yakından tanıyanlar kıs kıs gülüyorlar(dır)...bırak çocukluk gençlik yıllarını, baban taşkın hocanın denizinde bile,  son 20 yılın  yaz tatillerinde denize girmelerinin sayısı toplamda komik hanelerin üstüne asla çıkmamıştır...yazlıktaki balkonlara çıkıp bacaklarını duvarın üstüne koymayı denize girmeye yüz kere tercih ederdin sen diyorlardır...


elhak  bu da doğru....



ama şunu atlamamak lazım ; 

denizin olduğu yerlerin yaşama kültürünü sevmek
şap şap şap denizin içinde olmayı sevmek değildir ki:))



benimki biraz böyle bir sevgi işte... ben denizi değil, deniz kenarlarının nispeten  huzurlu insan yüzlerini seviyorum daha çok... 


akşamın tatlı serinliğinde buz gibi bir bardak birayı, bir kadeh şarabı,   kah sessiz sessiz,  kah dost kahkahaları eşliğinde içmeyi seviyorum...


tavla oynarken bir cigara yakıp karşımdaki rakibin pullarına çat çat vurmayı seviyorum...hele bir de elimin altında ekistradan:)) bir de sade kahve varsa...



ankara diye başladık söze; laf yine nerelere götürdü...şunu diyecektim asıl size ; eskiden yani benim bile hatırlayabildiğim son 20 yılında ankaranın, nisan aylarının meşhur kırk ikindi yağmurları vardı...gün öğleyi geçtiğinde birden hava kararır , göklerden bir haber gelir ve şarrr diye boşalırdı nisan yağmurları....


inanır mısınız;  nisan yağmurları bile yağmaz oldu son yıllardır...iklimbilimciler, botanikçiler şunlar bunlar bir araba rapor sunarlar bu duruma emek emek...kim dinler onları...dinleyenlerin kaçı umursar...biz de böyle;  gelmeyen kırk ikindi yağmurlarının bile arkasından  bakar kalırız...



birine kızıyorsanız, sitem ediyorsanız, hatta iletişime girmekten kaçınıyorsanız,  o defter kapanmamıştır diye klişe bir tanım vardır...klişeler, her şeyi açıklamaya yetmez ama bir çok şeyi açıklamada yardımcı olabilir...aylardır daha bir tekrar tekrar soruyorum kendime ankara'yla ilgili durduğum yeri...


kızgınlık ? yok...

sitem ? sanmıyorum..

iletişim ? zorunlu olarak....
ama galiba en çok ? pişmanlık !!! 



şimdi; galiba,  ankara'da yavaştan denkleri  toplama zamanı...
yine ve yeniden kitaplardan başlamak lazım...!!! 

çünkü   taşıyanlar yine ve en çok, kitaplara takılacak...
"abiü bu kadar kitabı niye aldın..."
"abiü bu kadar kitabı okudun mu..."
diye başlayacak  sorular...


ben sakince hepsine cevap vereceğim...

sonra içlerinden daha patavatsızları 
"abi bu binlerce kitabı taşımak yerine, 
bir tır buzdolabı yüklemeye razıydım ..."  
diyecek...


taşkın hocamın çok kızdığı ama az belli ettiği zamanlarda yaptığı gibi "allahümme sabirin.." diyeceğim...

ve kavafis'in o şiiri hep kulaklarımda çınlayacak ; 

" yeni bir ülke bulamazsın...
başka bir şehir bulamazsın...
bu şehir arkandan gelecektir...
.....
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, 
öyle tükettin demektir, bütün yeryüzünü de.." 


( murat örem / 26 nisan 2017 / ankara....)  
                            şarkıya ve sözlere dikkat !!!






24 Nisan 2017 Pazartesi

duvara çarptığınızda BAAM (!) diye duvara çarpmış olursunuz değerli okurlarım...!!!



                               güzel memleketimizden mükemmel bir duvar yazısı...

23 nisan'da kar yağınca çok şaşırdı birileri...
oysa tarihin döngüsünü bilenler için sürpriz değildi...


her kışın içinde yaz olduğunu
her yazın içinde de kışın saklandığını bilenler  şaşırmadı....


bir bayram sabahı lapa lapa yağan karı görünce
ne çok ama ama ne çok eskilere gittim...


çok küçükken en çok veli dayı hikayesini severdim...
sevgili annem müjgan hocanım 
defalarca anlatırdı bana bu masalı hiç bıkıp usanmadan...

o kadar basitti ki aslında veli dayının başına gelenler...
ama anlayana çok şey anlatırdı...


annemin bana anlattığı mükemmellikte anlatmayı 
asla başaramayacağımı bilsem de 
deneyeceğim bu hikayeyi yazmayı şimdi...

ben anlatayım da; 
kim nereye uyarlamak isterse 
onu yapsın....

                                                ****

ormanda yaşayan veli dayı tembel bir adamdı....
ağustosböceklerinin fahri temsilcisiydi :) adeta.... 


oysa kış gelmeden hazırlık yapması gerekirdi...
ama gamsızlık ve tembellik biraraya gelince....
habire pazarlık yapardı veli dayı kış babayla...

yaz sıcağında kafasını kulübeden çıkaran veli dayı
"kış baba kış baba gelmeden önce bana haber ver...
yiyecek içeçek depolayayım, odun istifleyeyim"  
derdi...


bunları duyan kış baba her seferinde  veli dayıya 
"peki peki sen benden haber bekle " diyerek cevaplar verirdi...


bu cevabı duyan veli dayı da gamsızlığa devam ederdi...
yine keyfine bakıp hiçbir işin ucundan tutmazdı....


aradan zaman geçtiğinde bir gün titreyerek uyandı veli dayı...
kulübesinin içine kar yağıyordu artık...
yağmur falan değil lapa lapa kar yagıyordu....


büyük bir hışımla dışarı çıkan veli dayı şöyle seslendi; 
"kış baba kış baba...sen beni kandırdın...
hani gelmeden önce haber verecektin bana...."


güldü veli dayının haykırışını duyan kış baba...

"evlat ben sana çok haber verdim....
amma sen hiiiç oralı olmadın...
sararıp yaprak olup kapnın önüne düştüm...
esen rüzgar olup pencerenden içeri girdim...
yağmur oldum çatına yağdım...
ama sen yine hiiiiç üzerine alınmadın...
en sonunda da böyle kar olup kulübene yığıldım işte..."


kafasını kaşıdı veli dayı...
haklıydı kış baba...
ama o hiç üzerine alınmamıştı...

kondurmamıştı kış babanın geleceğini veli dayı... 

ille "ben gelmek için yola çıktım..."  cümlesini beklemişti...
sonunda da karlar üzerine  yağarken titreyerek uyanmıştı...


oysa hayat da kış baba gibi yapar...
size gün gün  saat saat hep bir şeylerin haberini verir...
bu haber bazen şifrelerle olur, bazen  " dan"   diye....

siz hayatın döngüsünü önemserseniz
görürsünüz her dakika yeni bir şeylerin geldiğini...

veli dayı gibi yaparsanız...!!!

duvara çarptığınızda 
duvara çarpmış olursunuz...

eskiler buna 
bir musibet bin nasihatten evladır 
derler....

kıssalar atalardan,  hisseler de sizden....

yazıp çizen masal anlatan taifesi,  yalnızca elçidir...
elçiye de zeval olmazsa iyi olur:))

( murat örem / 24 nisan 2017 / ankara....)



 



22 Nisan 2017 Cumartesi

"seninle daha çok yolumuz olsa da seninle çok işimiz var" diyor adam…"seninle daha çok yolumuz varsa da böyle asla ama asssla olmazzz" diyor kadın…derken bir mucize oluyor...o "kıraç" ses dolduruyor her yeri...

                                                     susurluk / çaylak / şubat 2017



-kim bilir  ne kadar geçti aradan….
bir  yıl mı…üç yıl mı….beş mi…
yoksa bir asır mı…-


düz yolda ilerliyor   crossover,   teker teker …


adam bir sigara yakmış,  direksiyon başında…
gözü yolda, aklı kelimelerde, kulağı yolun uğultusunda adamın…


tepeleri , tepe tepe aşıyorlar iki insan…
yukardan bakıyorlar gelip geçen araçlara…
crossoverların şanından,  böylesi….


oysa adam, en çok, yolları  öperek giden otomobiline meftun…


telefonlar çalıyor sıra sıra ,  yollar  akarken…
“ne zaman geleceksin… gelecek misin eve…”
sorularını  duymak istemiyor adam…
ekşiyerek açıyor her telefonu…


yollar hiç ama hiç bitmesin istiyor adam…
ömür bitecekse de böyle bitsin istiyor adam…


oysa bitmeyen yol yok…
oysa, erimeyen kar yok…
oysa, aşılmadık dağ yok…
ömrün bitme senedi sepeti hiç yok…


tekerler ilerlerken siyah yollarda, külünü silkeliyor adam
kah camdan , kah  kadının elindeki o yuvarlak kutuya…



birden ,  sessiz bir güneş oluyor kadın
direksiyondaki adama yandan  yandan  sevgiyle bakarak…


oysa daha  az önce  susarak vurmadılar mı birbirlerine…


derken  o  volüme düğmesine  uzanıyor  kadın
kendisine çok yakışan ince parmaklarıyla…


gözünün ucuyla bakıyor adam kadına…
düşen külünü  üflüyor  sağa sola…



hala ne kadar zarif diyor adam…içinden…
hala ne kadar inatçı ve dik kafalı diyor kadın…içinden…


bundan sonra ne kadar  ömür yolumuz var ki diyor adam…
artık bir dinlensek,  kocamaaan  evimiz de olsa,  diyor kadın…


işte dünya , işte kainat , evimiz  bu..diyor adam..
işte sen hep busun, diyor kadın burnunu  bükerek…



seninle daha çok yolumuz olsa  da
seninle çok işimiz var   diyor adam…


seninle daha çok yolumuz varsa da
böyle asla ama asssla  olmazzz diyor kadın…



derken bir mucize oluyor…
bir ses dolduruyor crossoverın içini…


pedala biraz daha yükleniyor adam…
direksiyondaki adama biraz daha dönüyor kadın…


tekrar, iki gülen yüz bakar oluyor   birbirine…
eller birbirini arıyor hemen…


bir sigaranı içerim diyor adam…
-oysa daha yeni söndürdü-


üzme beni..ben çok üzüldüm geçmişte…diyor kadın…
-oysa daha  yeni affetti adamı-


o güzel sesli güzel  ahlaklı  “kıraç”  adamın sesiyle
birden ve bembeyaz dağılıyor bulutlar…


şunları söylüyor  güzel ahlaklı  “kıraç”    adam o şarkının sözlerinde;
“ ne başkası oldu ne de olacak
sen çalmazsan kapım açılmayacak..
şimdi içimde yanan bu ateş
sanma ki bir son bulacak…”

dinlemek isterseniz işte tam aşağıda….

          (  murat örem / 22 nisan 2017 / ankara…)



21 Nisan 2017 Cuma

beşiktaş turu atlasaydı kimi arayacaktım ben... has beşiktaşlı dedem selahi örem'i imi... taraftarın kralı babam taşkın hoca'mı mı...amcalarım coşkun örem , aşkın örem'i mi...hepsi ama hepsi olgunlaşan üzüm taneleri gibi düşüvermişti birer birer kara toprağa...


veni vidi vici...
en çok kullanılan latince terimlerdendir....
tarihsel kökenini bilenler bilir...
sezarla özdeşleşmiştir...


geldim gördüm yendim...anlamını taşır..
bir çok olay için uyarlanmıştır tarihte...
geldik gördük yendik/ lyon'u eledik ....
diye uyarlamak isterdim ben de...


ama olmadı...
olamadı... !!!!!


o kötü ingiliz gazetesi manşetleri gibi söylersek 
"beşiktaşımız , boğazın sularına gömüldü...."



aslına bakarsak bir yere gömülmedi beşiktaş... 
çıktı topunu oynadı, maçı uzatmalara götürdü...
ve penaltılarda elendi...



futbolun en büyük tılsımı basitliğinde... 
basit olan her şey gibi de çok zor...


simple is perfect der ingilizler...
mükemmelliğin yalınlığına vurgu için...


yalan atmamak çok basittir...
ama yapmak çok zor...


söz verip tutmak çok basittir...
ama yapmak çok zordur...


futbol çok basittir...
ama layıkıyla oynamak  çok zor...

penaltı atmak çok basittir...
ama zor anda gole çevirmek çok zor...


dün iki isim de topun başına gelirken
biz seyirciler zaten başımıza geleceği biliyorduk...


öyle de oldu...



sonra maç bittiğinde uğultular arasında düşündüm...
beşiktaş turu atlasaydı kimi arayacaktım ben...


has beşiktaşlı dedem selahi örem'i imi...
taraftarın kralı  babam taşkın hoca'mı mı...
ömürleri siyah beyazla geçmiş amcalarım 
coşkun örem / aşkın örem'i mi...


bir tek isim kalmamıştı,  baba tarafımdan...
büyük beşiktaşlı tarafımdan, tek isim kalmamıştı....


hepsi ama hepsi olgunlaşan üzüm taneleri gibi
düşüvermişti  birer birer  kara toprağa...


beşiktaş yarı finale çıksaydı, 
artık  koyu beşiktaşlısın ona göre diye diye
plastik saçlarını parmaklarıma dolayıp 
murat örem murat örem gülüp 
kime takılacaktım ben hınzır hınzır...


iyi oldu dedim kendi kendime uğultular içinde
bazen acıları nasıl aylarca yaşıyorsa kendi başına insan
sevinçleri de paylaşamamaktan bir mutluluk çıkarmalı...

beşiktaş....bir takım değildi ki...


                               
                               ne olursa olsun...
                             ne olacaksa olsun...

                             gönlüm geçmemişti...
                              geçmeyecekti  işte...
                                     öyle işte....

   ( murat örem / 21 nisan 2017 / ankara....)

 







18 Nisan 2017 Salı

1978 ya da ‘79 haziranı olmalı…şarkıyı söyleyen liseli ablayla gözgöze geldik...içimden bir kuş uçtu…sonra tam bir ergen gibi masaya oturdum…"susurluk yalı gazozumu" içtim…

                           susurluk lisesi 6 mat/b...1984/1985/şampiyonluk kupasıyla


1980’li yılların hemen öncesi….
tank paletli  günlerin eli kulağında…


tam tarihi hatırlamıyorum…
‘78 ya da  ‘79 haziranı olmalı…
susurluk lisesinin mezuniyet töreni var…
susurluk şeker fabrikasının lokalinde
hem de gece yapılacak mezuniyet töreni….



-bir gün birileri susurluk’un sosyal  hayat tarihini hakikaten her haliyle yazacak olursa susurluk şeker fabrikasına , o sosyal hayatın susurluk’a  kazandırdıklarına, toplum katmanları arasında yatay dikey ve çapraz ilişkilere, anılara, dostluklara ve bütün unsurlara hatırlı bir fasikül ayırmak zorunda…-



ışıklı pırıl pırıl bir haziran gecesi…herkeste güzel bir telaş var…
susurluk lisesi bir dönem mezunlarını daha hayata uğurluyor…



tören kalabalık…mezun olan öğrenciler…lisedeki öğretmenler ve öğretmenlerin aileleri…öğrencilerin anne  babaları da dahil herkes orada…bizler de oradayız kardeşim ayşınla beraber…lisenin fizik kimya biyoloji dalı öğretmeni "taşkın hocanın"  evladı olmak böyle güzel işte :))…annem müjgan hocanım da zaten yılların ilkokul öğretmeni olarak hep eşinin yanında….



evet, eskiden susurlukta bile lise mezuniyetleri böyle güzel yaşanırdı…biz mesela 1980’lerin tam ortasında aynı okuldan mezun olduğumuzda,  gündüz vakti bile böyle bir organizasyon yapılmadı ! okulumuz tarafından…


yalnızca 6 mat b’liler olarak sınıf öğretmenimizin böyle  iyiniyetli bir  çabası oldu ama bu kez de  sınıfın huysuz erkek ergenleri olarak biz pek icabet etmedik gündüz vakti susurluk parkında yapılan bu davete…



her neyse…
bugüne bakarken dünü asla unutmayın…
yarınları  da  tam da bugünlerin hazırladığını da  unutmayın…



işte böylesi güzel bir törende ben de ilkokulu yeni bitirmiş bir ergenim işte…ergen dediğin ne yapar…habire of pof , sıkıldım ben der :)) muhtemelen ben de öyle yapmışımdır….huysuzluğum yeni değil yani sevgili okurlarım:)) susurluk şeker fabrikası salonunda yapılan lise mezuniyet töreninde o gece de mutlaka sıkılmış olacağım ki bir ara kapının önüne çıktım…annem babam içeride…kardeşim de…


salondan  güzel ve mutlu insan sesleri geliyordu…
o kadar net hatırlıyorum ki…


birden içeriden bir genç kız sesi duyulmaya başladı….
ben bu sesi çok iyi tanıyordum…sesin sahibini de iyi tanıyordum…
benden çok büyüktü ama tanıyordum bu mikrofondaki sesi…



çünkü zaman zaman babamla liseye gittiğimde taşkın hocanın oğlu kontenjanından liseli büyüklerim benimle de  ayrı ilgileniyordu…o güzelim köhne kantine götürüp gazoz simit çikolata bile alanlar oluyordu…. babam taşkın hoca yaşıyor olsaydı yazının tam burasında şimdi hemen telefonu kaldırır teker teker isimlerini bile öğrenebilirdim babamdan o büyüklerimin…

artık o şansım da yok….!!!



işte içeriden gümbür gümbür ,  daha doğrusu şıkır şıkır sesi gelen, liseye gittiğim zamanlarda beni ayrı seven liseli büyük ablalarımdan biriydi…ben de onu çok severdim…kuka gibi burnu vardı…simsiyah saçları vardı…güzel çok güzel biriydi…ablaları da en az onun kadar güzeldi..  -hayatım boyunca , çocukluğum dahil , güzel ve zeki kadınları tarifsiz bir saygı da duyarak, çok sevdim...çok da sevildim onlar tarafından...- içeriden gelen işte o liseli büyüğümün büyülü sesiydi….o kadar güzel bir sesle söylüyordu ki…ilk defa duyuyordum bu şarkıyı ama ne kadar etkilenmişsem can kulağıyla dinler olmuştum…



şarkının nakarat kısımlarında salonda bulunan herkes eşlik ettiğine göre bilinen ve çok sevilen bir şarkıydı…şöyle diyordu şarkının nakarat kısmında ;

“artık mum yak da ara,
sen benim gibisini
benden sana fayda yok
bul başka birisini…”


daha öyle aşk acısı çekecek yaşlarda falan değildim…tam bir ergendim işte…
belki liseli büyüğüm,  kimbilir kimin  için söylüyordu o şarkıyı ciğerden ciğerden…



şarkının sözleriyle  şarkıyı söyleyen o liseli ablanın güzel yüzünü gözümde birleştirince şarkı daha da güzel gelmişti…şarkı biterken ortalık alkışlarla inliyordu…ben de son anda sakince  salona girdim…


şarkıyı söyleyen liseli ablayla gözgöze geldik yine…
içimden bir kuş uçtu…
sonra tam  bir ergen gibi masaya oturdum…
 susurluk yalı gazozumu içtim…


uykum da gelmişti….
gece de bitmek üzereydi….


işte o gece,  anılar denizinin limanına,   ışıklı bir kotra daha yanaşmıştı… bugün bile şu aşağıdaki şarkı ne zaman kulağıma çalınacak olsa taaa o günlere giderim….bilmem ki o kuka burunlu abla ne oldu…yaşıyorsa ömrü uzun olsun…aramızdan ayrıldıysa,  belki taşkın hocasına bir formül soruyordur yine orada da ; hocam, element tablosunu iyi okumak, unutmamak için öğrenmeye neresinden başlayalım diye…


kimbilir…
kim bilebilir….

ama siz şu şarkıyı mutlaka can kulağıyla bir dinleyin….mutlaka….
        ( murat örem / 18 nisan 2017 / ankara….)