ankara….
yıl
2000 bilmem kaç…
aylardan
ocak…
çok yorucu, karlı buzlu
geçen haftaların ardından durulmuş gökyüzü…ruhları kendine getiren kış güneşi havada sakince asılı duruyor...sabah ayazında hiç beklemediğim sesin ardından
gidip almışım gitanes kızını şehrin bir ucundan…30yıldan fazla olmuş… ne çok
içerdi o sert gitanesleri… mimar sinan’ın boğaz manzaralı güzel sanatlar fakültesine her
gittiğimde bana da verirdi…modaydı o zamanlar bu sigara…gauloises içerdim
üniversite yıllarında, sevmezdim çingene
kızının kekre tadını ama o hep gitanes içerdi…gitanes kızı da oradan kaldı işte…
kötü geçmiş yolculuğu…yüzünden
de sesinden de belli… önce ıstanbul ardından ankara…arabanın içinde air
france’a ağız dolusu söylendikçe,
müziğin sesini daha bir artırmışım farkında olmadan…bıkmışım artık
insanların söylenmelerinden en yakınımdakiler ve kendim de dahil…eve gitmeden iki lokma yemişiz
daha çoğalmayan sakinliğinde tunalının…eve varınca herkes uykunun
mahmurluğuna bırakmış kendini…bu odan, bunlar “muvakkat” uyku
giysilerin, bunlar da bunlar bunlar demiş çekmişim
kapısını…kendime bir kahve yapmış, internet istatistiklerini incelemiş, ben de vurmuşum
kafayı….
aradan birkaç saat geçince
uyanıp çıkmışız dışarı…sitenin
bahçesinde ellerinde köpek ipleri, ayak üstü laflayan yaşlı teyzeler her
zamanki gibi eni konu süzmüşler…günaydın diye gevelemişim ağzımın
içinde…nerede bizim yakışıklı oğlanlar
demiş içlerinden biri, küçük
kendine tatil verdi, büyük uzaklarda şimdilik demişim…otoparka ilerleyip
koltuğa oturunca ilk hamlede çalışmış kahrımı çeken araç…otomobilin de toz toprak içinde
küstah ve gürültülü ama insanı saran bir sesi var…demiş
kıkırdayarak…hep aynısın, bin tane bela geldi başına, kuyruğu dik tutmaktan
yorulmadın, severken dövmekten de yorulmadın demişim…
trafiğe karışmışız teker teker ilerleyerek….
en sonunda gidip bir
yerde susturmuşum aracın gümbürtüsünü…al sana park, yürüyecek misin, bağıracak
mısın, söylenecek misin, sigara mı içeceksin al sana uçsuz bucaksız park…demişim…biliyorum ben burayı, eski halini
biliyorum, çocukken babam çok getirirdi ,
o zamanlar hep gecekondular vardı buralarda, uçurtma bile uçurmuştum çok, yine
bulur muyuz uçurtma satanları diye sormuş…git allahaşkına, beni böyle abukluklarla
yorma, yeterince taviz verdim koca günümden senin için, allahın şubatında ne
uçurtmacısı diye tıslamışım….tamam
tamam, seninle ne uçurtma uçurulur, ne balık tutulur…seninle habire
inatlaşılır, sen de hiç değişmemişsin onlarca yıl geçse de demiş ve bir
sigara yakmış hemen…sonra bana uzatmış garip isimli beyaz filtreli bir
sigarayı…ben sana gitanes kızı diyorum ama bakıyorum bitmiş aşkınız onunla da, değişmiş sigaranın markası diye iğneli bir cümle kurmuşum, gitanes fabrikasının yıllar önce kapandığını
bile bile…yüzüne çok güzel oturan güneş gözlüğünü yukarı kaldırmış, efendi, şu yaşına geldin, elli bin hengame
yaşadın aşkların bitmeyeceğini öğrenemedin…aşklar bitmez, aşklar ölür !!! hem
gitanes yok artık demiş attığım oltaya
gelerek !!! bitmek ölmeyi de kapsayabilir,
ölmek bitmeyi her zaman karşılamaz ama demişim bilgiç bilgiç…e
yani, yine mi demogoji demiş pis pis sıratarak…demogoji değil demagoji…sen
yıllarca oralarda nasıl yaşadın da bunları bile öğrenmedin, fransızlar öyle mi
diyor diye cevaplamışım, kalın
kalın batırarak kelimeleri…
yürürken yürürken, yerdeki taşa bir tekme savurmuş…taş
yuvarlana yuvarlana havuzun kenarına kadar gidip durmuş…onun tekmesiyle yuvarlanan
taş havuzun kenarında durunca, buradaki havuza mı itmek istemiştim, aylar
boyunca yanımda dolaştırmak hem çok
hoşuma giden hem de birlikte zaman geçirmekten büyük rahatsızlık duyduğum o plastik kere plastik kadını yaz akşamlarından birinde diye
geçivermiş zihnimden bir anda…zihnine
tüküreyim oğlum…artık unut bazı şeyleri…diye mırıldanmışım…bir
şey mi dedin diye bakmış gitanes
kızı yüzüme …evet,
bir şey dedim… ne var, diyemez miyim diye devam ettirmişim aynı pervasız ama içten üslubu, bin yıllık hukukumuza güvenerek…
**********
yine
ankara…
yine
aynı tarih…
yine
aynı iki insan…
onca yıldan sonra, uzun, büyük ve kocaman bir bahçenin
içinde yan yana geziyoruz gitanes
kızıyla elimizde sigaralarla…onlarca yıl öncesine ait eski defterleri
açıp birbirimize yeni borçlar çıkarmazsak, yürüyüşün ardından belki oturup
saatlerce bir şeyler de yer içeriz…belki
günler bile sürebilir onun bendeki konukluğu ve benim zorunlu ev sahipliğim…ben
hala bu şehirdeyim… bitmiş bir ilişkide, o eşik geçilince, bir
erkek bir kadına nasıl uzaktan uzaktan gönülsüzce ve kerhen bakarsa öyle bakıyorum ankaranın
her semtine yıllardır…ama kapıyı vurup çıkamamışım hala…o veya bu
sebeple hala ankaradayım…gitanes kızı ankarada misafir…hem ülkeye hem başkente hem
de bana…zaman ve mekanla da pek işi yok…aslında,
kökleri uzaklarda kalmış bir girit kızı o…endamı boyu posu, kuka
gibi burnu , mütenasip yüzü oralardan, oradaki köklerinden geliyor daha çok…bunu
biliyorum onlarca yıl öncesinden…anne babası artık yok gitanes kızının…eş durumundan ikinci
anne babası da yok çünkü aylardan beri eşi
de yok…bunları bilmiyorum…bunların hepsini yeni öğreniyorum…o anlatıyor, ben
öğreniyorum…ne kadar kolay…biri anlatıyor…biri hemen öğreniyor…keşke hayat hep
böyle olsa…
bir gün her şey sakin
bir nehir gibi akarken başım
çok dönüyor, çok da ağrıyor şakaklarım demiş, fransız kocası gitanes kızına…geçer,
sen şurada biraz dinlen, ben dışarı
çıkıp bir şeyler alıp geleyim demiş
kocasına…ama daha dışarı çıkmasına bile kalmadan bir gürültü duymuş mutfaktayken…sonrası
bilindik şeyler işte…kilisede törenler yapılmış…kızları çok ağlamış…sosyal
devlet maaş bağlamış iki kıza da annelerine de daha haftası geçmeden ölümün…
donmuş kalmış günlerce gitanes
kızı…
o dağın tepesindeki
nemrutun kayaları gibi donmuş kalmış…
ne yemek ne içmek ne
uyku ne ağlayıp dövünmek….
sigara ve kahve…sigara
ve kahve…
bazı günler değişmiş
sıralama, kahve ve sigara olmuş…bir de garip biçimde muz istemiş canı, her
seferinde büyük bir ısırık almış elindeki muzdan ve her seferinde klozete
koşmuş ağzındakini hemen çıkarmak için…
günler günler sonra bilinmedik
şeyler de çıkmış karşısına…yıllarca tahmin ettiği ama yüzleşmek istemediği
bilinmedik şeyler…günlerin birinde o
upuzun nehrin kenarında dalgın ve mutsuz yürürken bir genç kadın yolunu kesmiş ve kocanızın
3 yıldır çok çok çok yakınındaydım, anlarsınız işte ! benimle onca şey yaşarken bile her gün en az
bir cümle kurardı sizinle ilgili…demiş kadın…
kimden bahsediyorsunuz
bile demeden yürüyüp gitmiş hemen kocasının mezarına…iki gül var elimde demiş
kocasının mezarına seslenerek , biri senin biri benim… bu güller kuruyana
kadar buradayım, sonrasında tek bir kez bile, ne seni ziyaret edeceğim ne de seni anacağım
demiş…
gitanes kızı, bunları
bana ağlayarak anlatırken ben yine gökyüzüne bakıyordum ve o parktaki ulu ağaçların altında adım adım
yürüyorduk…ölülerle konuşmanın insanı sağaltıcı bir yanı olmalı , bunu
mutlaka mantık içinde açıklayabilmeliyim diyordum her zamanki duygusuz ve pür
akıl halimle…biz bunları konuşurken, bir anne çocuğunun kaşkolunu çekiştiriyordu boynunu sıkarak ve üşürsen hasta olursun berkecan diye
diye…akşama evde pantomim var , bu kadın
bu çocuğun babasına da gösterecektir sevgisini(!) mutlaka diye hınzırca gülümsüyordum ve gitanes
kızı burnunu çeke çeke ağlıyordu…
günlerce burada kalabilir, günlerce susabilir, günlerce
ağlayabilir gitanes kızı veya bir sebeple zaman neyi gösterse de her an kapıyı
vurup çıkabilir bana da mim koyarak…ikimiz de biliyoruz birbirimizi…ne
ben ısrar ederim kal diye…ne o naz yapar gideyim ya da kalayım diye..herkes
içinden geldiği gibi dangır dungur kurar cümlelerini ve hayat bizi bir yerlere
götürür… çok yıllar önce o iki
yakalı boğazdaki şehirde de olduğu gibi…ankaranın portakal çiçekli parkında adım adım yürürken, zırıl zırıl ağlarken bile bazen gözlerinin önüne düşen kahkulünü
yana kaydırıyor kibarca gitanes kızı ve yine çok yakışıyor o zarif hareketler 30 yıl
öncesindeki gibi…
havada güzel bir kış güneşi asılı hala… ben çok zaman yaptığım gibi
ellerimi siyah parkamın cebine sokup çıkarıyorum …kadim bir şehirde, çınar ağaçlarının altında yağan
kar tanelerini yakalamaya çalıştığımız o gençlik günlerimiz geliyor birden aklıma…ne
çok zaman geçmiş aradan…ne çok yakınlaşıp yakınlaşıp uzaklaşmış insanlar…onca
yıl içinde olan bitenin yüzümüze yüzümüze attığı yumrukların hiçbirini sorgulamadan adım
adım soluk soluk yürüyoruz gitanes kızıyla…onca yıldan sonra…bir
yokuşu çıkıp bir başka yokuşu iniyoruz…bazen birinin dengesi bozulur gibi
olunca diğeri belli belirsiz bir temasla sen düşersen ben tutarım iyi kötü mesajını veriyor…oysa
herkes vakti zamanında o kadar çok düşüp
kalkmış ki…
aklıma o şarkı
geliyor gün akşama dönerken…taaa bin yıl
önce öğrenci evlerinde kalabalık gruplar halinde ders çalışırken dinlediğimiz o
şarkı...gitanes kızının soprano sesiyle inin inip çıktığı türkü formundaki o güzelim
azeri şarkı…
“gözlerin
aladır yar / sanki piyaledir yar
dertlerim
dermanı / başıma beladır yar…”
niye daldın birden diyor
bana
gitanes kızı…
niye çıktın ki o büyülü
derinlikten diyorum ben de ona…
telefonum çalıyor…o
kadar eminim ki o uzun saçlı sesin “neredesin…” cümlesinden….kainatta
bir yerdeyim…demenin bile anlamı yok…
galiba; kainatta bir
yerde olmanın bile anlamı yok, bazı
durumlarda…
(
murat örem / 2016-2017/ 03 mart 2017 / ankara…)
Yazında umarsızlığı, farklı dünyaları, bitmeyen hisleri, özlemleri okudum.
YanıtlaSilBen istesemde hiç umarsız olamadım. Beşlide hastalıklarımın erken ortaya çıkmasının ned molerinden biridir bu. Sanki bir daha gelecekmişiz veya hiç gitmeyecekmişiz gibi bu dünyadan.
Kalemine sağlık dostum. Sen hep yaz iyi mi. 😊
sevgili dostum;
Silhep verilen örnektir ya, her şey bir lastik toptur para, makam, iş şu bu...ama sağlık cam bir küredir...ben babamın ani kaybında bunu dank ede ede anladım...
aman diyeyim sağlığına dikkkat et...
sağlığımıza dikkkat edelim...
hem senin keygin yerinde olmazsa sbf 89 mezunlar grubunu kim derleyip toparlar...
çok sevgim ve selamlarımla biraderim sana ve ailene...
murat...