*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

21 Haziran 2015 Pazar

benim güpgüzel ölülerim...günebakan tarlalarım...anton çehov...vanya dayı...sonya...bedia babaannem...erhan dayım...selahi dedem...cemal süreya...



gepgenç bir adamdım…
kapkara , dümdüz , dik dik , havalı saçlarım vardı…

kapkara kere kapkara sakallarım vardı her gün kesmek zorunda olduğum….
lise sondaydım çünkü…
marks gibi ama en çok troçki gibi sakal uzatma günlerim,  istanbul yıllarımda üniversitede olacaktı esas...

aklına koyduğunu yapan  ,  aşık , nemrut ,  ne istediğini her zaman çok iyi  bilen ama  daha çok da neyi ve kimleri  istemediğini kesinlikle bilen   çok çok kararlı bir  genç adamdım işte-yıllar sonra bu kararlı tarafıma “ saplantılısın sen, takıntılısın…”    diye mühür bastı sarıdamarlıgelin her tartışmamızda,  susurluk lisesinden aldığı ordinaryüspsikiyatrist(!!!) diplomasıyla…bazen  sustum  ama  çoğunlukla ağız dolusu söylendim bu haddini bilmezliğe…söylenmenin ötesine geçip ağır cümleler de kurdum defalarca…pişman mıyım ...sanmıyorum...-


lise sondaydım…
kapkara saçlarım vardı…

o yılların fotoğraflarıma baktıklarında arda ve umur’un her seferinde tatlı tatlı dalga geçtikleri gibi alnımın çatında birleşen simsiyah  kaşlarım da vardı…

yaşıtları arasında sözü sohbeti pürdikkat   dinlenen ,  konuştuğunda herkesi ağzına baktıran ama bir o kadar da mesafe konulandım…çünkü cıvık fıkralar anlatamazdı yanımda kimse, kötü ergen şakaları yapamazdı…kızlardan , yaşıtlarımızdan , kız arkadaşlarımızdan söz ederken langır lungur cümle kuramazdı…süfli muhabbbetler yapamazdı…basardım kalayı sustururdum…

baktım ki genç yaşıtlarım sade suya tirit sohbet niyetinde hadi bana eyvallah der çeker gider kitaplarımın arasına gömülürdüm, bir sonraki buluşmada herkes kendini toplayana dek…bazı durumlarda da bir basket topunun peşinde saatlerce  güzel basketler atardım…bir kız kardeşim vardı…onu koluma takar gezdirirdim sokak sokak kızlar için girilmeyecek yerler de dahil…o zaman da bin yaşındaydım ve açılmayacak bir çok kapı bin yaşıma hürmeten açılırdı önümde…

         bütün bunların yanında üniversite için bir de balıkesir’deki özgür dershanesine gidiyordum hafta sonları,  susurluk’tan dolmuşa binerek…dershanedeki hocaların neredeyse hepsi çocukluğumun amcaları teyzeleriydi…çünkü annem babam da öğretmendi ve   hepsini  çok yakından tanırlardı…onların arkadaşları da benim amcam teyzemdi elbette…

dershaneye gidiyordum diyorum ama sözün gelişiydi bu…
dershaneye diye gider derslerin çoğunda kitap okurdum…

derslere ve deneme sınavlarına o kadar özen gösterirdim ki , 20 soruluk testlerde sırf hemen kağıdı çıkıp vereyim diye cevap kağıdında 20 yerine  25 cevabı işaretlediğim çok olurdu…

5 fazla cevap da cabasından verirdim!!!…

kulakları çınlasın muhittin çakar hoca bazen koridorda yakalar beni oğlum babanın parasına yazık derdi…ben de benim de zamanıma yazık hocam derdim , ama içimden…laf aramızda şu son bir yıldaki travmalar hariç babamın anamın parasına pek yazık etmedim ben…onlar daha gerçeğini bilir elbette....

dershanede ilk fırsatta dersleri kırardım…
aklıma ve zekama pek güvenmem çok eskilere dayanırdı çünkü…
bugünün meselesi değildir o da…

aklıma zekama ve vicdanıma güvenmem  çok oyun oynadı bana ama çok şükür hiçbirinde tuş olmadım ve kötülerin , cahillerin, basitlerin hep ayağına dolandı sonunda yaptıkları…çok bunaldığımda var mısın yok musun karar ver diye  ettiğim sitemlerde de yaradan kah son anda kah ilk anda hep hızırım oldu…

dersleri kırınca balıkesir’in bütün kitapçılarında aylaklık eder , cebimdeki üç beş kuruşla kitap alırdım… cemil meriç nur içinde yatsın , “düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı ..” bu topraklarda kitap o zaman da sıradan insanlar için çok pahalıydı…tuvalet kağıdının gazete kağıdından daha itibarlı olduğu bir ülkedir çünkü burası...

bir gün sineklerin tanrısı kitabını  almıştım hatırlı bir paraya…

eve döndüğümde karı koca öğretmen olmalarına , eve iki maaş girmesine rağmen artık nasıl bir parasızlık içindeyse taşkın hoca , yüzüme bakıp bakıp evde bir çok kitap yok muydu bu kitabı niye aldın ,  yine mi kitap aldın ? diye sormuştu da , kalın kalın abdal abdal bakmıştım yüzüne…

muhtemelen iki üç de cümle kurmuşumdur aksi aksi…

hayat bana şunu öğretti ;
karşında kim olursa olsun ,
sen sınırlarını geniş  çizmezsen
alanını daraltmak zorunda kalman
an meselesiydi…

iyi olmak kolaydı, zor olan adil olmaktı victor hugo’nun da dediği gibi…

daha zoru da kararlı olmaktı…
kendin olmaktı…
ömrüm bu çabayla geçti…
kırılmaktan çok kırsam da ,
susmaktan çok konuşsam da
ömrüm bu hep bu çabayla geçti çok şükür…

hayata bin şükür…
kendime bin şükür...

işte o balıkesir’deki dersane günlerinde bazen cumartesi geceleri , ikisi de öleli çoook zaman olsa da halen pekbiözlediğim selahi dedem ve bedia babaannemlerde kalırdım…

çok ama çok güzel insanlardı onlar benim için…

bilemem evlatları gelinleri diğer torunları ne derler haklarında ama benim için çok güzel insanlardı ikisi de…evlerinde kaldığım geceler o zamanlar  70’ine giden babaannem tespihini seccadesini bile bir kenara koyar yeni gelin gibi torunları içinde  farklı  sevdiğini her zaman fazla fazla  hissettirdiği bana hizmet etmek isterdi…dedemle mutlaka bir el tavla atardık…artık yalandan yenildiği çocukluk zamanlarım geçtiği için kıran kırana atardık pulları zarları…sonra ben,  ikisi otururken , bütün gün balıkesir’i tabanı yanık it gibi dolaştığım için yanlarında uzanmak isterdim izin verirseniz diye sorarak…

o çok kibar adam ve en çok bembeyaz tiril tiril gömlekleriyle hatırladığım selahi dedem “ oğlum sen gel kal da bizde istersen kıçını tavana dik…” derdi… eğer küfür sınıfına sokarsak  herhalde bir tek bu küfrü duymuşumdur ömrüm boyunca selahi dedem’den…e peki sen nereden öğrendin bunca küfürü de habire ediyorsun yeri geldikçe diye soranlarınız varsa onun müsebbibi tiyatrocu dayım erhan dilligil derim…

erhan dilligil dayım da 
benim en güzel ölülerimdendir…

işte dedemlerde kaldığım zamanlarda daha 20’sine bile gelmemiş bir adam olarak hem babaanneme hem dedeme sevgiyle bakıp içimden de binlerce kez şunu geçirdim ben yıllarca ;  

ne güzel…bir ömrü hızlıca yaşayıp bitirmenin kapısına gelmişsiniz…
benim önümde koca bir ömür var daha…
nasıl geçecek bu ömür …
bunca yalanın, sığlığın , basitliğin içinde nasıl geçecek bu ömür….

hayatında bir kez bile hayatı sorgulamayan milyonlar için bu sorunun ne kadar absürd olduğunu hatta tehlikeli olduğunu biliyorum…maazallah içinizden sarıdamarlı,  mavi kanlı, kırmızı akıllı mordiplomalı çakma bir psikiyatrist daha çıkar da “yaşama sevinci eksikliği sendromu…”  teşhisi bile koyabilir…

oysa söylemek istediğim bu değil…
başka türlü bir şey benim söylemek istediğim…

yoksa bu hayat güzel…
pek güzel…
ama bu insanlarla değil…
ama bu pespayelik içinde değil…
bu samimiyetsiz ve allahsız ettehiyatülerle değil...

şimdi ben susacağım ve dünya edebiyatının en büyük isimlerinden çehov anlatacak benim yıllardır anlayıp anlayıp da anlatamadığım duyguyu tastamam onlarca yıl önceki vanya dayı oyununda vanya dayının ve sonyanın ağzından;

-bu arada merak edenler için de söyleyeyim ; onca gamsız bir öğrenciydim ama üniversite giriş sınavlarında (1985) hem de çok parlak öğrencilerin yığıldığı o efsane dönemde , birinci basamak sınavında puanda da , doğru cevap sayısında da okulda ilk üçteydim…aslında çıkarılan net doğru sayısında okul birincisiydim de lise başarı puanım yerlerde süründüğü için bir iki basamak gerilemek zorunda kalmıştım pek de umrumda(!) olarak…bunu böyle yazıyorum çünkü ömrü boyunca oğlunun başarılarını mırıl mırıl içinden söylemeyi erdem sanan ama eleştirmeye hazırda bekleyen hocanım eskaza bu yazıyı okursa hakkaniyetli olmak adına yine bana çakmak zorunda kalmasın , sen okul birincisi değildin  diyerek düzeltmesin diye…çünkü onun bu tavrından da artık kelimenin tam anlamıyla yoruldum…

                               
                                                       ***************

Vanya Dayı kültürlüdür,halk ve toprak adamıdır, sempatiktir, bilime saygısı büyüktür, insanları sever.  Profesör Berebryakov’a yıllarca hayranlık besleyen Vanya’nın en sonunda ona “… Sanat hakkında yazarsın, oysa sanattan zerre kadar anlamazsın. O zamanlar hoşlandığım yazılarına şimdi bakıyorum da beş paralık değerleri yokmuş. Amma da gözümüzü boyamışsın” demesi bir isyanın ifadesidir…

Sonunda umutsuzluk ve kokuşmuşluk mahşerinde şöyle mırıldanır Vanya Dayı ;

"Tanrım... 47 yaşındayım;

60 yaşına kadar yaşayacak olsam,  
daha 13 yılım var!



13 yıl daha nasıl dayanacağım?

Bu kadar uzun bir süreyi doldurmak için ne yapacağım?"



Vanya Dayı’ya  Sonya cevap verir:



“Yaşayacağız Vanya Dayı…

Biz daha ne uzun günler, geceler geçireceğiz;

alnımıza yazılan çileyi sabırla çekeceğiz.



Elimiz, ağımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden

başkaları için çalışıp didineceğiz.



Ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz.



Çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü,

çok içimizin yandığını söylediğimizde 
Tanrı bize acıyacak.


İşte o zaman mutlu olacağız,

şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken

gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz.”


( murat örem / 21 haziran 2015 / ankara….) 




1 yorum:

  1. Sevgili Dostum,
    insan çocukluğunda, gençliğinde ne kadar çok anı, öykü biriktirirse o kadar çok yaşanmışlık üzerinden hayatını farklı bir biçimde yaşayabilir. samimiyetin her geçen gün ne kadar önemli bir erdem olduğuna biraz daha fazla inanıyorum, tüm sahteliklerin arasında insani hassasiyetlerimiz, samimiyetimiz ve dokunuşlarımız, tüm bunlar bizleri daha çok insan yapıyor. bu açıdan çocukluk yılları belki de şimdiki çocukların hiç bir zaman yaşayamayacağı kadar renkli, heyecanlı, mücadeleci ve bir o kadar da yokluklar içerisinde ama mutlulukla geçti. iyi ki de öyle geçti ki bugün bizlere o güzel günleri yaşatan o mübarek insanları minnetle anabiliyoruz: ölenlerin ruhları şad olsun, yaşayanlar sağlık ve afiyette olsunlar. babalar günün kutlu olsun. şarkı seçimin yine mükemmeldi.
    selam ve saygılarımla.

    Doç. Dr. Ahmet Talimciler.

    YanıtlaSil