Benim
bir arkadaşım vardı bin yıl önce…
Patavatsızdı
, dikti , inatçıydı , fikri sabitti …
Aksini iddia etse de insanı
da biraz (!) severdi…
Nedendir bilmem , garip biçimde ben de onu severdim…
Çok
kurtarmıştık dünyayı, ülkeyi onunla…
Üniversite kantinlerine çipli
kartlarla girilmeyen, kampüslerin öğrencilerinden uzak kalmadığı naif günlerin gençleriydik…Osmanlının ürkütücü
bekirağa
bölüğü zindanlarından restore edilerek ortaya çıkarılan ve Beyazıt meydanına çaprazdan bakan
siyasalın öğrencileri olarak komşu iktisatın kantinine de gider, basın yayında çay sigara da içer,
edebiyat fakültesinin hergelen meydanında şarkılar da söylerdik…Üniversite bir
yana İstanbul’un bütün yokuşlarını bile inip çıkmıştık sokaklarda didişe didişe onunla….
Uzun tartışmalar yapardık
güneşte karda yağmur çamurda…
Konuşa
didişe yorulurduk …
Ve sonra herkes birden kendi kovuğuna çekilirdi…
“ İleride kadın diplomat
olacağım ben…”
derdi…
“Her
zaman abdal olacağım, hep aşık olacağım
ben…” derdim…
“Senden
abdal falan olmaz , sen çok konformist bir adamsın , önüne getiren olmasa tembellikten
çay bile demlemezsin…Senden, olsa olsa
nihilist bir aşık olur …Araştır soruştur ‘Gonçarov’un
Oblomov’uyla mutlaka bir kan bağın vardır senin...Bu
dünyada her Oblomov'a uşak Zahar Tromifiç düşmez…” derdi…
Sert
cümleler kurardı, entelektüel cümleler kurardı…
Daha
sert cümleler kurardım…
“Çocuğum
benimle didişme, biz helva da halva da deriz..” derdim…
Gülerdim…
Gülerdik…
“Gülerken
, gözlerinin içi de insan insan gülüyor…” derdi…
“Konuşurken
, gözlerinin içi kara bir kuyuya dönüyor…” derdim…
Sonra
yine gülerdik…
Benim
bir arkadaşım vardı…
Haziran’da
doğmuştu…
Onun bir arkadaşı
vardı…
Haziran’da
doğmuştu…
Benim arkadaşım oydu…
Onun
arkadaşı bendim…
Berbat
bir öğrenciydi !!!
Bitip tükenmeyen vizelerin
finallerin hepsine sektirmeden girer en yüksek notları alırdı….
Bitip
tükenmeyen vizelerin finallerin yalnızca deve dişi misali
en babalarına girer ondan daha da yüksek notları alırdım da bu halime içten içe kızar ojeli tırnaklarını sinirden yerken gururla sarılmayı
da ihmal etmezdi konfüçyus’ün önünde…
- her İstanbul siyasallı öğrencinin bir konfüçyuslu
hikayesi vardır…-
Oysa
ikimiz de bilirdik “sınavlara ve sevdalara her daim hazır” bir adam olarak çok
istersem tekeden bile güğümlerce süt
çıkaracağımı…
Vizeler
finaller neydi ki….
Kızgınlığı
; bu kadar kanaatkar biri olmama ve küçücük bir hamleyle yapabileceklerimi bile
isteye yapmayan halime yönelikti daha çok…
Anlatamadım
ona, hayatın kanaatkar yanının da olduğunu…
Anlatamadı
bana, hayatın çiğ bir yarış olduğunu…
Etrafından
vızır vızır Formulalar geçerken, pistin bir kenarında duran bugatti
motorlu arazöz olmayı seçmiştim ben o zamanlar yangınlarımı kendi kendime çıkarıp çıkarıp söndürmeyi seven…
O,
üniversiteyi en yüksek notlarla 4 yılda bitirdi…
Ben,
neredeyse kadayıf misali 2 çarpı 4 yılda bitirecektim…
Her
şey kapının önüne yığılınca, bir yılda dile
kolay 80 küsur ders vererek bitirdim okulu sebastian coe misali son düzlükte
münasip yerlerimden buharlar buharlar çıkara…
O
, diplomat olacaktı ve yolu belliydi…
Ben,
her daim hep aynı isme aşık olacaktım ve
yolum belliydi…
Onunla
çok sevdik birbirimizi…
Hiç
sevgili olmadık…
Hiç
de böyle bir niyetimiz olmadı…
Sonra,
araya hayat girdi, kaybettik
birbirimizi…
Sonra
, araya hayat girdi, aramadık birbirimizi…
Sorup
soruşturmadık…
İstesek,
on kere bin kere bulurduk…
Yapmadık…
Çok yıllar önce işyerinde
yeni bir prodüksiyonunun telaşındayken telefon çaldığında biliyordum aradığını…
İyi kötü abdal olmuştum
ya(!) abdala da malum olmuştu…
Kaldırdım ahizeyi onca yıldan sonra daha dün konuşmuşuz gibi “ birader
nasılsınnnn…” dedi sanki
dünyanın bütün n harflerini çınlatarak…Ülkeye
ve İstanbul’a kısa süreliğine gelmiş, içinde ilerlediği arabada duymuştu sesimi ve tanımıştı şaşkınlıkla…öyle
dedi…
”birader
takatukalarıtakatukacıyagötürmüş…
ben yardımcı olayım…hanımefendi…
dedim…
umur’umun kulakları çınlasın;
it gülüşlü muratörem
günlerimden birindeydim.
Sessizlikle
birlikte dünyanın en uzun 10 saniyesi aktı telefonda…
Sonra
duramadım ve “Nasılsın zeytuni ” cümlesi
çıktı ağzımdan…
Hızlı hızlı konuştuk
çoluk çocuktan…
Sahaflardan,
çınaraltından, bomontinin dik yokuşlarından…
Üniversitelerin şahı
padişahı , İstanbul Üniversitemizden…
konuştuk…
Evlenmişti, uzun süre
çocukları olmamıştı…
“tüp adam yaptık biz de
sonunda…”
demişti telefonda…
Evlenmiştim, istediğim(iz)
an çocuklarımız olmuştu…
“iki tane taş kafa
yaptık biz de sonunda bu dünyaya …” dedim…
Kapattık telefonu…
Bir daha hiç duymadım sesini…
Sonra araya hayat girdi
bıraktık birbirimizi…
Sonra araya hayat girdi
unutmadık birbirimizi…
Bir sabah internette
haberleri okurken çıktı karşıma o fotoğraf…
4 dil bilen türkün
hazin sonu…cümlesini
okurken sizin medya dilinizi … dedim içimden…sizin haber dilinizin
müptezelliğini …dedim dışımdan…
Haberi bir daha okudum…
Resimdeki yüze baktım…
Hemen tanıdım…
Konuşurken kara bir
kuyuya benzetip ağzının içine içine
baktığım zeytuni de ölmüştü…Tüp adam dediği çocuğuyla birlikte
bir yamaç paraşütüne binmiş çakılıp kalmıştı dünyanın göbeğine , dünyanın bir ucunda…
Bir arkadaşım daha
ölmüştü…
Zeytuni de ölmüştü…
Ve onun ölümüne de en klişe en müptezel cümle layık görülmüştü
“hazin son…”
denerek…
hadi oğlum hadi dedim…
“show must go on…” dedim bir kez daha…
sen çay bile
demlemezsin konformist nihilist…
oblomov’un her akrabasına
bir zahar trofimiç bulamayız…
cümlelerini hatırladım zeytuni’nin…
“veleddalin amin”
deyip bir kitabın daha
kapağını kapattım…
telefonun ucundaki sese
“bir bardak çay lütfen,
en kararmışından”
dedim…
gözümden şıp şıp
damlarken yaşlar
çalarken fonda şu aşağıdaki şarkı
önümden ışık hızıyla
geçerken gelenevrakgidenevraklar
klavyenin başına oturdum bu yazıyı yazdım…
( murat örem / 29 nisan
2015 / ankara…)
-fotoğraf / istanbul üni.siyasal bilgiler fakültesi girişi konfüçyus heykeli-