- resim / leyla aras / 2006 -
bundan bir önceki yazının hemen ardından, çok şeyi görmüş geçirmiş ve ömrü boyunca, iyiyi güzeli hıfzetmiş çok bir
kıymetli okur iki arada bir
derede yorumda bulunmak istedi yazdıklarıma ve artık maalesef daha kısık sesli çıkan
"enseyi
karartmayın.." cümleli çetin altan alıntısına…
telaşlı
bir güneşin arasında ayırabildiğim saniyeler içinde dinledim cümlelerini çok da can kulağı veremeyerek…baktım ki konu
uzayacak o dapdaralmış zamanda, hoş bir
hamle yaparak " siz de bu yorumlarınızı sözlü değil de yazılı yapsanız da diğer
okurlar da yararlansa bu kıymetli görüşlerinizden, biliyorsunuz söz uçuyor yazı
kalıyor hanımefendi..." diyerek psikolojik üstünlüğü ele geçirmeye
yeltendim aramızdaki hukuka da yaslanarak…karşı taraf durur mu , o da " bazen
söz de çok anlamlıdır hatta yazıdan bile…" mealinde cümleler kuruyordu ki
gülümseyerek yoluma devam ettim, aklım diyalogun devam edeceği cümlelerde de
kalarak ve biraz daha gecikirsem alevlerin çıkma ihtimali bulunduğu yere ilerleyerek…
ne
diyordu eskiler ;
ölümlü
kalımlı dünya
gidimli
gelimli dünya….
ölümlü
kalımlı dünyada herkesin bir rolü ve anlamı var işte…
dünyanın her yerinde yüz milyonlar için , kahir ekseriyet için , hayat ,
önemli
olabilme çabasında düğümlenen zavallı bir
bataklık ne yazık ki …
oysa , önemli olmak değerli olmanın karşılığı değil ki…
bir
şirketin , kurumun , yapının, derneğin , kulübün ortaklığın şunun bunun en
tepesinde olmanız, sizi bir süreliğine önemli
yapabilir, kendiniz ve etrafınız için…
ama
yalnızca bir süreliğine…
önemli
olmanın öncesi ve sonrasında değerli olabilmeniz bunlardan bağımsızdır…
çünkü
o tepede bulunduğunuz süre boyunca, etrafınızda öyle bir sahte hale ve hare olacaktır
ki ; kendi sanal öneminizin(!!!) kendi
gözünüzü alması bile işten değildir…
başlayan her şey biter…
önemli olmak mı bitmeyecek sanıyorsunuz…
bitmeyen , nihayetlenmeyen değerli olmaktır…
şunu
sorun kendinize ; önemli olduğunuz günleriniz bir gün geçip gidince bir
değeriniz kalıyorsa o önemli (!!!) zamanlarınızdan, çok da boşa geçirmemişsinizdir ömrünüzü,
ilişkilerinizi…
yoksa
kıymeti yoktur önemli olmanın…
anlamlı
olan , değerli olmaya çalışmaktır…
önemli
olmakla değerli olmak arasındaki fark tuz ve şeker kadar ayrıdır da kimin
umrundadır….bu ayrımı çetin altan milyon kere anlatmıştır
döne döne ama sesi onca kakafoni arasında davulcu yellenmesi gibi gümbürtüye
gitmiştir…
ne
yapalım ki böyledir bu coğrafyada bu işler…
çetin
altan’ın bile yazıp söylediklerinin onca gürültü içinde davulcu yellenmesi gibi
gümbürtüye gittiği bir yerde, bizim
yazıp söylediklerimizin sinek vızıltısı kadar bile hükmü var mıdır ki ???
ne
demişler topal karıncaya, “ sen bu ayağınla nasıl gideceksin ki o
uzaklara ibadet için…” hikaye bu ya ne demiş topal karınca da onlara ; “gidemesem
de o uğurda canımı bile vermeyi göze aldıktan sonra ne gam…”
bizimkisi
de bu hesap işte …
ister
davulcu yellenmesi ister sinek vızıltısı niyetine okuyun…
bir
de alın size unutulmayacak bir çetin
altan yazısı daha…
*******
Yakındoğu toplumlarının geçmişlerinde
resim, yontu, tekke dışı müzik ve kadınların ortak yaşama karışmaları yasaklı
olmasaydı, acaba bu toplumların bugünkü düzeyleri ne olurdu?
Sayısız müze, görkemli tiyatro
yapıları, mermer anıtlar, müzikli lokaller, geniş bahçeler, düzenli konutlarla
yüzyıllar içinde katmerlenmiş zengin bir sanat kültürünün toplumsal zevke
yansıyan birikimi, şimdikinden çok değişik bir görüntü yaratırdı.
Bu toplumlar için sanatın en önemli
sorun olduğuna hâlâ daha inanmak istemeyenler, sanatta yeterince
gelişememişliğin şimdiye dek nelere mal olduğunu sezememiş olanlardır.
Doğru dürüst bir zevk birikiminden
yoksunluk, toplumsal yaşamı hoyrat bir düzensizlik içinde yaşayan çapaçulluğun
kasırgasıyla yamru yumru etmiştir.
Bu çirkinliğin nedenini sadece
fakirliğe bağlamak doğru değildir.
Şayet toplumun özü, yüzlerce yılın
resmi, yontusu, müziği, tiyatrosu ve romanıyla yoğrulmuş olsaydı, tek odalı
konutların bile içinde bir su bardağına konmuş üç beş kır çiçeği bulunurdu.
Toplumsal zevk birikimi, bir anlamda,
“boşluğu” yaşama en uygun biçimde kullanabilmek demektir.
Çanta, dolap, ev yerleştirmekten
başlar, kent yerleşimine kadar uzanıp gider bu birikim.
Boşluğu böylesine kullanma, yüzyıllar
içinde yüz binlerce ressam, yontucu, müzisyen, yazar, düşünür, bilimci, mimar
yetiştirmiş olabilmekle olur ancak...
“Bir
toplum için en önemli sorun sanattır” lafına dudak bükenler, yüzyıllar boyu
sanatla yeterince yoğrulmamış bir insan malzemesinin, neyi ne kadar yapıp, neyi
ne kadar yapamayacağını hiç düşünmemiş olanlardır.
Şayet Yakındoğu toplumlarında, sanat
dalları kısıtlı olmasaydı, bugün okullarda resmi dairelere kadar her yerde,
toplumun yetiştirmiş olduğu ressamların yapıtları, genç kuşaklara sanatın
büyüsünü anlatacaktı.
İki yüzyıllık tiyatrolarda dört
yüzyıllık klasikler oynanacaktı.
Herkes ana dilini çok daha zengin ve
kıvrak kullanacaktı.
Sanatta toplumca kösteklenmiş olmak,
toplumsal övüncü getirip sadece cengâverliğe düğümlenmiştir.
Fatih’le övünmek elbette güzeldir. Ama
gönül isterdi ki Bellini ile de övünebilelim. Bizim de bir Leonardo’muz, bizim
de bir Michelangelo’muz olsun...
Olabilirdi de...
Bunu vaktiyle ne engellemişse, hâlâ
daha o koşullanmaları tam aşabilmiş değiliz... Sanatın ve sanatçıların toplumun
can suyunu oluşturduğuna da bundan ötürü bir türlü tam inanamıyoruz...
Sofrada, su bardağı içinde bile olsa,
bir demet kır çiçeğiyle duvarda iki iç açıcı peyzaja gerek duymadan yaşamaya
alışmışlığın sonuçlarıdır bunlar...
Para fakirliği hepimizin yanıp
yakıldığı konudur.
Zevk fakirliğinden yakınmak ise,
kimsenin aklının ucuna bile gelmiyor.
(ocak 2015 / çetin altan / milliyet gazetesi....)
( murat örem / 28 haziran 2015 / ankara…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder