*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500"ziyaret ! *her cümle"5846" sayılı yasa korumasında ! *fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir ! *sağ alttakiküçük dünya?
Kemal Tahir , her zamanki
sözünü sakınmazlığıyla Yorgun Savaşçıromanında savaşın ilk yıllarında özellikle batı
anadolu insanının harp etmeye isteksiz
ve bitap halini öne çıkarmış,resmi
tezle de ters düşmeyi göze almıştır..
Tarık Buğra daha idealize
kahramanlarla anlatmayı yeğlemiştir aynı dönemi...Küçük Ağa romanında dabüyük bir iç dönüşümün , med cezirin tam ortasındaki kahraman Çolak
Salih’tir...
Çolak Salih ve İstanbullu
Hoca kendini bulan toplumun kişi olarak sembolleridir Küçük Ağa romanında...
Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’ysa 1932 yılında yayımlanan Yaban romanında 1.Dünya Savaşında bir kolunu
kaybeden Ahmet Celal üzerinden kurgular söylemek istediklerini...
Yaban romanındaki
unutulmaz cümlelerden biri de şöyledir;
“okumuş bir İstanbul
çocuğu ile
Anadolu köylüsü
arasındaki fark
Londralı İngilizle
Pencaplı Hintli
arasındaki farktan
daha büyüktür.”.....
Bir de şunu derKuvayı Milliye Destanı şiirinde Nazım Hikmet , şahların vezirlerin
yanında piyon olmak zorunda bırakılanlara;
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
«Seni biz değil,buraya gönderenler öldürdü seni...»
Tarih, hamasete teslim
olmadan soğukkanlılıkla aktarıldığı zaman anlam kazanır.
Çok kullanılan, atıf
yapılan bir başka cümle de şöyledir ;
“Ormanların tarihini içindeki
canlılar değil avcılar ,
savaşların tarihini de kaybedenler
değil kazananlaryazar.”
Savaşın iyisi güzeli
olmaz....
ama savaşın haklısı ,
meşruu , vatanını savunmak için yapılanı olur...
Atatürklü Türkiye’nin ve
bu milletin 91 yıl önce yaptığı da
budur...
evlerden ırak olsun , dost da düşman da bilir ki ;
Modernleşmek, asrileşmek
için merkeze batı kültürünükoyan ve
bunu yaparken tarihsel sürecine bilerek bilmeyerekuzak düşentoplumlarda,zaman içinde yöneten
/ yönetilen arasında baş gösterecek çatışma noktalarının kaçınılmaz
olacağı görüşü , hem batıda hem de doğuda her zaman dile getirildi...
Türkiye’de de özellikle
Osmanlı dönemindeki Tanzimatlabaşlayan
ve cumhuriyetle devam eden batılılaşma hamlelerinde karşılaşılacak dirençleri onlarca yıl öncesinden yazıp söyleyenler hem bedeller
ödedi hem dekarşı devrimciler olarak
tanımlandı....
Belki böyle yapılmayıp bu
söylenenlere kulak verilseydi ortaya çok daha iyimser bir gerçeklikçıkarılabilirdi...Hatalar en aza
indirgenebilirdi...Ama, farklı olan her sesin peşinen reddedildiği dahası
düşman bellendiği onlarca yıllık dönemlerde deyim yerindeyse su içten içe
kaynamaya devam etti...
Oysa siyasi yelpazenin
farklı yerlerinde duran Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Oğuz
Atay, Halit Refiğ, Kemal Tahir gibi çok değerli isimler kendi uzmanlık
alanları üzerindengelecekte
olacaklarıanlatmaya çalıştılar...
Kendisi de bir batılı
olan vebundan 113 yıl önce25 Ağustos 1900’da ölen Alman düşünür Fredrich
Nietzsche de benzer şeyler söylemişti doğu batı ilişkisine dair..
Çünkü batı kültürü
değerlerin içini
boşaltmış,
insanı kalıplara hapsetmişti.
Belki Nietzsche’nin bir
çok isimden kesin olarak ayrıldığı yer
sorunu dönüp dolaşıp nihilizme , hiçliğe dayandırmasıydı.
Ona göre nihilizm,
değerin, anlamın ve istenilecek bir şeyin
radikalbiçimde reddiydi.
Sokrates ve arkasından gelenler kendi
çağlarında “insan”ın değerini vurgulamışlardı ama sonrasında olanlar insana
yakışmaz hale gelmiştiNietzsche’ye
göre...
Nietzsche, nihilizmle
ifade ettiği bunalımıniki yüzyıl
boyunca etkili olacağını söyleyerek –ki bu tarih 2100’lü yıllara kadar gider...-
ileri görüşlülüğünü hatta
kahinliğini de ortaya koymuştu sanki...
Başta din ve devlet
olmak üzeregüçlü unsurların
tanımladığıyapaybir uygarlıkta değerlerin değersizleşmesi
kaçınılmazdı
Nietzsche’ye göre...
İnanç gibi, ahlak gibi
kavramların arkasına saklanan , insanları robotlaraçeviren kültürel yapı ancak “değerlerin
yeniden değerlendirilmesiyleaşılabilecekti.
Yeni bir müzik için yeni
kulaklar lazımdı.
O yüzden felsefeyi
çekiçle yaptığını söylemişti Nietzsche.
Bu çekiçle insanı
kişiliksizleştiren bütün düşünce ve uygulamaları yıkmayı amaçlıyordu
Nietzsche...
İnternette yazan her şeye
sorgulamadaninanmak gibi gittikçe
yaygınlaşan bir alışkanlık , tembellik ve cahilliğin hüküm sürdüğü günümüzde
Nietzsche’ye atfedilen sözlere de daha dikkatle bakmamız gerekiyor.
Köklerinden koparılmış
veya ona(da) atfedilmiş onlarca cümle müsveddesi bugün sanal ortamda Nietzsche
imzasıyla kol geziyor. Günümüzde içine sıkıştığımız düşüncedarboğazından Nietzsche’yi de daha iyi
anlayarak çıkabiliriz , onu da çağın “yalancı enformasyon” ruhuna kurban
ederek değil...
Çünkü Nietzsche de önce insanı
insanca anlatmıştı...
Ölümünün 113. yılı vesilesiyle hatırlatmak isteriz....
Yüzyıllardır,doğunun hurafeleriyle çarpışa çarpışa batılı
da olmayaçalışırken derin iç
huzursuzlukları yaşayan yerdesiniz...
Bir
başka ifadeyle; Batıdasınız da....
Doğu
batı kavramlarını anlatmayı başka zamana bırakalım ve söze şöyle başlayalım ;
21.
yüzyılın en büyük masallarından biri de küreselleşme ya da globalleşme
kavramı oldu...
Bu masalda
daha da ileri gidenler , son on yirmi yıldır dünyayı herkesin herkesten
haberdar olduğu bir köye benzettiler...
Bu
benzetme söyleyenlerin de dinleyenlerin de hoşuna gitti...
Evet,
ulaşım ve iletişim anlamında dünyamız bir köy gibi oldu...
Bilenler
bilir , sosyoloji bilimine göre köylerde hayat çok fazla gözetim altındadır...
Köy bir
yanıyla emek odaklı üreticidir ama öte yanıyla da insanı ve ilişkileri tüketir
çünkü neredeyse bütün hareketleriniz bilerek ya da bilmeyerek gözlem altındadır
köylerde...
İşiniz
ilişkileriniz aşklarınız kavgalarınız sevinçleriniz gizli saklı kalmaz, kalamazköylerde...
Her şey
kalabalıklar içinde yaşandığı için birey
olmak aklınızdan çıkar gider ve kalabalığın içinde kaybolmanızın en güvenli yol
olduğunu söyler size zihniniz köylerde...
Hayat
renksizdir ama nispeten tehlikesizdir de...
Köylerin
biraz daha irice olanlarına Türkçede kasaba veya ilçe deriz...
Kasabalarda
ilçelerde hayat daha da tüketicidir...
Hem köy
kadar toprakla üretimin getirdiği meşguliyet ve yorgunluk yoktur hem de zamanın önemli kısmı kimin nerede ne yaptığına
harcanır ...
İnsanlar
da yine birbirlerini acımasızca gözlerler...
Kentlerin
farkı ve büyüsü buradadır işte...
Kentlerde
ayakta kalmak için tanıdık birinin oğlu ya da kızı olmanız bir yere kadar işe
yarar...
Daha çok kendi ayaklarınız üzerinde
durmanız , birey olmanız gerekir kentlerde...
İlişkilerin
ve denetlemelerin daha seyrek olmak zorunda kaldığı kentlerde doğal olarak
birbirini gözleme ve hüküm verme imkanı da azalır...
Bu durum kişiye hem bir özgürlük duygusu
hem de uzunca bir süre yalnızlık duygusu verir...
Çünkü
hastalandığınızda parasız kaldığınızda sizi tanıyan ve koşulsuz sahip çıkan
birilerinin sayısı çok çok daha azdır kentlerde....
Bu
başlangıç cümlelerini şunun için kurdum sözün başında....
Buraya
niye geldiğinizi kendinize bir kez daha esaslıca sorun istiyorum...
Hayatınızın
bir döneminde Türkiye’de olmak duygusu mu getirdi sizi buralara...Herkesin
yaptığı bir işi yapma duygusu mu...Zaman geçirme duygusu mu ? Başka bir şey mi
? Bir kültürü tanımak mı ?
Oryantalist
bir bakış açısı mı ?
Herkes
bu soruların cevabını zihninden verirken ben devam edeyim....
Einstein
ki dünyanın çok önemli bilim adamıdır çünkü söyledikleri biz sıradan insanlar
için de anlamlıdır , şöyle demiştir
neredeyse 70 yıl önce ;
“ ne
hazin bir çağda yaşyoruz, bir atomu parçalamak önyargıları aşmaktan daha
kolay....”
İnsanın
en ahlaksız taraflarından biri de önyargılarla kuşatılmış olmasıdır...
Bu
önyargıyı ailemizden , okulumuzdan , iş yerinden , özellikle medyadan,kısaca hayatın her yerinden alabiliriz...
Bizi biz yapan değerler !!! aslında
önyargılarımızın toplamıdır...
Ve sanılanın aksineaslında önyargılarımız bizi biz yapmaz...
Daha doğrusu insan yapmaz....
O
köylerin kasabaların içindeki aylak ve dedikoducu insanlara benzetir biziönyargılarımız... ...
Bu
yüzden önyargılarımızı ne kadar fazla sorgularsak, hayatı ve kendimizi de doğru
tanımlamış oluruz....
Bu
topraklara geldiniz ve daha gelmeden kafanızda fikirler vardı...
Bu fikirler aslında önyargılarla pekişen
kavramlardı...
Ve
havaalanına indiğiniz andan itibaren bu önyargı düzeneği çalışmaya başladı...
Dünya
tarihi bize önyargılarla kuşatılmış binlerce kötü olayı anlatabilir...
Siz
amerikalılar , avrupalılar şöylesiniz böylesiniz diye
onlarca olumsuz cümle kurabilirim....
Siz de
tersini kurabilirsiniz....
Oysa bunların çoğu tam anlamıyla klişedir
ve size doğruyu kesinlikle göstermez...
Kalabalıkların önyargılarıdır bunlar...
Ve çok tehlikelidir....
İşte bütün
bunları aşmanın yolu daha çok soru
sormaktır...
Soruyu
sorup cevabını sakince ve önyargılardan uzak biçimde beklemektir...
Okuyup
yazdıklarınızı konuştuklarınızı hatta düşündüklerinizi süzgeçten
geçirmenizdir....
Burada
geçirdiğiniz zaman dilimi içinde zihniniz kıyaslamalar da yapacak...
Burada
böyle, ülkemde böyleydidiye
diye...
Bunları
yapmaktan korkmayın ama asla hemen bir
karara varmayın...
Bekleyin...
Bir
çayın demini alması için nasıl zaman gerekiyorsa
fikirlerin
de demini alması için bekleyin....
Biz Türkler
çayı demleyerek içeriz...
Poşetler
içinde sallanan çayların lezzetini sevmeyiz...
Çünkü
haşlama diye tabir edilen çayla demlenen çay arasında çok fark vardır ...
Fikirlerin
de demlenmesi bu yüzden çok önemlidir....
George
Orwell 1984 isimli romanında şunu anlatmıştır özetle ; öyle
bir çağ gelecek ki insanlar bir büyük abinin (!) gözetiminde , baskısında
yaşarken nefes alışları bile takip edilecek...
Bu roman
onlarca yıl önce yazıldığında distopik bir olgu olarak görünse de bugünü iyi öngörmüş
bir kitaptır...
Düşününce
yazılanların ne kadar haklı olduğunu görebilirsiniz...
İstendiğinde
bir tuşa basıldığında hepinizin günde ne kadar para harcadığı , internette nerelerde
gezdiği, ne yapıp ettiği saniyeler içinde çıkarılabilir...
Bu yapılıyor
da zaten...
Hem de
ruhumuz bile duymadan...
Gördüğünüz
gibi dünyamız hakikaten bir köy olmuş durumda.....:))))
Ama
nasıl bir köy...
Ama
nasıl bir koy....:)))
İşe Orwell
‘ın romanı tarafından bakıldığında çok karamsar olma ihtimalimiz kesindir...
Aynı
dönemde Aldous Huxley daha farklı bir şey söylemiştir ; dünya ilerleyen günlerde
Orwell’in anlattığı gibi çok despotik ve ürkütücü bir yer olsa bile bunu
yapanların metodları bence daha farklı olacak...
Orwel’in
romanındaki gibi korkutarak yapmayacaklar bunu...
bilgiyi
beynimize vura vura anlatmak yerine ortalığa bilgi diye, sanat diye, estetik
diye, kültür diye binlerce kavram sunacaklar ve biz sıradan insanlar bu
keşmekeşin içinde istesek de doğru ve güzele ulaşmada kaybolacağız....
Ve
beyni uyuşturulmuş insanlar olarak bunun farkına varamayacağımız için ayağa da
kalkamayacağız...
Bu konu
böyle uzar gider...
Şimdi
bu konuşmamın ardından bir kez daha düşünün...
Başınızı
yukarı kaldırın, gözlerinizi tavana dikin ve en temel soruyu sorun;
Ben ne kadar insan olabilirim...
Ben ne kadar kalabalıklardan
uzaklaşabilirim...
Ben nereden başlayabilirim....
Dilerim
ve umarım ki burada geçirdiğiniz zaman dilimi içinde bu soru beyninizde hep bir
kıymık gibi durarak sizi rahatsız etsin...
Ülkenize
döndüğünüzde de rahatsız etsin...
Ve oraya gittiğinizde içinde yaşadığınız ülkenize
de bu sorularla bir kez daha bakın....
Ve yine
dilerim ki , sorularınız sizi ölene dek huzursuz etsin..
Çünkü
dünya daha güzel bir yer olacaksa, bu
yalnızca huzursuz insanların o tatlı huzursuzluklarıyla olacak....
Evet ,
zor bir dünyada yaşıyoruz....
Evet ,
ahlaksız bir dünyada yaşıyoruz...
Hayat
bize her şeyi düzeltme gücü vermeyebilir ....
Ama
bilin ki bir şeyleri iyi kötü düzeltmenizin tek yolu kötü giden bir şeylerin
farkına varmakla başlar....
Bunun
tek yolu budur....
Bu
konuşmayı zihninizebu tarafıylakaydedin....
Hepinize
tekrar hoşgeldiniz diyorum...
Hepimiz
bir yerlere hoş geldik ama bomboş geri dönmeyelim....
Hayatı,
bir
tel cambazı dikkatiyle yaşayan,Alper Beşe’nin tarifiyle , şiirini
de incecik bir tel üzerinde ilmek ilmek örmeyi yeğlerken sanki hep acemi kalmayı isteyen büyük bir
ustaydı Turgut Uyar....
Turgut
Uyar, bütün mümkünlerin kıyısında geçireceği hayata 4 Ağustos 1927’de
başlamıştı...
Ölümü
de aradan 58 yıl geçtikten sonra 22 Ağustos 1985’te oldu...
Ferhan
Şensoy , artık bir dünya klasiği olan ferhangi şeyler oyununun bir yerinde
şunu dedi çok uzun yıllar boyunca bir taraftan da sazını çalarken;
"ağustos
yirmi iki, dediler "ustan
ölmüş",
çok
komiksin azrail, turgut uyar ölür mü?
Farklı
atılan adımları yok saymak isteyenlere inat, bağırıp çağırmadan, sessiz, sakin
ve çok kararlı bir tavırla yaşadı 58 yıllık
ömrü Turgut Uyar...
Sonra
sonra bu tarzdan uzaklaşsa da ilk
kitabına adını veren Arz-ı Hal in bir yerinde dünyadaki alçakgönüllü yerini şöyle anlatmıştı
Turgut Uyar:
Arz-ı
Hal yayımlandığında Turgut Uyar 22 yaşında çok genç bir subaydır ve Garip
akımından etkilenmiştir.
Turgut
Uyar askeri okullarda devam ettiği eğitimini Askeri Memurlar Okulu’nda tamamlamış
ve personel subayı olarak orduya katılmıştır.
Sonra sonra bu mesleğin kendisine çok uygun olmadığını hissedecek ve 11 yıllık görevin ardından 31 yaşındayken kendi
isteğiyle ordudan ayrılacaktır...
Uyar’ın
özellikle 1950’lerden altmışlara gidilen dönemde yazdıkları, onun bu dünyaya
neden uyum sağlayamadığı konusunda fikir verecek kadar nettir. Turgut Uyar daha
çok iç dünyasına eğilen, orada duyduğu sesleri, gördüğü renkleri biraz da
mırıldanır gibi dışarı taşımayı yeğlemiş
bir şairdir çünkü...
Turgut
Uyar’ın ilk iki kitabı Arz-ı Hal ve Türkiyem’de topladığı şiirlerinde hece
ölçüsü ve toplumcu duyarlık göze
çarpar. Orhan Veli ve arkadaşlarının etkisi vardır şiirlerde. Bir
yaklaşıma göre, Garip akımı, şiire belli bir anlayış getirmek yerine eski şiir
anlayışını yıkmaya yönelmiş ve işlevi bittiğinde de rüzgarı azalmıştır...
Garip
akımını bu kadarla sınırlandırmak şiir tarihimize haksızlık etmektir. Garip’in
başka bir etkisi daha olur Turgut Uyar ve kuşağı üzerinde. 1950’lerin
ortalarına doğru, ki artık Orhan Veli’nin kendisi yoktur bu dönemde ama Garip akımının açtığı yolla kavramlar, sınırlar değişmiştir. Aşırı
serbestliğe, düzyazıya ve konuşma diline
daha çok yönelen bir şiir görüşü egemendir artık.
Turgut
Uyar’ın da içinde bulunduğu kimi
şairler biraz da bu açık anlatıma tepki olarak, örtük, dolaylı, içinde
göndermeler de barındıran yeni bir şiir yazmaya başlarlar…
Edebiyatçı,
eleştirmen ve yayıncı Muzaffer İlhan Erdost, o tarihte
çoğu birbirini tanımayan genç şairlere, şiirlerindeki ortak noktalardan yola
çıkarak İkinci Yeni Şairleri
adını verir.. Türk şiirinde yeni bir akımın ismini koyma önceliği Muzaffer
İlhan Erdost’un olmuştur....Erdost, Garip
akımını Birinci Yeni olarak kabul ettiği için arkadan gelenlere ve yeni şeyler
söyleyenlere İkinci Yeni adını vermiştir ...
Edip
Cansever, Cemal Süreya, Ece Ayhan ve Turgut Uyar bu
akımla anılan şairlerin başlıcaları olur....Sözcüklerin çağrışım gücüne
fazlasıyla önem veren, onları günlük dildeki anlamının dışına, deyim yerindeyse
sokağa çıkarmayı önemseyen bir şiirdir yazılan...
Söyleyişleri
ilk başta zorlama gibi görünür bu şairlerin. Zamanla hepsinin üslubu oturacak ,
yolları farklılaşacaktır. Yıllar içinde yaşanan
kırgınlıklara inat yine de dost kalmayı başaracaktır bu şairler...
Bir
şiir akımının üyeleri gibi organize davranmadıkları, ortak bir bildirileri
olmadığı için kimilerine göre İkinci Yeni bir akım değildir. Oysa,
bugün bile hala üzerinde söylenecek çok söz varsa, Turgut Uyar’ın da uzun bir
dönem içinde göründüğü İkinci Yeni , önemli bir şiir akımı olarak çoktan
edebiyat tarihindeki yerini almıştır...
Uyar
1959 yılında Dünyanın En Güzel Arabistanı’nı yayımlar.
Kitap,
İkinci Yeni’nin simge ve kült olmuş şiirlerinden olan Geyikli Gece ile açılır:
“Halbuki
korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her
şey naylondandı o kadar
Ve
ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama
geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz
çocuklar gibi korkuyorduk.
Geyikli
geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil
ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin
asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi
vakitten kurtaracak
Bir
yandan toprağı sürdük
Bir
yandan kaybolduk
Gladyatörlerden
ve dişlilerden
Ve
büyük şehirlerden
Gizleyerek
yahut döğüşerek
Geyikli
geceyi kurtardık
Evet
kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç
ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç
güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde
gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların
kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra
şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir
bilmez geyikli gece yüzünden”
Korkularını,
korktuğunu da hiç gizlemeden anlatır Turgut Uyar Geyikli Gece şiirinde. İnsanın,
insan olduğu için korkularını kabullenmesi gerektiğini ve kendine
yabancılaşmasını dile getirir.
Her
şeyin sahte olmasından korkmak çok insanidir, asıl korkmamak kişiyi insanlıktan uzaklaştıran bir şeydir
Turgut Uyar için.
Korkusu
bireysel değil toplumsaldır Uyar’ın. Geyikli Gece şiiri gibi yazıldığı
dönemde fazla bireyci ve anlaşılmaz bulunan şiirlerinin aslında derinden derine
çok ciddi bir muhalefeti dile getirdiği
zamanla daha iyi anlaşılacaktır Turgut Uyar’ın....
Cumhuriyet sonrası doğan
kuşağın genel havası ve özgüveni vardır Turgut Uyar’ın ilk şiirlerinde de...
Heyecanlı, hevesli, ülkesinden ve kendi geleceğinden umutludur.
Ancak yıllar ilerledikçe
toplum hayatında baş gösteren gelgitler
umutlarını boşa çıkarır...
Köy-kent ilişkisinin
bozulduğu, üretimde emek yerine rantın ağır bastığı, doğuyla batı arasında
sıkışıp kalmış bir toplumun
dalgalanmaları, düşünen bir çok insan gibi Turgut Uyar’ı da yorar ve
umutsuz bırakır.
Yerine oturmayan şeylerin
ağır bastığı ama bunlarla yüzleşmek
yerine yok sayıldığı bir hayatın içindedir..
Her şeyin fiyatını bilen ama
değerini önemsemeyen bir çağın geldiğini ilk hissedenlerdendir Turgut Uyar.
İnsan’ın ortadan kalktığı,
para kazandıran makinelerin emekten daha
kıymetli olduğu , iki kutuplu dünya
senaryolarıyla insanların hatta devletlerin bile kendini güvensiz hissettiği bu dönem , aynı
zamanda Turgut Uyar imzalı Dünyanın En Güzel Arabistanı
kitabının da habercisidir....
Turgut
Uyar, Türk şiirinin en yalnız
şairlerinin başındadır yaygın görüşe göre. Uyar’ın yalnızlığı
geçimsizlikten aykırılıktan ziyade, istenen tercih edilen bir durumdur.
Yalnızlığını
giderecek birilerini aramaz ama buna ortak olabilecek insanların izini sürer.
Ortak olunabilecek, paylaşılabilecek bir şeydir yalnızlık Turgut Uyar için.
Üstelik, paylaştıkça azalmak yerine artan ve
dünyaya dair umutlarını daha da azaltan bir şeydir, gariptir ki…
Eski Kırık Bardaklar adlı şiiri hissettiklerinin farklı arz-ı halidir Turgut Uyar’ın...
İşte bak bu ellerimle
yalnızım bu inanmazsan bak
Bu saçlarımla bu iyi
giyimlerimle paralarımla
Sen varsın ya sen çoğu kez
yetmiyorsun
Uzakta mısın sen misin
söylemiyorsun
Bakışın mı eksik dudakların
mı anlamıyorum
O adamlar geliyor aklıma
karanlık iri yarı
O gemiler ipleri yelkenleri
dümenleri dökük
Unuttuğum kırlangıç kuşları
kırık bardaklar
Bir ahşap evde taşlıkta yaz
günleri bilmesem
Bir testiden soğuk soğuk
sular sızdığını bilmesem
Güç dayanırım
Bu durum tek başıma beni
suçlandırıyor
İşte gör sabah akşam
başucumdayım
Bakın bu ikide birde bozulan
güneş
Bu durup dururken sokan
yılan
Bu kırık bardaklar
çöplüklerde
Aşkın şiirin ölümün en
kolayına gitmek
Caddeleri sevmediğim
kadınlarda yitirdiğim
Biliyorum sebebini bir bir
biliyorum
Öyle kolay kendisi
kurtulması söylemesi öyle kolay
Kolaylığından sıkılıyorum
Kurtulmak elimden gelmiyor
Turgut
Uyar, Tütünler Islak’ı yayımlar 1962 yılında. Soyut, halktan kopuk,
okunması zor olan bir şiir geliştirmek için yazıyormuş gibi görünse de hareket noktası gerçek
yaşamdır.
Şair
İsmet
Özel, o yılların Turgut Uyar’ını ve koşullarını şöyle anlatmıştır(!) ; “Uyar, o dönemde Birinci sigarası içiyordu ve yine o
yıllarda tütünler gerçekten ıslaktı…”
1960’lar,
şiir üzerine çokça kafa yorulan Türkiye’nin sorunlarının da geçmiş dönemlere
göre daha rahat konuşulduğu yıllardır….
Turgut
Uyar, her kitabında yeniliklere yönelen ender şairlerden olmuştur.. Bir yerde
durup krallığını ilan etmekten, şiirde usta olmaktan ısrarla kaçınan bir hali
vardır. Bu yanıyla çağdaşı olan bir çok şairden ayrılarak çok düzgün ve
hazmedilmiş bir yerde durmuştur Turgut Uyar.
1955’te
yazdığı Korkulu Ustalık başlıklı yazısında çok önemli şeyler
söyler Uyar; “Bir yenilik, bir akım ne zaman eskimiş olur? Ne zaman tazeliğini
yitirir? Ne zaman o ortalıkta o akımın ustaları çoğalırsa yahut türerse, ortaya
bir akımın ustası çıkarsa, o akımda yapılabilecek her şey yapılmış demektir.
Ustalığının rahatına ermiştir.
Usta
olmaktan korkunuz diyorum.
En
büyük ustalık acemi olarak kalabilmeyi bilmektir ”
1957 tarihli Dikiş
Payı’nda da benzer bir tutumunu dile getirir ve şunu der Uyar: “Dört başı dikili, kusursuz şiirler
yazanlardan yana değilim. Yanılmayan ozanı iyi ozan bellemiyorum. Bir şiiri
herzeden, saçmalıktan, düttürülükten ayıran fark son direncine kadar
gerilemeli, zorlanmalı, kıl kadar olmalı bu fark. Emek verilmiş, özden bir
saçmalık yazanı, o tekdüze mırıltıları
yazandan daha çok ozan sayarım. Yanılabilmeyi övüyorum.”
Turgut Uyar, askerlikteki
istifasından sonra
girdiği Seka’nın Ankara
şubesinden emekli olarak İstanbul’a taşındığında yıl 1968’dir. Bu aynı zamanda, Turgut Uyar’ın umutsuz ve
huzursuz şiirlerinin çoğaldığı Her Pazartesikitabını yayımladığı tarihtir.
Ankara’dan İstanbul’a
geçiş ve Her Pazartesikitabının
içinde yer alan Yenilgi Günlüğü
şiirinde başkent Ankara Turgut Uyar’ın simgesel dünyasında farklı
yerdedir…Kuruluş yıllarında yalnızca kendine yaslanarak ayakları üstünde
durmaya çalışan bir ülkenin, zaman içinde
başkenti de dahil ekonomik ve siyasi anlamda çok bağımlı olmaya
başladığını düşünür Turgut Uyar.
Bu noktadan itibaren de
düz politik şiir yazmadan da politikaya gönderme yapılabileceğini ortaya
koyar şiirlerinde ...
Dünyanın En Güzel
Arabistanıve Tütünler Islak’ta belli bir bütünlük kuran Turgut Uyar Her Pazartesi’de buna
ihtiyaç duymaz. Kaosun içindeki birliği okuyucunun algısına bırakır. 1960’lı
yılların ikinci yarısından itibaren ‘yenilgi duygusu’ Turgut Uyar için tekrarlanan bir kader ve dönüşü olmayan bir
yoldur sanki .
Daha önce Tevfik
Fikret’te görülen direnerek, sözünü söyleyerek yenilgiyi kanıksama ve kabuğuna çekilme
tavrı, Uyar’da da karşılığını bulmuştur. O da Tevfik Fikret gibi şiirde daha
soyut bir dile yönelir ama şiire küsmez.
Aksine, hayattan
kaçtıkça şiire sığınır....
Bir de yılların
arkadaşı olan alkole...
Penceresinden yaslı
yaslı izlemektedir gelen sarı günleri Turgut Uyar.
Sarı renk ünlü ressam Van
Gogh gibi Turgut Uyar’ın da üstünde kalan bir hüzün bulutudur sanki.
Haftanın günlerinin dökümünü yapar Yenilginin
Günlüğü kitabında....
Pazartesiden itibaren bütün günleri yazdıktan sonra tekrar pazartesiye döner.
Hayatın içindeki yenilgi adeta sonsuzdur.
Yunan mitolojisinin iki
kahramanı Sisifos ve Promete gibi yenilgi tekrarına mahkumdur Turgut Uyar
da....
Turgut
Uyar, Dünyaya alışmadım / Kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz...diyecektir
şiirlerini topladığı kitabına da ad olan
Büyük
Saat şiirinde.
1970
yılında, çeşitli çevrelerde geniş yankılar uyandıran kitabı Divan’ı
yayımlar... Kitabı klasik edebiyatımızdaki örneklerine uygun düzenleyen şair,
naat, münacaat, gazel, kaside, rubai gibi biçimlerden yararlanır. Doğu-batı her
çekişmesinin gündemde olduğu o günlerde (de) , yazar Kemal Tahir, Divan’ı, batılı biçimler karşısında geleneğe
dönüldüğü için coşkuyla selamlar.
Oysa
Turgut Uyar geleneğe yaslanmayı aklından geçirmez. Yabancılaşmanın bir başka
biçimidir onun Divan’ı....
Yaygın
olan görüşe göre Turgut Uyar, ne geçmişte kendisine yaslanacak duvar bulmuştur
ne de şimdide tutunacağı bir dal aramıştır.
Geleceğe
dair umutsuzdur.
Yaşadığı
zaman, bir çeşit kendilik zamanı, bir öz-zamandır.. İçine tam anlamıyla
nüfuz edilmedikçe etkisi ve tadı zor anlaşılır bir şiirdir Uyar’ınki. Zaman
kavramını eğip bükerek kendince
kullanması ve insanın varoluş sorunlarını şiirine taşıması , Turgut Uyar’ın
yirminci yüzyılın düşünürlerini iyi takip ettiğinin de gösterir okuruna...
sonunu bulmuşken duvarları
boyadık
o zaman biraz serpinti idi
yağmurun adı
kimdi nerede idi o büyük
anahtarcı
gemiler geldi geçti bir türlü
bulamadık
Bir
rubaide böyle der Turgut Uyar sonsuz arayışını dile getirmek, tanımlamak için.
Bir
gazelinde ise bir sürekli kaşınmadır yaşadığım / törelere ve alışkanlığa karşı /
geldim gittim geldim bir şey bulamadım / üzüldüğüme ve yorulduğuma karşı diyecektir.
Turgut
Uyar’ın 1974 yılında yayımladığı Toplandılar, bir kitap olmaktan çok şairin not defteri
gibidir.
Şimdi bu her şey nedir
dükkanların borsaların
bankaların adı ne
yeşilin tadı hani gölün sevinci nerde
şimdi durup dururken nedir bu
gündüzü hızlandıran, geceyi bölen öfke der kitabında.
Kimi
zaman upuzun kimi zaman kısa dizelerle ama hep kesik kesik, kopuk kopuk dile
getirir acısını.
12
Mart 1971 askeri muhtırasının grilik ve haki yeşili onu da etkiler. Ülkenin
içine sürüklendiği koşulların sonucunda dili daha soyut bir hal alır. Uyar’ın yine aynı kitapta
“Gazete”
üst başlığıyla yer alan şiirleri de bir
çeşit görsel şiir denemeleri gibidir..
Turgut Uyar’ın 1982 tarihli kitabı Kayayı Delen İncir, kısmen daha kısa şiirlerden oluşur. Anlatımı biraz daha
yoğundur bu kitapta. Toplandılar’daki düzensizliği
kendince bir düzene çeviren ve
yaşananlara siyasal göndermeler içeren bir kitaptır Kayayı Delen İncir.
Bir şiirinde
"ben bir gün giderim ki
neyim kalır
eksik bıraktığım herşeyim kalır"
demiştir Turgut Uyar…
22 Ağustos 1985 tarihinde
öldüğünde 58 yaşındadır.
Altmışlı yaşlara ulaşamadan ölen
ve sayısı epeyi kalabalık olan şairlerin, dostlarının yanındadır artık.
Şair İlhan Berk yıllar önce
şöyle demiştir;
"ben dahil hepimiz turgut uyar okumalıyız"…
Bir dönem eşi olan ama öncesi ve
sonrasında hep dostu kalan edebiyatçı Tomris Uyar şu güzelim cümleleri
kurmuştur Turgut Uyar için; “onu
hep hırçın olmayan, gevşek olmayan, kül yutmayan, ne yapmak istediğini çok iyi
bilen ve çok iyi yapan, sessiz/hoşgörüsüz, sevecen/ hoşgörülü, ciddi ve güzel,
engin bir insan olarak düşüneceğim”
Türk Şiirinin Üvercinka’sı
Cemal Süreya, İkinci Yeni’deki yol arkadaşının ölümünden sonra şu şiiri
yazar Turgut Uyar başlığıyla;
ak odada oturur
kapısı penceresinden çok
gözlerinde yıldızlar
serin yerde durur
bir elinde kadeh
öbürünü yarasına bastırır
inşaatan ses gelir
bir şeyi okşar gibidir
uzanıp durmuş mahcup
ışığagöçerin şarkısı
dönülmez dizeler içinde
onunkiler gülaçılır
öldüğü gün
hepimizi işten attılar
Turgut
Uyar, tek başına durarak da çok şeyin tane tane söylenebileceğini göstermeyi
başarmış büyük şairlerinden biri olarak yaşadı.
Turgut
Uyar , 22 Ağustos 1985’te Özdemir Asaf’ın deyişiyle ;
ve
kayığına bindi, yanına bir anlam aldı ....açılıp uzaklara gitti...
Şiirleri
yazıları duruyor, duracak.
Okunmayı
bekliyor her biri…
Okuyun
, okuyun ama internet çöplüğündeki
basitlikleri size turgut uyar şiirleri, aforizmaları... diye yutturmaya
kalkanlara karşı da uyanık olun...
Sizin
alınız al inandım morunuz mor inandım
Tanrınız
büyük âmenna şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı
da caba
Ama
sizin adınız ne benim dengemi bozmayınız
Bütün
ağaçlarla uyuşmuşum kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda
yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama
ağaçlar şöyleymiş ama sokaklar böyleymiş
Ama
sizin adınız ne benim dengemi bozmayınız
Aşkım
da değişebilir gerçeklerim de
Prılpırıl
dalgalı bir denize karşı yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize
iyi niyetle gülümsüyorum hiçbirinizle döğüşemem
Siz
ne derseniz deyiniz benim bir gizli bildiğim var