Kim
ne derse desin ;
Türkiye
büyük bir ülkedir…
Türkiye
kadim bir ülkedir…
Türkiye
, ortadoğu girdabına girmeyecek kadar
bedel ödemiş bir ülkedir…
Ama
aynı Türkiye kaotik ve kadir kıymet bilmez de bir ülkedir…
Aynı
Türkiye , binlerce fidanını toprağa
vermiş de bir ülkedir…
Çünkü
Türkiye , kurulduğu günden bu yana okumuş yazmışlarını itip kakmayı marifet
saydıkça, yaratılan boşluğu , düşünmeyi , okuyup yazmayı hafifseyenler
doldurmuş, kalemin, aklın, fikrin sesi daha az , fason entelektüellerin
ve silahların sesi daha çok duyulur olmuştur…
Türkiye
; entelektüellerini ha bire istiskal eden tarihi ve insanlarıyla dolu olsa da , düşünüyor gibi görünüp kendini
sabit bir duvara yaslayan ve kişiliksiz fason entelektüellerle / akademisyenlerle donansa da (!) , hala, hakkıyla bağımsız düşünen yürekli ve vicdanlı insanlarına
çok şey borçlu olan bir ülkedir…
Tuğrul Tanyol seçim öncesindeki yazısının girişinin farklı yerlerinde manifesto misali kitabın ortasından
konuşarak şunları diyordu üç beş gün önce ;
“Türkiye’nin ciddi bir entelektüel
temizliğe gereksinimi var.
Bir ülkeyi ve halkını ileri götüren güç,
siyasetçilerinden çok entelektüel
birikimidir.
Fransız devriminden, Rus devrimine,
oradan Tanzimat’a ve Cumhuriyetimize uzanan çizgide hep entelektüeller yol
gösterici oldu, zaman zaman siyasete girdi.
Küresel çağda yeni bir gerçeklik ortaya
çıktı, Türkiye de onun bir parçası.
Düşünen insanlar ortadan çekildi,
yerini yarı gazeteci, yarı medya üyesi, yarı cahil bir kitle aldı.(…)
Ne okuduğu kuşkulu, kitap adları ve
yazarları dışında fazla bilgisi olmadığı her günkü yazı ve yorumlarından
kolayca anlaşılabilecek bu yeni insan tipi yaklaşık 20 yıldır kamuoyu oluşturma
görevini üstlenmiş durumda…(…)
Bize, entelektüelin ‘muhalif’ kimliğini
yok sayan bir ‘sahte’ entelektüel sundular. Medyanın görevinin iktidarları
eleştirmek olduğunu unutup yürütmeyle ilişkisi olmayan muhalefeti topa tuttular
ve halkta, muhalefet ile ilgili, ‘Bu adamlardan bir halt olmaz’ duygusunun
yerleşmesini sağladılar.(…)
Kim
ne derse desin ;
Türkiye
, büyük bir ülkedir…
Türkiye
, kadim bir ülkedir…
Türkiye
, ortadoğu girdabına girmeyecek kadar tecrübe kazanmış bir ülkedir…
Ama
laf aramızda sever Türkiye , uçurumun kenarına kenarına gidip aşağıya bakmayı…
Türkiye
, bir asra yaklaşan tarihinde , ölüm de dahil hangi bedeli öderse ödesin görüp
anladıklarını yazıp söyleyen namuslu ve yürekli entelektüellerine çok şey
borçlu olan bir ülkedir…
Namık
Kemal de geçmiştir bu topraklardan…
Şinasi
de…
Ahmet
Rasim de…
Cemil
Meriç de…
Aziz
Nesin de…
Yaşar
Kemal de…
Kemal
Tahir de…
Oğuz
Atay da…
Nazım
Hikmet de…
İdris
Küçükömer de…
Peyami
Safa da…
Necip
Fazıl da…
Bu
isimlerin hepsinden görüp anlamak isteyenlere bir şey kalmıştır…
Bu
isimlerin hepsinden , görüp anlamak isteyenlere çok şey kalmıştır…
Çok
şey kalmıştır ama aynı Türkiye düşünen insanlarının kıymetini bilmeyen
de bir ülkedir…
Oysa
;
Düşünen
insan , bir kürsüde ders veren akademisyen olmak zorunda değildir..
Düşünen
insan , ekranlardan büyük laflar etmek zorunda
değildir…
Düşünen
insan , hayatın renklerini arayan insandır…
Düşünen
insan , gerçeğin renginin gri olduğunu bilen insandır…
Ve
bilir misiniz ki
Çocuklarının
nasıl bir evde / ülkede yaşayacağına kafa yoran anne de düşünen insandır…
Bir
çatının altında bütün fikirlere yer veren ve pek hak etmese de çocuklarının
kendisine en ağır lafları ettiğini defalarca yaşayan ama bunu da tolere
etmeye çalışırken ömründen ömür gitse de yutkunan baba da düşünen insandır…
Ve
bütün insanlar gibi düşünen insanların da yanlışları vardır…
Zaafları
vardır…
Sıradan
zevkleri vardır…
Çelişkileri
vardır…
Kaygıları,
korkuları, umutları, acıları, aşkları , nefretleri vardır…
Ülkesine,
ailesine , sevdiklerine dair umutları vardır…
Düşünen
insanları büyük kalabalıktan , kara çoğunluktan ayıran en kıymetli tarafları da
hayata ve hayatın her anına emek vermeye çalışmalarıdır…
Evlerine
emek vermişlerdir…
İşlerine
, eşlerine emek vermişlerdir…
Çocuklarına
emek vermişlerdir…
Bütün
bunları yaparken yaşadıkları ülkenin sorunlarından da kopmamışlar ve hepsinin üstüne bir doğdukları toprakların acılarını, kahırlarını , umutlarını
kendilerine dert edinmişlerdir düşünen insanlar,
büyük çoğunluğun aksine…Bu yüzdendir akraba ziyaretlerinde çekirdek
çitlemek yerine evlerine kapanmaları, okuyup yazmaları , yetiştirdikleri çocuklarının üzerlerine
kendilerinden vazgeçerek ve hiçbir şey beklemeden manen maddeten titremeleri…
Verdikleri
her emekle biraz daha yorulmuşlardır…
Çünkü
onların da yürekleri manda gönünden değildir…
Evde
, okulda , sokakta , işyerinde , ailede… düşünen insanlarını bu kadar
hırpalayan bir toplum, bir aile, bir ülke elbette hemen yok olmaz…Zaten , hangi badireyi
atlatırsa atlatsın hiçbir toplum , hiçbir insan , hiçbir topluluk küt diye yok olmaz…
Ama
her darbe yaralar ve sonuncusu öldürür …
Bu
yüzden latinlerin
“vulnera
omnis ultima necat…”
özdeyişini
unutmamakta yarar vardır…
Atılan
her okun
bir
girerken
bir
de çıkarken
onulmaz
yaralar açtığını
bilmekte
yarar vardır…
sonra
,
çok
geç olur ki
onarmaz
artık
yaraya
dokunan eller…
(
murat örem / 08 haziran 2015 / ankara..)
-fotoğraf / dicle.tumblr.com-
Dünyada ve Türkiyedeki entellektüelleri ve entellektüel geçinenlerin olumsuz etkilerini,düşünce sahiplerinin yaptıklarını ve yapabileceklerini bu kısa sayılabilecek yazında ne güzel ve özetle anlatmışsın.Düşüncelerine tüm kalbimle katılıyorum.Düşünenlerin,düşünce sahiplerinin ve okuyanların sayılarının artarak devamı en büyük arzumuzdur.Böyle bir evladın ebeveyinleri olarak mutluyuz,kıvançlıyız.Kucak dolusu sevgiler.MÜJGAN-TAŞKIN ÖREM
YanıtlaSilEn kıymetli okurlarıma sevgilerim ve saygılarımla...
Silmerrrrhabamlaaa....
murat
Günaydın,
YanıtlaSil"Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığı'nda " der Shakespeare'in adını hatırlayamadığım oyun kahramanı, adını hatırlayamadığım oyununda. Yüzlerce yıl önce çözmüş insan ruhunu ve onun karanlık labirentlerinde dolaşmaktan korkmamış bu büyük hikaye anlatıcısı..Çürümüş bir şeyler var bu ülkede...İnsanın akıl-ölçü dengesi kuramamasından,sınırlarını bilmemesinden, hırsının akıl ve yeteneklerinden fazla olmasından kaynaklanan bir çürüme,hayatın her alanında ve anında inanılmaz bir sığlık ve bayağılık...Para, çıkar ve gücün en yüce değer olduğu, herkesin çok meşgul olup hiç bir şey üretemediği, senin de yazında belirttiğin gibi düşünen insanların neredeyse lanetlenip teşhir edildiği, hedef gösterildiği bir zaman dilimine denk düştük bizde hayatımızın bu döneminde..Ama çok şükür ki, insanın doğası ve hayatın akışı gibi bir de olağanüstü, hesap kitap tanımayan, parayla pulla satın alınamayan bir büyük düzenleyici var. Çok fazla format atmaya gelemiyor insan ve onlardan oluşan toplum..Hele ki bilgi ve teknolojinin kimsenin tek elinde olmadığı bir dünyada gerçekleri ne zamana kadar saklayabilirsin, olayları ne kadar manipüle edebilirsin?..Bir yere, bir zamana kadar..Sonra bilinmesini, görülmesini istemediği ne kadar şey varsa sel olup akar ve katar önüne yasaklayanı, sürükleyip götürür...Toplumlar da insanlar gibi, bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik gibi bir sürü dönemleri var..Bunlar sırasıyla ve gereğince yaşandıktan sonra yetişkinlik, olgunluk geliyor..Etrafımızda bazı insanların 50 yaşında çocuk olduğunu görür şaşırırız ya hani, nasıl olabilir, niye yetişkin gibi davranmıyor diye sorarız ya birbirimize.Bu da o hesap bazı toplumların çocuklukları, ergenlikleri sorunlu olabiliyor, uzun sürebiliyor, hatta bazen insan oraya takılıp kalabiliyor...Umut dediğimiz şey de o canlılığı ve değişebilirliği anlayınca ortaya çıkıyor. İyi ki bir yerde durmuyoruz, sürekli etkileşim halindeyiz birbirimizle, doğayla, sanatla, bilimle, makinelerle, başka ülkelerle, dünyayla hatta uzayla..(Nasa'nın gönderdiği robotun marstan aldığı materyali incelemesi bana olağanüstü umut veriyor).Konumuza gelirsek bu etkileşim de bizi değiştiriyor, dönüştürüyor istesek de istemesek de..Elbette bu her zaman dümdüz doğrusal çizgide olmuyor, iniş, çıkışlar, bazen uzun süre kalışlarla gerçekleşiyor.Yine de insanoğlu ufuktaki iyiye, doğruya, güzele olan yolculuğuna devam edecek bütün yara, berelerine rağmen..Hep söylediğim gibi bu bir süreç ve ben umutluyum, hem de çok...
Çocuklarla yaşadıklarımıza gelince , hatırlatayım dedim.
saygılarımla
Ayşe
BABAM VE BEN
4 yaş: Babam her şeyi bilir.
5 yaş: Babam çok şeyi biliyor.
6 yaş: Benim babam, senin babandan daha çok şey biliyor.
8 yaş: Babam her şeyi bilmiyor olabilir.
10 yaş: Babamın gençliğinde her şey çok farklıymış.
12 yaş: Aslında, babam bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Çocukluğunu anımsayamayacak kadar yaşlı.
14 yaş: Babama kulak asma, o artık çağ dışı kaldı.
21 yaş: Babam mı? Aman Tanrım! o hiçbir işe yaramaz
25 yaş: Babam bu konuda az da olsa bir şeyler biliyor. Ama o yaştaki insanın bu konuda bir şeyler bilmesi normal zaten.
30 yaş: Bu konuda babamın fikrini alsak iyi olur. O kadar deneyimli ki!
35 yaş: Babama sormadan hiçbir şey yapmasam iyi olacak.
40 yaş: Acaba babam bu konunun nasıl üstesinden gelirdi? Ne kadar akıllı ve deneyimli bir insandı.
50 yaş: Babamın yanımda olması ve bu konu hakkında fikir vermesini ne kadar çok isterdim. Onun ne kadar akıllı olduğunu hiç taktir etmemişim. Ondan çok şey öğrenebilirdim. ANN LANDERS