günü
gününe tam "3" yıl önce,
takvim
2013’teyken
yine
bir 8 şubat’ta,
uzun bir "cem karaca" yazısı
yayınlamıştım
bu blogda…
o
yazıyı merak edenler sağ taraftaki sütundan 2013 yılının şubat ayına giderek okuyabilir…biliyorum , biraz meşakkatli oluyor
artık eski yazılara blogdaki arama motoru kutusundaki isimler kelimeler
üzerinden ulaşmak… çünkü bu yazıların yayınlandığı blogspot portalının arama motoru
aylardır çalışmıyor…sorun muhtemelen tüm bloglar için geçerli…
sevgili
talebem mehmet öztürk’ün, blogspottaki
bu gelgitleri ve keyfilikleri bildiği için yıllar öncesinden sözü var…hocam
siz evet deyin hemen taşınalım bir başka servis sağlayıcısına yine bu isimle...çekmeyelim bu gereksiz kahırları
diyor…hep diyor…insan yaşlanınca yeniliklerden korkar oluyor ya…ben de her
seferinde tamam mehmetim, hele duralım, belki kendiliğinden düzelir, bir şans daha verelim
diyorum…bitmiyor aramızdaki bu muhabbet…
-oysa
hiçbir şey ama hiçbir şey kendiliğinden düzelmiyor…evin bir kenarında bozuk
duran çamaşır makinesi asla üç ay sonra kendiliğinden çalışır olmuyor da ,
tıkır tıkır çalışan buzdolabı bir gün küt diye susabiliyor….-
aslında
insan yaşlanınca yeniliklerden korkmuyor…
insan
yaşlanınca, yeniliklere ayak uydur/ama/maktan
korkuyor…
toplumlar
da öyle….
toplumlar
da yaşlanıyor….
kimi
zaman gerçekten beden olarak nüfus olarak yaşlanıyor toplumlar…
bazı
durumlar ve coğrafyalarda da en çok ruhen yaşlanıyor
toplumlar….
ruhen
yaşlanan toplumlarda neler oluyor ?
herkes
herkesten şüphe eder oluyor…
herkes
herkesten daha bencil oluyor…
vasatlık , erdem oluyor...
"görmedim duymadım bilmiyorum..." diyenlerin
başı hiiç ağrımıyor....
atalarından
, tarihi menkıbelerden fazilet ve feraset örnekleri veren
insanlar günlük hayatlarında dünyanın en
çiğ, en basit canlılarına dönüşüyor….altta kalanın canı çıksın diyor…kendi çocuğu için
dünyanın en insan anne babası olmak için çırpınanlar basit bir veli
toplantısında kendi çocuğunu aklamak için bütün çocukları suçlayabiliyor…kendinden
zayıf olanların karşısında vurup kıranlar , rüzgar tersten esince hemen
küçülüyor küçülüyor küçülüyorlar…
eleştiri
bitiyor ruhen yaşlanan toplumlarda….
eleştiri,
kazanmak veya kaybetmek arasındaki ince çizgi oluyor…
eleştirinin
yalnızca eleştiri olduğunu,
kazanmak
veya kaybetmenin amacı olmadığını
ya
hiç bilmiyor ya da unutuyor
ruhen
yaşlanan toplumlar…
ruhen yaşlanan toplumlarda ;
şiir
daha az okunuyor….
sofradaki tabakların yanına bir dal çiçek konmaz oluyor…
evlerdeki duvarlara tablolar zinhar asılmıyor…müzelerin içinde ölmeyi bekliyor resimler heykeller....
kadınlar
erkeklere erkekler kadınlara, şifreleri çözülmesi gereken
merihli yaratık ve
ehlileştirilmesi gereken vahşi at muamelesi yapmaya başlıyor…
televizyon
ekranlarından içeri ha bire silah sesleri, vurdu kırdılar, bağıran adamlar boca
ediliyor…
insanlık
ortak paydası unutuluyor…
çocuklar
tabletlerin, kompitürlerin , ekranların arkasına saklanıyor…
babalar
çocuklarına hikaye anlatmıyor, onların hayallerini dinlemiyor…
anneler
televizyon karşısında ömür çürütüyor ve çocuklarına anlatacak umutları
hedefleri kalmıyor…
sevmek
ve nefret etmek, hatta yok etmek arasında incecik bir tül kalıyor…
bir eşikten öbürüne hemen
atlayıveriyor kadınlar erkekler…
ruhen
yaşlanan genç bedenli toplumlarda herkes herkesi bir şekilde suçlamaya hatta yok
etmeye alesta bekliyor…çünkü yaşlanmanın , yaş almanın o kendine özgün
dinginliği de görülmüyor yalnızca ruhen yaşlanan toplumlarda…
bedeni hala genç kalan ama hiçbir
beklentisi karşılanmayan , ruhunu törpülemek için hiçbir sanatsal çaba içinde
olmayan genç bedenler , yaşlanmış ruhlarıyla sürekli kavga içinde geçiriyorlar
ömürlerini….
kavga o kadar büyüyor ki kişiler kendilerini
herkesin ve
her şeyin ya çok üstünde ya da çok altında görür oluyorlar…
oysa
insan olmak arasında bu kadar keskin ayrımlar yok…
fakat
kendine emek veren insanla,
kendine
boş veren insan arasındaki makas
ürkütücü
derecede açılıyor açılıyor açılıyor….
söyledikleri,
ürettikleri, yapıp ettikleriyle var olamayan bunun için çaba harcamayan
milyonlarca insan, bu kez atadan babadan elde ettikleriyle, kazandıklarıyla , hatta yetiştirilmesinde hiçbir emeğinin olmadığı insanlarda ve evlatlarda bile izansızca hak iddia edebiliyor…
kötülüğün hem de hiç zekice olamayan cahilcesi bile kol geziyor…
*******
günü
gününe tam "3" yıl önce,
takvim
2013’ü gösterdiğinde
yine
bir 8 şubat’ta,
bir
başka cem karaca yazısı
yayınlamıştım
bu blogda…
birkaç
gün önce de yine ve yeni bir barış manço yazısı daha…
şimdi
de
2004’teki ölümünün üzerinden 12 yıl geçmişken
bir
daha yazıyorum cem karaca hakkında…
biliyorum
,
kimsenin
vakti yok durup ince şeyleri düşünmeye…
ödenmesi
gereken ev taksitleri var…
alınması
gereken plastikler, arabalar, intikamlar var…
suçlanması
gereken insanlar var…
ama
bakılacak aynalar yok…
aynalar
ne için var…
çiğ sarıya boyanmış saçlar için mi var…???
kendi
yüzüne de bakabilmek için değil mi aynalar ?
işte
cem karacalar, barış mançolar
insanın
insan olmaklığı için vardı…
onlar güzel aynalardı...
ve hala
varlar…
anlayana,
anlamak isteyene hala var…
( murat örem / 08 şubat 2016 / ankara…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder