haziran’ı haziran ayını çocukluğumdan beri hep
çok sevdim...
1968 yılını da ayrı severim...
muhtemelen ikisinin de hayatımdaki belirgin
yeriyle ilgili bu duygu...
ben haziran çocuğuyum...
68 doğumluyum...
haziran nasıl en uzun en güneşli ayıysa yılın...
68’ de en onurlu zamanlarıdır dünyanın....
kaybetseler de , kaybetsek de (!) galip
sayılır o yolda mağlup...
bence bu budur ve değişmez...
ve 1968 , dünyanın en gerçek tarihidir...
artık 50’li yaşlara gidiyorum ama
hala unutmadım çocukluğumun haziranlarının
o güzelim güneşli akşamlarını...
unutmadım, annem müjgan hocanımın yaptığı mozaik pastalarla öğle uykularından
uyanmayı...
unutmadım, öğretmen maaşıyla alınan arkadaş
kitapları serileriyle habire okuduğum tatil günlerini...
unutmadım, yokuşlarda benim çocuk tembelliğimi
örtbas etmek için babam taşkın hocamın emek emek çektiği, güzelim at kafalı
kırmızı bisikletimle park yollarına gitmeyi...
vee hiç unutmadım, selahi dedemin, bedia babaannemin de olduğu haziranlı doğum günlerimde hediye edilmiş kitaplarla giysilerle oyuncaklarla huzurlu bir çocuk olmayı...
ben haziran çocuğuyum...
haziran’ı haziran ayını kendimi bildim bileli hep çok sevdim...
ama şu son iki yıldır haziran hep ölümlerle gelir oldu yanı başıma...
şairin dediği gibi “ haziran’da ölmek zor” oldu...
haziran ölümlerini yaşamak çok çok ağır oldu....
önce geçen yıl tam bu günlerde ibrahim balkan gitti...
bu yıl da apansız bir orak darbesiyle
ismail
özkök eniştemi aldı haziran...
iki ismi de hakikaten ayrı severdim...
birinci isim,
hayatımın en güneşli ve en
bulutlu, en haziranlı ve en karakışlı sarı damarlı poyrazımın
da atasıydı...o atayı, ben de büyüğüm gördüm hiç yüksünmeden...çünkü bilge
adamdı...akil adamdı...insan adamdı...kendi tabiriyle söylersem “massırın
deliğinden mısır’ı gören” adamdı ibrahim balkan...aramızdaki onca yaş farkına rağmen
ve etrafıyla kurduğu ilişkiler bir yana hep aynı sevgi saygı çizgisinde yürüdük karşılıklı...
ikinci isim, aklım baliğ olduğu andan
itibaren ailemde gördüğüm bir güzel insandı... eniştemdi...annem babam vardı ilk önce
yanıbaşımda...ve sonrasında da ismail özkök eniştemle safiye nalan meral özkök teyzem...
acıpayam’ın dağlarında eniştem ismail özkök tuttu
elimizden "keşif" gezilerimizde yürürken biz çocuklar...dağdaki kaynakları, tepenin ardındaki tarihi ramazan
topunu eniştem gösterdi bizlere...su su su diye inlerken biz çocuklar;
o gösterdi bize akan derelerin içinden temiz su bulup avuç avuç ellerimizle içmeyi...
30’lu yaşlarında gittiği 3 aylık
askerlik günlerinden döndüğünde eniştem getirdi bana çocukluğumuzun bambaşka oyuncağı matchbox markalı maket
traktörümü ben daha küçücük bir çocukken...
bir bayram günü eniştemin ellerinden
aldım minik boncuklar atan hediye oyuncağımı daha okul çağında bile
değilken...birlikte geçirilmiş yılbaşı gecesinin kör karanlığında çocukluğumun bal uykusundan aniden uyanıp annem
babam neden beni bırakıp eve gitti ben de gidiyorum diyerek yataktan fırladığımda ve
çoraplarımı bile ters giydiğimde hiç gönlümü kırmadan , hiç söylenmeden eniştem
çekti kahrımı ve sakin sakin burası da senin evin değil mi oğlum
diye sora sora yine eniştem bıraktı evime...
ismail özkök eniştem, öğretmenim de oldu benim...
güpgüzel insandı...güpgüzel
enişteydi...
ortaokulda öğrencisi olduğumda
öğretmenliğini de gördüm eniştemin tane tane akıl akıl insan insan sakin sakin cümlelerinde...bilim
teknik dergisinin 1970’li yıllardaki sayılarından birinde yer alan “gümüşdere
köyü ” öyküsünü okudu bizlere sınıfta...sanayi atıklarıyla kirlenen bir
derenin bir köyün tarihini ve tabiatın doğurgan yüzünü nasıl sıfırlayabileceğini anlattı bize, çevre bilinci o
yıllarda daha hiç kimselerde yokken...
fen bilgisi derslerinde öğrencisi olarak sözlülerine
de kalktım eniştemin...bir seferinde 100 üzerinden 90 verdi bana tüm soruları
sular seller gibi cevapladığımı düşündüğümde...aynı günün akşamında anne
babamın yanındayken susurluk sokaklarında yeniden karşılaştığımızda kulağıma
eğilip gönlümü almayı da bildi eniştem “10 puan alacağın var bende, çünkü ben senin iki üç yıl öğretmenin olacağım
ama hep enişten kalacağım...” diyerek...
susurluk’un uzun ve sobalı kış akşamlarında çoluk çocuk
ya biz onlarda ya onlar bizdeyken eniştem getirdi nestlenin parmak çikolatalarını bize...biz çocukların, çocukergenliğimizin
en güzel en masum en aptal en buluğ zamanlarında iki aile özkökler ve öremler olarak çıktığımız narlılı
, ocaklarlı, erdekli tatil
günlerinde eniştem öğretti bize balık tutmayı, mangal ateşi tutuşturmayı,
satranç oynamayı bin yılın sakinliğiyle...
kardeşim ayşın tatlısu / tanaşa’da bir karış
suyun içinde daha üç beş yaşındayken boğulayazarken ve herkes efsunlaşmış
gibi hiçbir şey yapamazken eniştem fırladı herkesten önce...babamın 1980’li yıllardaki bilinmez hastalık zamanlarında “enişte yardım et”
diye seslendi annem herkesten önce ona...
daha evlenmemiş dayılarım da dahil iki aile haftalarca hep birlikte olduğumuz acıpayam’daki kocaman bahçeli bol huzurlu baba ocağı / dede ocağı günlerinde
anneannem hatice tanyerili dedem bessat(!) tanyerili çocukluğumuzun o altın sarayında hiçbir zaman sorun çıkaran olmadı eniştem...
sakin , kontrollü, fedakar ,
anlayışlı, işten asla kaçmayan ve her daim güven veren insanoğlu insan bir suretle herkesin yanında oldu...
üniversiteyi yeni kazandığım yaz
günlerinde marks misali uzattığım kapkara sakallarıma baka baka “iki
üç ay daha bekleseydin de tescilli üniversiteli olunca uzatsaydın o zaman daha çok
yakışırdı bu sakallar sana... ne bu acelen...” dediğinde, her şeye herkese tak diye cevap veren ben asi murat örem , başım önümde dinleyeyazdım bu cümlesini
eniştemin, gık demeden...
tiril tiril keten gömlekleriyle ,
yakalı tişörtleriyle , şık şortlarıyla , beyaz ve önü kapalı terlikleriyle, her
zaman ama her zaman özen gösterdiği sinekkaydı traşı ve arkaya taranmış saçlarıyla belki de en güzel zamanlarını geçirdiği gömeç karaağaç candeniz sitesinin tartışmasız en şık eniştesiydi
o...eniştemdi..eniştemizdi...
boyumu geçen eşşek kadar çocuklarım
olsa da , ben de el öptürecek yaşa çoktan gelsem de , bu adeti hiç sevmesem de
, son yıllarda biraraya geldiğimizde hep aynı şeyi yaşadık eniştemle...o elini öptürmek
istemedi ve hayatta çok az kişinin elini öpen ben murat örem, ısrarla öptüm elini ismail özkök eniştemin...çünkü eli öpülecek adamdı o...
torosların çocuğuydu benim eniştem...
belki de o yüzden;
bu kadar vakurdu...
bu kadar dingindi...
bu kadar asildi...
yalnızca bir kez gördüm ağladığını
eniştemin....1980’li yılların başında bel fıtığı tedavisi için bandırma
devlet hastanesinde yatarken , çoluk çocuk ziyaretine gittiğimizde
sakalları hafif uzamış yüzüne damlalar şıp şıp akmıştı... koskocaman adamın
eniştemin ağlaması çok dokunmuştu bana...şimdi dönüp hesapladığımda o zamanlar
koskocaman dediğim adam benim şimdiki yaşımdan neredeyse 10 yaş daha gençmiş meğer...
ve ben de şimdi
koskocaman adam olarak
koskocaman adam olarak
bu satırları yazarken
zırıl zırıl zarıl zarıl ağlıyorum...
hastanede evde morgun önünde camide mezarlıkta ...
kendini tutmayı başaran ben katıla katıla ağlıyorum...
hastanede evde morgun önünde camide mezarlıkta ...
kendini tutmayı başaran ben katıla katıla ağlıyorum...
bu blogu takip edenler bilir;
ölümün karşısına hayatı koyanlara daha yakın durdum daima...
ölümün karşısına hayatı koyanlara daha yakın durdum daima...
hatta, ölümlü olduğunu bilmenin insan denen
canlı türüne verilmiş bir imtiyaz olduğunu söyleyen sokrates’e bile canı gönülden hak
verdim...
ama bu ani bu apansız bu şaşırtıcı ölüm bana da çok ağır
geldi...
gittiği yer nur olsun eniştemin...
emaneti önce çocuklarının , sonra
bizimdir...
bir garip bir inanılmaz kazadan kurtulan herkese de acil şifalar olsun....
gittiği yer nur olsun eniştemin...
kalanlara da hepimize de artık nasıl olacaksa,
büyük sabırlar olsun...
çünkü bu sabra çok ihtiyacımız var,
özkökler
öremler
tanyeriler olarak ...
yakınları öğrencileri sevenleri olarak
buna çok ihtiyacımız var...
yakınları öğrencileri sevenleri olarak
buna çok ihtiyacımız var...
( murat örem / 24 haziran 2014 /
ankara..)
fotoğraf / candeniz sitesi / karaağaç / temmuz 2008
-meral özkök, ismail özkök, murat örem, taşkın örem, müjgan örem-