Anne gitti ve evler döndü yazlık
otellere
Anne gitti ve sular buruştu testilerde
Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir
Herkes salonda toplansa da kimse
evde değildir
- Sezai Karakoç -
söylemesi bile benim için şaşırtıcı ama 47 yaşındayım…
oysa
hiç ummazdım 20’li yaşlarımın başındayken,
bugünleri göreceğimi…
bunu
dert de etmezdim kendime…
dert
edeceğim daha önemli meselelerim vardı…
aşıktım
…
tadını
çıkara çıkara aşıktım…
aklıma
zekama çok güvenmenin , fikrime koyduğumu koşullar ne olursa olsun mutlaka yapabilecek olmamın rahatlığı içindeydim…bile isteye gerginliği
artırıp azaltmayı ayarlayacak kadar hırçındım
da…hayatla , aptallarla, gabilerle, tufeylilerle otoriteyle didişmeyi severdim…-gabi dedim de ; ne çok
kullanırdı erhan dilligil dayım gabi kelimesini…muhtemelen yeni kuşaklar bu
kelimeyi hiç söylemeden anlamını bile bilmeden tamamlayacaklar ömürlerini -
yaşıtlarıma, büyüklerime, küçüklerime
ters köşe cümleler kurmaya odaklıydım…
okuyacağım
kitaplar vardı…
anlatacağım
hikayeler vardı…
yaşayacağım
günler vardı…
bitmesi
gereken okullar vardı…
hepsi
bir şekilde geldi geçti…
yaşayacağım
sevdaları yaşadım kanaya kanaya kanata kanata…
hırçınlıklarımı
biledim törpüledim biledim törpüledim…
gabilerle
tufeylilerle değil didişmek bütün ömrüm boyunca yekten çarpıştım, hala
çarpışırım hem de tek bir geri adım atmadan…hem de hiççç kar zarar hesabı
yapmadan…hem de çok dayak yediğimi bile bile…1996’da it gibi paraya ve
çalışmaya ihtiyacım varken sırf bana verdiği sözü o anda tutamayacağını
söylediği için bir koca aylık emeğimi ve çok parlak geleceğimi n…..
hanıma zarfın içinde iade
ederken bir saniye bile düşünmemiş eve geldiğimde herkesin yaprak gibi
titrediği bir anda ben gene işten ayrıldım demiştim…
sevmedim
pusuyu ama bayıldım düelloya…
belki
de hala aklıma zekama bilgime çok
güvenmemin şımarıklığının eseridir bu tavrım…kimileri megolamanlık
derler buna ben yılların haklı emeği derim…
hayatın
bütün ters köşelerine röveşatadan çok gol attım…
ustam
aziz
nesin’in dediği gibi buyur edilmek istenmediğim bütün kapıları eğer
istediysem hakkıyla çok açtım…sonra buyur ettiler…üstü kalsın dediğim de çok
oldu açtığım kapının yüzüne bile bakmadan ukalaca ve kibrimden kahrola kahrola
çekip gittiğim de…
bunları
yaşadım ama kah defans hatamdan kah ofsayttan kah rahatlığımdan kah penaltıdan kah hakem kararıyla kah
kibrimden hakkıyla hak ede ede (!) çok da gol yedim…
attığım
golleri iki saymadım…
yediğim
gollere de hiç itiraz etmedim…
bir
gün her şeyin alev topuna döndüğü bir anda bir ses bana “sen yenilgiyi hiç hazmedemiyorsun…” dediğinde
“ben,
mücadele etmeden yenilmeyi hazmedemiyorum…derdim yenilmekle değil derdim emek
harcamadan yenilmekle…” diyemedim ona….
hala
içimde ukdedir…
ukde
deyince ; ne çok ukde kaldı içimde…
söylemesi bile benim için şaşırtıcı ama 47
yaşındayım…
oysa
hiç ummazdım 20’li yaşlarımın
başındayken, bugünleri göreceğimi…
herhalde
40 anneler gününü hatırlayarak yaşadım bu dönemde…
annemin
elini de öptüm…
sitem
de ettim…
her
şeyin yoklukla var olduğu 1970’lerde babam taşkın hocamın elinden tutup hala
kütür kütür çalışan alman malı saç kurutma makinesi de hediye ettim anneme
kardeşim ayşın'la birlikte…
şairin
dediği gibi alnını nar yapıp çatlattığım da çok oldu annem müjgan hocanımın…
çok
genç zamanlarımda, çok heyheyli zamanlarımda bir vesileyle bomboş geçirdiğimde
bir anneler gününü, “sana çok kırıldım” demişti annem müjgan hocanım ve eklemişti “ben senden ne bekledim oğlum , şu yan
bahçeden tek bir çiçek koparsan dünya benimdi…bunu mu esirgedin benden…”
o zaman diyememişimdir muhtemelen gençliğin
kibrinden şimdi söyleyeyim “ senin oğlun, müjgan hocam, sevemedi şu ısmarlama günleri…hesabı seninle
değildi…hesabı dünyanın plastikliğiyleydi…”
bugün
anneler günü…ymüş yine…
şu
dünyada şu ülkede şu coğrafyada ne çok
anne ne çok çocuğunu verdi kara toprağa
zamansız mekansız biçimde....
silahla
verdi…
savaşla
verdi…
yoklukla
verdi…
iş
kazasıyla verdi…
aile
gerginliğiyle verdi…
parasızlıktan
verdi…
çok
paranın şımarıklığından verdi…
eğitimden
verdi…
eğitimsizlikten
verdi…
ama
ne yazık ki her evlat ölümünde ateş
düştüğü yeri yaktı yalnızca…
şu
yıllar şu on yıllar boyunca, bu
ölümlere ciddi manada kafa yorsaydık
inanın ki, hiçbirimizin tek bir lokma yiyememesi gerekirdi…
tek
bir yudum su içememesi gerekirdi…
tek
bir bedene , tek bir tene dokunamaması gerekirdi…
biz
insanlar yaptık bunları pişkince…
yapıyoruz
da…
yapacağız
da…
annesini
babasını toprağa veren evlat olmak hiç istemem…
çocuklarını
toprağa veren annelerin yakınında olmak hiç istemem…
anne
babasının uğurladığı evlat olmak isterim ama ona da baba yanım itiraz
eder…kıyamam babalarını uğurlamak zorunda kalacak iki bal kuyusuna…
her
anneler gününde
her
babalar gününde
her
bayram gününde
takvim
hızla aksın , zaman hemen geçip gitsin isterim...
bu
özel günler bayramlar yaraları daha az kanatsın isterim…
sevmem
özel günlerin bu halini…
her
özel günde ,
hangi
nedenle olursa olsun;
evlatlarını
toprağa veren anneler gelir çakılır zihnime…
evlatlarını
toprağa bırakan babalar gelir çakılır ruhuma…
ne
halt edeceğimi bilemem…
oturur
gecenin ikisinde farid farjat’ın kemanı inlerken kulaklarımda bu
yazıları yazarım…
öyle
işte….
(
murat örem / 10 mayıs 2015 / ankara…)
-fotoğraf
/ ana oğul öremler / müjgan örem - murat örem-
-ankara / 1990-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder