gepgenç
bir adamdım…
kapkara
, dümdüz , dik dik , havalı saçlarım vardı…
kapkara kere kapkara
sakallarım vardı her gün kesmek zorunda olduğum….
lise
sondaydım çünkü…
marks
gibi ama en çok troçki gibi sakal uzatma günlerim, istanbul yıllarımda üniversitede olacaktı esas...
aklına
koyduğunu yapan , aşık , nemrut , ne istediğini her zaman çok iyi bilen ama daha çok da neyi ve kimleri istemediğini kesinlikle bilen çok çok kararlı bir genç adamdım işte…-yıllar
sonra bu kararlı tarafıma “ saplantılısın
sen, takıntılısın…” diye
mühür bastı sarıdamarlıgelin her tartışmamızda, susurluk
lisesinden aldığı ordinaryüspsikiyatrist(!!!) diplomasıyla…bazen sustum ama
çoğunlukla ağız dolusu söylendim bu
haddini bilmezliğe…söylenmenin ötesine geçip ağır cümleler de kurdum defalarca…pişman mıyım ...sanmıyorum...-
lise
sondaydım…
kapkara
saçlarım vardı…
o
yılların fotoğraflarıma baktıklarında arda ve umur’un her seferinde tatlı
tatlı dalga geçtikleri gibi alnımın çatında birleşen simsiyah kaşlarım da vardı…
yaşıtları
arasında sözü sohbeti pürdikkat dinlenen , konuştuğunda herkesi ağzına baktıran ama bir o
kadar da mesafe konulandım…çünkü cıvık fıkralar anlatamazdı yanımda kimse, kötü
ergen şakaları yapamazdı…kızlardan , yaşıtlarımızdan , kız arkadaşlarımızdan
söz ederken langır lungur cümle kuramazdı…süfli muhabbbetler yapamazdı…basardım
kalayı sustururdum…
baktım ki genç yaşıtlarım sade suya tirit sohbet niyetinde
hadi bana eyvallah der çeker gider kitaplarımın arasına gömülürdüm, bir sonraki
buluşmada herkes kendini toplayana dek…bazı durumlarda da bir basket topunun
peşinde saatlerce güzel basketler
atardım…bir kız kardeşim vardı…onu koluma takar gezdirirdim sokak sokak kızlar için
girilmeyecek yerler de dahil…o zaman da bin yaşındaydım ve açılmayacak bir çok
kapı bin yaşıma hürmeten açılırdı önümde…
bütün bunların yanında üniversite için bir de balıkesir’deki
özgür dershanesine gidiyordum hafta sonları,
susurluk’tan dolmuşa binerek…dershanedeki hocaların neredeyse
hepsi çocukluğumun amcaları teyzeleriydi…çünkü annem babam da öğretmendi
ve hepsini çok yakından tanırlardı…onların arkadaşları
da benim amcam teyzemdi elbette…
dershaneye
gidiyordum diyorum ama sözün gelişiydi bu…
dershaneye
diye gider derslerin çoğunda kitap okurdum…
derslere
ve deneme sınavlarına o kadar özen gösterirdim ki , 20 soruluk testlerde sırf
hemen kağıdı çıkıp vereyim diye cevap kağıdında 20 yerine 25 cevabı işaretlediğim çok olurdu…
5
fazla cevap da cabasından verirdim!!!…
kulakları
çınlasın muhittin çakar hoca bazen koridorda yakalar beni oğlum
babanın parasına yazık derdi…ben de benim de zamanıma yazık hocam
derdim , ama içimden…laf aramızda şu son bir yıldaki travmalar hariç babamın
anamın parasına pek yazık etmedim ben…onlar daha gerçeğini bilir elbette....
dershanede ilk fırsatta dersleri kırardım…
aklıma
ve zekama pek güvenmem çok eskilere dayanırdı çünkü…
bugünün
meselesi değildir o da…
aklıma
zekama ve vicdanıma güvenmem çok oyun
oynadı bana ama çok şükür hiçbirinde tuş olmadım ve kötülerin , cahillerin, basitlerin hep ayağına
dolandı sonunda yaptıkları…çok bunaldığımda var mısın yok musun karar ver diye ettiğim sitemlerde de yaradan kah son anda kah ilk anda hep hızırım oldu…
dersleri
kırınca balıkesir’in bütün kitapçılarında aylaklık eder , cebimdeki üç beş
kuruşla kitap alırdım… cemil meriç nur içinde yatsın ,
“düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı ..” bu topraklarda kitap o
zaman da sıradan insanlar için çok pahalıydı…tuvalet kağıdının gazete kağıdından daha itibarlı olduğu bir ülkedir çünkü burası...
bir
gün sineklerin
tanrısı kitabını almıştım
hatırlı bir paraya…
eve
döndüğümde karı koca öğretmen olmalarına , eve iki maaş girmesine rağmen artık
nasıl bir parasızlık içindeyse taşkın hoca , yüzüme bakıp bakıp evde
bir çok kitap yok muydu bu kitabı niye aldın ,
yine mi kitap aldın ? diye sormuştu da , kalın kalın abdal abdal
bakmıştım yüzüne…
muhtemelen
iki üç de cümle kurmuşumdur aksi aksi…
hayat
bana şunu öğretti ;
karşında
kim olursa olsun ,
sen
sınırlarını geniş çizmezsen
alanını
daraltmak zorunda kalman
an
meselesiydi…
iyi
olmak kolaydı, zor olan adil olmaktı victor hugo’nun da dediği gibi…
daha
zoru da kararlı olmaktı…
kendin
olmaktı…
ömrüm
bu çabayla geçti…
kırılmaktan
çok kırsam da ,
susmaktan
çok konuşsam da
ömrüm
bu hep bu çabayla geçti çok şükür…
hayata
bin şükür…
kendime bin şükür...
işte
o balıkesir’deki dersane günlerinde bazen cumartesi geceleri , ikisi de öleli
çoook zaman olsa da halen pekbiözlediğim selahi dedem ve bedia babaannemlerde kalırdım…
çok
ama çok güzel insanlardı onlar benim için…
bilemem
evlatları gelinleri diğer torunları ne derler haklarında ama benim için çok
güzel insanlardı ikisi de…evlerinde kaldığım geceler o zamanlar 70’ine giden babaannem tespihini seccadesini
bile bir kenara koyar yeni gelin gibi torunları içinde farklı sevdiğini her zaman fazla fazla hissettirdiği bana hizmet etmek
isterdi…dedemle mutlaka bir el tavla atardık…artık yalandan yenildiği çocukluk zamanlarım
geçtiği için kıran kırana atardık pulları zarları…sonra ben, ikisi otururken , bütün gün balıkesir’i tabanı
yanık it gibi dolaştığım için yanlarında uzanmak isterdim izin verirseniz diye
sorarak…
o çok kibar adam ve en çok bembeyaz tiril tiril gömlekleriyle
hatırladığım selahi dedem “ oğlum sen gel kal da bizde istersen
kıçını tavana dik…” derdi… eğer küfür sınıfına sokarsak herhalde bir tek bu küfrü duymuşumdur ömrüm
boyunca selahi dedem’den…e peki sen nereden öğrendin bunca küfürü de
habire ediyorsun yeri geldikçe diye soranlarınız varsa onun müsebbibi
tiyatrocu dayım erhan dilligil derim…
erhan
dilligil dayım da
benim en güzel ölülerimdendir…
işte
dedemlerde kaldığım zamanlarda daha 20’sine bile gelmemiş bir adam olarak hem
babaanneme hem dedeme sevgiyle bakıp içimden de binlerce kez şunu geçirdim ben
yıllarca ;
ne güzel…bir ömrü hızlıca yaşayıp bitirmenin kapısına gelmişsiniz…
benim
önümde koca bir ömür var daha…
nasıl geçecek bu ömür …
bunca yalanın, sığlığın ,
basitliğin içinde nasıl geçecek bu ömür….
hayatında
bir kez bile hayatı sorgulamayan milyonlar için bu sorunun ne kadar absürd
olduğunu hatta tehlikeli olduğunu biliyorum…maazallah içinizden
sarıdamarlı, mavi kanlı, kırmızı akıllı
mordiplomalı çakma bir psikiyatrist daha çıkar da “yaşama sevinci eksikliği
sendromu…” teşhisi bile
koyabilir…
oysa
söylemek istediğim bu değil…
başka
türlü bir şey benim söylemek istediğim…
yoksa
bu hayat güzel…
pek
güzel…
ama
bu insanlarla değil…
ama
bu pespayelik içinde değil…
bu samimiyetsiz ve allahsız ettehiyatülerle değil...
şimdi
ben susacağım ve dünya edebiyatının en büyük isimlerinden çehov anlatacak benim
yıllardır anlayıp anlayıp da anlatamadığım duyguyu tastamam onlarca yıl önceki
vanya dayı oyununda vanya dayının ve sonyanın ağzından;
-bu arada merak edenler için de söyleyeyim
; onca gamsız bir öğrenciydim ama üniversite giriş sınavlarında (1985) hem de
çok parlak öğrencilerin yığıldığı o efsane dönemde , birinci basamak sınavında
puanda da , doğru cevap sayısında da okulda ilk üçteydim…aslında çıkarılan net
doğru sayısında okul birincisiydim de lise başarı puanım yerlerde süründüğü
için bir iki basamak gerilemek zorunda kalmıştım pek de umrumda(!) olarak…bunu
böyle yazıyorum çünkü ömrü boyunca oğlunun başarılarını mırıl mırıl içinden
söylemeyi erdem sanan ama eleştirmeye hazırda bekleyen hocanım eskaza bu yazıyı
okursa hakkaniyetli olmak adına yine bana çakmak zorunda kalmasın , sen okul birincisi değildin diyerek düzeltmesin diye…çünkü onun bu tavrından da artık
kelimenin tam anlamıyla yoruldum…
***************
Vanya
Dayı kültürlüdür,halk
ve toprak adamıdır, sempatiktir, bilime saygısı büyüktür, insanları
sever. Profesör Berebryakov’a yıllarca hayranlık besleyen Vanya’nın en sonunda
ona “…
Sanat hakkında yazarsın, oysa sanattan zerre kadar anlamazsın. O zamanlar
hoşlandığım yazılarına şimdi bakıyorum da beş paralık değerleri yokmuş. Amma da
gözümüzü boyamışsın” demesi bir isyanın ifadesidir…
Sonunda
umutsuzluk ve kokuşmuşluk mahşerinde şöyle mırıldanır Vanya Dayı ;
"Tanrım... 47 yaşındayım;
60 yaşına kadar yaşayacak olsam,
daha
13 yılım var!
13 yıl daha nasıl dayanacağım?
Bu kadar uzun bir süreyi doldurmak için
ne yapacağım?"
Vanya
Dayı’ya Sonya cevap verir:
“Yaşayacağız Vanya Dayı…
Biz daha ne uzun günler, geceler
geçireceğiz;
alnımıza yazılan çileyi sabırla
çekeceğiz.
Elimiz, ağımız tuttuğu sürece dur durak
bilmeden
başkaları için çalışıp didineceğiz.
Ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz.
Çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü,
çok içimizin yandığını söylediğimizde
Tanrı bize acıyacak.
İşte o zaman mutlu olacağız,
şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken
gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz.”
(
murat örem / 21 haziran 2015 / ankara….)
Sevgili Dostum,
YanıtlaSilinsan çocukluğunda, gençliğinde ne kadar çok anı, öykü biriktirirse o kadar çok yaşanmışlık üzerinden hayatını farklı bir biçimde yaşayabilir. samimiyetin her geçen gün ne kadar önemli bir erdem olduğuna biraz daha fazla inanıyorum, tüm sahteliklerin arasında insani hassasiyetlerimiz, samimiyetimiz ve dokunuşlarımız, tüm bunlar bizleri daha çok insan yapıyor. bu açıdan çocukluk yılları belki de şimdiki çocukların hiç bir zaman yaşayamayacağı kadar renkli, heyecanlı, mücadeleci ve bir o kadar da yokluklar içerisinde ama mutlulukla geçti. iyi ki de öyle geçti ki bugün bizlere o güzel günleri yaşatan o mübarek insanları minnetle anabiliyoruz: ölenlerin ruhları şad olsun, yaşayanlar sağlık ve afiyette olsunlar. babalar günün kutlu olsun. şarkı seçimin yine mükemmeldi.
selam ve saygılarımla.
Doç. Dr. Ahmet Talimciler.