1987 kışında ıstanbul siyasalda öğrenciydim...
bir ay boyunca kalkmamıştı kar...
güneşli bir mart sabahında köprüden karşıya geçtim.
öğlen aynı köprüden geri dönerken tozuyordu her yer...
kar yolları kapatacaktı iki üç saat içinde...
mecidiyeköye ıkına sıkına varan ıkarus'tan hızla indim...
yola yaya koyuldum gençliğin özgüveni ve enerjisiyle...
mecidiyeköyden 4.levente yürüdüm yürüdüm yürüdüm...
normal şartlarda sıkı bir tempoyla 1 saat bile değildir arası...
tek bir araç ilerlemiyordu yollarda...
yürüyordum...
tipinin nasıl bir kabus olduğunu o yolda yaşadım...
soğuktan donarak ölmenin nasıl olabileceğini de gördüm...
4.leventteki çarşıya vardığımda 2 saatten fazla geçmişti...
gün akşama dönüyordu...
bir büyük gayretle daha devam ettim 5.basın sitesine...
bitmedi o yol...
bitmedi o yol...
bitmedi o yol...
tipiden yolun kapanması dakikalar sürmüştü yalnızca...
ara yolda tek bir araç zaten yoktu da...
tek bir insan da kalmamıştı...
milyonluk şehrin ortasında
bembeyaz bir dağ ! vardı sanki artık...
nasıl aştım o dağı...
nasıl donmadım...
nasıl yolumu buldum...
nasıl attım kendimi 12 katlı
5. basın sitesi c blokunun içine...
hala muammadır benim için...
okuyanlar abarttığımı düşünebilir...
ben de birinden duysam bu cümleleri
tabi tabi der geçer/d/im...
ama bunu yaşadım ben...
bilirim tipiyle gelen ürkütücü ıslığı...
binanın ana kapısından içeri girdiğimde,
ellerim benim değildi
yüzüm benim değildi
son bir hamleyle çıkardım anahtarı çantamdan
ve 5. basın sitesi c blok 3 nolu dairenin kapısını açtım...
büyük halam olan, annesi nezahat tanyerinin terekesinden
oğlu erhan dilligil dayıma kalan 3 nolu dairenin içindeydim...
yüzüm yanıyordu....
ellerim yanıyordu...
ama yaşıyordum...
üç kedi karşıladı beni, büyük halamdan yadigar....
beşiktaş, beştaş ve oğlumdu isimleri...
ölümü yenmiştim...
tipiyi yenmiştim...
beyaz esaret dağını aşmıştım...
hem de şehrin göbeğinde...
hem de
20. yüzyılın
1987 martında...
ıstanbulda....
kapıda beni bekleyen kedilerin mamasını verdim ...
çaydanlığın altını yaktım huzurlu bir telaşla...
erhan dayımın uzun camellerinden birine uzandım...
ve kitaplıkta duran toshiba setin düğmesine bastım...
güzel bir kadın sesi doldurdu salonu...
sanki az önce ölümün elinden canını kurtaran ben değildim !!!
küçük seranın hikayesini anlatıyordu şarkıda kadın sesi...
annesine sorular soruyordu o kız çocukluğunda....
ve annesi de ona
"o olacak, kaderde ne varsa...
geleceği görmek elimizde değil...
olacak, ne olacaksa ...."
diyordu...
yıllar sonra o kız çocuğu büyüyor
ve aynı cümleleri evladına kuruyordu...
muhteşem bir şarkıydı....
çayın demini ayarlayıp
bir sigara daha yakıp
kaloriferin önünde durup
doris day'i defalarca
dinlemenin zamanıydı artık...
öyle yaptım ben de...
*****
günlerdir memleketin her yeri beyazlar içindeyken
günlerdir ankara bembeyazlar içindeyken
bunlar geldi geçti geldi geçti aklımdan...
oturdum yazdım ben de...
aradan tam 30 yıl geçse de...
neler olmuştu o geride kalan 30 yılda...
ve kimbilir bundan sonra da neler olacaktı...
ne diyordu annesi kızına;
"o olacak,
kaderde ne varsa...
geleceği görmek
elimizde değil...
olacak,
ne olacaksa ...."
olsun bakalım...
buradayız, bekliyoruz, bekleriz...
( murat örem / 09 ocak 2017 / ankara...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder