*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500"ziyaret ! *her cümle"5846" sayılı yasa korumasında ! *fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir ! *sağ alttakiküçük dünya?
Adını, eski Roma’dakiSavaş Tanrısı "Martius’tan alan Mart ayı da
gitmek için gün sayıyor...
Giderayak , tüm Türkiye’nin merakla
beklediği yerel seçim sonuçlarını da koyacak önümüzeMart ayıüç gün sonra...
Mart
ayınınsavaş tanrısıyla birlikte anılmasının esas nedenlerinden biri de çok
eski dönemlerde Ocak ve Şubat aylarının savaşmak için uygun olmamasıymış...
Ya,
işte böyle (!!!) eski insanlar savaşmak için tüm bunlara da kafa
yormak zorunda kalıyorlarmış bir de ...
Neyse
ki dünyanın en akıllı canlısı olan insanlık (!) zaman içinde güdümlü füzeleri, atom
bombalarını, insansız savaş araçlarınıfalan icat etti de,savaşmak için
artık ay, gün mevsim fark etmez oldu...
Ne
mutlu değil mi hepimize !!!
Oysa
insanlık için savaş ne kadar eskiyse barış da o kadar eskidir...Öylesine
eskidir kibarış kavramı taa iki bin küsur yıl önce yazdığıoyunlarında bile dönüp dolaşıp Barış
konusunu işlemiştir kendi üslubuncaünlü yunan oyun yazarı Aristofanes...
Aristofanes
deyince sözü/yazıyı 27 mart dünya tiyatrolar gününegetirmek de farz oldu....27 Mart ülkemizde de
uzun yıllardır kutlanıyor çünkü1961
yılında Uluslararası Tiyatrolar Birliği tarafından belirlenmiş bir gün...
Pek
çok etkinliğin seyirciyle paylaşıldığı 27 mart kutlamalarında tiyatroya emek
vermiş bir ismin kaleme aldığıevrensel
tiyatro bildirgeside okunuyor tüm
dünyada farklı dillere çevrilerek...
Mesela
Uganda’lı
Jessika Kaahva,geçmiş yıllarda kaleme
aldığı bildirinin sonunda şunları diyordu tüm dünyaya;
Dünya Tiyatro Günü’nde sizi
umudu çoğaltmaya ve tiyatroyu iletişim, toplumsal değişim ve atılımlar için
evrensel bir araç olarak öne çıkarmaya çağırıyorum.
Barışı getirmek için tek yol
olmayabilir ama yine de tiyatro barışı koruma görevimiz için etkili bir araç
olarak kuşkusuz katkı sağlayabilir.
Geçmiş
yıllardaki bir başka 27 Mart bildirisinde de Seyircilerimiz olmaksızın biz de
var olamayızdiyen bir başka tiyatro emekçisiJudi Denk’ti...
Gerçekten
de seyirci
/ insan tiyatronun olmazsa olmazıdır.
Yaşı
yetenler hatırlar , ülkemizde özellikle 1970’li yılların ikinci yarısıtiyatro için çok zor zamanlardı....1970’ler bir
yandan televizyon denen sihirli kutunun ilk günleriydi, öte yandan da kör terör vardı tiyatronun
olduğubüyük şehirlerde...
Dileriz
, Tiyatro, insana insanı insanla anlatmaya devam etsin,insanlık var oldukça...İnsanlık da tabi
bombalar, savaşlardan , şunlar bunlardan başını kaldırabilirse hem her daim var
olabilsin hem de tiyatronun , sanatçının kıymetini bilsin....
Türkiye
de , olan biten her şeye rağmen , üç çeyrek asırlık ömründeinsanlık tarihimize büyük emekler veren
Devlet Tiyatrolarının kıymetini iyi bilsin...
Türk
edebiyatında emektarlığınınyanında vefa
denince de akla gelen ilk isim olanSelim
İleri , ‘Karakter Oyuncularının Anısına’ başlıklı yazısında, Türk sinemasının isimli ve
isimsiz kahramanları için şunları söylemişti uzun zaman önceki yazısının farklı
yerlerinde ;
“ Belgin DorukHanım'ı hatırladım,
içim sızladı. Kar Yağıyor Hayatıma kitabımdaBelgin Doruk'u dilim döndüğünce anlattım. (..)Belgin Doruk dendi mi,
Türk sinemasının ben yaştaki seyircileri elbette Küçük hanımefendi dizisini,
Küçükhanımefendi'nin Şoförü'nü, sonra Avrupa'da çevrilmiş o filmleri hatırlar.
O kadar sıcak, sevimli bu salon komedilerinde Sadri Alışıkların, Şaziye
Moralların, Nubar Terziyanların, Dursune Şirinlerin payları, başarıları nasıl
unutulabilir?!"
Belgin
Doruk,bir 26 Mart gününde
, geride kalanlara hoşçakalın dediğinde bundan tam 19 sene önceydi ve yıl 1995’ti...
Belgin
Doruk aradan geçen onca yıla rağmen özellikle belirli yaş grubundakiler için
bugün de bir marka ve fenomendir Türk sinemasında...
Öldüğünde
altmışlı yaşlarına bile gelmemişti Belgin Doruk ama rol aldığı filmlerin sayısı
yaşının çok çoküstündeydi...
Gençliğinde çok güzel bir kız olan Belgin Doruk sinemaya güzellik yarışmasıyla
adım atmış ve Yeşil Köşkün Lambası filmi bir dönüm noktası olmuştu...
Bir
başka efsane isim Zeki Müren’le de bir çok filmde başrol oynadı Belgin Doruk...Tanju
Gürsu’yla olan rol arkadaşlığının ardından özellikle Ayhan
Işık’la çevirdikleri 'Küçük Hanımefendi' serisi Belgin
Doruk için yeni bir dönemin habercisiydi...
Toplumun
önüne çıkan bir çok isimde olduğu gibi Belgin Doruk’un hayatında da ‘dışı
seni yakar içi beni yakar’deyimini
çağrıştıran iniş çıkışlar, gelgitler, hayal kırıklıkları, dramlar vardı
elbette...
Güzelliği,
oynadığı filmlerdeki aktrisliği,yanağındaki gamzesi ve magazin gündeminden düşmeyen hayatıyla Belgin
Doruk için bugün bile çokşey söylenip yazılabilir...
Hatta
Belgin Doruk’un yaşamı ve rol aldığı filmlerisinema tekniği, senaryo, oyunculuk ve masalsılık açısından
eleştirilebilir.
Ancak
bunların hiçbiri
Türk
sinemasındaki Belgin Doruk gerçeğinin
üstünü örtemez...
Belgin
Doruk ismini silemez...
Çünkü
bir çok ünlü isim gibi Belgin Doruk daözellikle 1960’lar ve 70’lerTürkiyesine
tutulmuş projektörünaynadan vesinema tarihimizden yansımasıdır...
Şu
hayattabazı isimlerin etrafında büyük fırtınalar kopmaz...
Yaşarken
, hak ettikleri haldebol
keseden övgülerle de anılmazlar....
Hatta
uzun süre görmezden gelindikleribile olur..
Ancak
yine de bu insanlar emek emek bir yere gelir zaman içinde..
Hayat
bu insanlar için çabalarının karşılığını
adım adım aldıkları bir imtihan yeri olur...
Adı
, çalışmaları ,eserleri ve hayatıüzerinde her zaman saygıyla sevgiyle minnetle
söylenecek çok cümlelerimizin olması gereken Aziz Nesin ; çok az bilinen muhteşem şiirinde anlayana çok şeyler söyler ;
“Hiç
kimse buyur etmedi beni,
Bu
dünyada hiçbir yere.
Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek,
Bütün
engelleri göğüsleyip yıkarak,
Buyrun
dediler o zaman incelikle,
Buyur
ettiler
Ve
Buyurdum.
Elimden
geldiğince görevimi yaptım.
Gülümsedim
hıçkırıklarımı boğarak,
Sonunda
kimsenin yorulmadığı denli yoruldum.
Artık
kapılar açık kalsın,
Bundan
sonra gireceklere.
Şimdi
dinlenmeye gidiyorum,
Hoşcakal güzel dünyam....”
diyerek....
12
yıl önce yine bir Mart ayında , ayın 25’inde 53 yaşındayken aramızdan ayrılan şarkıcı
/ yorumcu Esmeray da çok hak etmiş olmasına rağmen adı
üzerinde coşkulu cümleler kurulan bir isim olmamıştı hiçbir zaman...
Esmeray
geçlik yıllarında tiyatro ve sinema sanatçısı olmuş,çabalarının bir sonucu olarak da Neriman
Altındağ Tüfekçi'nin yönettiği koroda müziğe adım atmıştır.
İlk
çıkarılan plakta adı bile olmayan Esmeray yalnızca bir kez yapılan toplu
iğne beste yarışmasında birinci olduktan sonra da uzun süre görmezden
gelinmiş, şarkıları denetim engeline takılmıştır tekrar tekrar.
Bu
yarışmada birinci olunan beste Esmeray Diriker’in eşi Şemi
Diriker’e aitken şarkı da yıllar sonra unutulmazlar arasına girecek
olan çalışmadır;
‘Boğazında
düğümlenen hıçkırık olayım
unutma beni, unutama beni....”
Unutama
Beni şarkısı,iyi
olan her şey gibi zaman içinde nasıl bütün engelleri aşacaksa , yıl
1977 olduğunda da bir başka şarkıyla sonuna kadaraçar tüm kapıları Esmeray ve anadoludaki
her evden içeri girer...
Gel
tezkere, gel tezkere bitsin bu gurbet
evde baban bacınanan yüzüne hasret
yolunu gözleyen yarin yüzüne hasret .....
mısralarıyla
başlayan şarkıdır bu...
Hayat
;şu dünyada yaşarken dehiç de adil ve bonkör davranmadığı Esmeray’ı
daha ellili yaşlarının başındayken adı ölüm olan ikizine emanet
verdiğinde tarih 25 Mart 2002’dir ve bundan 12 yıl öncedir...
Ancak
bugün bile hemen herkesiçin çok anlamlı
şeyler ifade eder Esmeray ismi , özellikle de biz orta yaşlılar için...
Esmeray’dan
da geriye emek emek yaşanmışfinali çok
erken olmuşbir ömür ve hepimizin insan
tarafına seslenenşarkılar
kalır...
Şu
kavanoz dipli dünyada, şarkılarla da
olsa hala anılmak da hiç de az bir şey değildir...
Güzel
kızarmış patatesin yanında yayık ayranı mı içeyim , salata mı yiyeyim, kolanın yarenliğine
mi sığınayım diye sorarken bile zihniniz bir seçim yapar..
Hafta
sonunda , çoluk çocuk sohbet edeceğimiz bir diyara mı gidelim yoksa devasa mezarlar
olan alışveriş merkezlerinde para harcama kapasitesi olan mutlu aile tablosu mu
çizelim yüz yetmiş yedinci kez (!)diye sorarken de aklınız bir seçim yapar...
Seçim
iyidir....
Seçim
yapmak da iyidir...
Dostlarla
biraraya gelip iki lafın belini kırmak mı yoksa tek kişilik masanın başında
yudum yudum demlenmek mi olsun tercihim diyen gönlünüz de bir
seçim yapar sonunda...
Bizim
gibi,insanların birbirlerini tanıyarak
sevmelerinin önüne töre ahlak namus diye diye bin
bir set koyan toplumlarda da daha çok kadınlar ve genç kızlar kendilerine
talip olan erkeklerin hali pür melalini eni konu kıyaslayarak bir tercihte bulunurlar...
Seçim
yaparlar yani...
Hoş
, bu seçimler çoğu zaman aradan kısa bir süre geçince battala(!)çıkar...Çünkü evliliği bir kadınla isteyerek ve eşit
şartlarda dönüşe dönüşe yaşamak yerine bir kadına sahip olmak sanan neandartal
adamlar“köprüyü geçene kadar” dünyanın
en munis insanı olarak görünseler de aradan üç beş vakit geçince maskeler düşer
ve ilişkiler genellikle ya karakolda biter ya da hüzün tünellerinde güm diye
duvara çarpar...
Amirler
müdürlerkıdemli memurlar da sever
tercih yapmayı...
Bir
iş yapılacaksa , yaptırılacaksa en az itiraz edecek olanı , söyleneni
sorgulamadan baş üstüne koyacak olanıtercih etmek (!) adettendir....
Matematik
ve Mantık biliminin en temel kanunlarındandır ;
“Yaptığınız
her seçim ,
verdiğiniz
her karar
diğer
seçenekleri
aynı anda boşa çıkarır....”
Kızarmış
patatesin yanında ayran içmeyi yeğleyen zihin diğer seçenekleri elemiştir
saniyeler içinde tıpkı dostlar arasında “geyik muhabbeti” yapmak yerine
kendi kendine kalarak iki yudum içmeyi yeğleyen gönül misali...
Karşısına
oturup aval aval bin bir türlü mevzuu like / dislike yaptığınız şu
bilgisayarlardaki bütün işler bile elektronik olarakkesin tercih mantığıyla çalışır...
Hem
de en basit haliyle evet ve hayır
diyerek...
Evet
ve Hayır’ın matematik ve mantık bilimindeki karşılığı
p veya q /1 veya 0‘dır...
Sanılanın
aksine ;
Hayatta
çok tercih çıkmaz önünüze...
Hayat
size tercihler sunmaz bonkörce...
Tercihlerin
sayısını hakiki manada artıran yalnızca sizin
emeğiniz çabanız ve mücadele gücünüzdür...
Hayattaki
tercihleriniz de ödeyeceğiniz bedelleri
göze alırsanız yalnızca size aittir ve sizi ilgilendirir...
Sosyoloji
biliminin en temel kanunlarındandır ;
“
toplumlar ortak karar vermeleri istendiğinde
tercihlerini
çok farklı saiklerle yapar...”
Adam
Smith’in insanlığın başına bitip tükenmezleviathanlarısaran ve neoliberal politikalarınamentüsü yapılan “görünmez el” teorisi
biraz da bu çarpıtılmış gerçeği tepe tepe kullanmanın arsız iktisadi gerekçelerini
üretmeye dayanır...
İnsan
da bütün canlılar gibi yaşadığı her an yeni tercihler yapmaya zorlanır...Oysa yaşayan
milyarlarca insanın gerçekte çok azı bilir ki , tercih etmek zorunda kaldığı
seçenekler büyük oranda aynı kalın bağırsak ürününün morcivertidir...(!)
Anlamayanlar
için örneklersek ;
İstikameti
çoktan belirlenmiş bir taşıtın içinde oturduğunuz koltuğu belirlemeniz
gerçek bir seçenek görünse ve sizi mutlu etse de bu durum aslında
zahiridir / sanaldır..
Çünkü
otobüsün hangi koltuğuna oturacağınıza karar vermeniz gideceğiniz yeri asla ve
kat’a belirlemeniz değildir ki ...(!)
Bir
de hiç unutmayın ;
“yaptığınız hiçbir tercih sizin sonsuza
dek mutlakınız değişmeziniz değildir...”
Günün
birinde yemek seçenekleriniz, tuttuğunuz takım , oy verdiğiniz parti, yıllardır elini
tuttuğunuz insan , kapısından içeri girdiğiniz işyeri , selam verdikleriniz, hatta içtiğiniz
çayın demi, sigaranın markası bile değişebilir...
Hatta
zaman zaman değişmelidir de...
Mesela
bu blogu takip edenler iyi bilir ki ; benim bir Erhan Dayım vardı...
Bin
yıl önce (!) iki bekar adam olarak birbirimize dayı / yeğen ve can yoldaşı olurken
İstanbul Levent’teki evde , işleri de bölüşürdük...
Çorbayı
Erhan Dayım pişirirdi...Sofraya tabaklara ben koyardım..
Bir
gün yine çorba vakti geldiğinde efsane kaleci Cihat Arman’ın büyük
halama hediyesi tarihi kaseleri koyduğumda sofraya niye tabak koymadın da kase
koydun diye sormuştu Erhan Dayım bana dört yüz seksen üçüncü (!) kez....
Ben
de biraz sitem çokça da sevgiyle “yahu Erhan Dayı artık bir karar ver şu
çorbayı kasede mi içeceğiz tabakta mı ...tabak koyuyorum kase diyorsun kase
koyuyorum tabak diyorsun “demiştim
de , 57 yaşında kalp krizinden küt diye
ölmeden aylar önceki o diyalogdagözlerini
deli deli belerterek bana şöyle demişti ;
“
oğlum şu dünyada
bir
deliler bir de ölüler
fikir
değiştirmez...
zamanı
geldiğinde
fikir
değiştirmek iyidir...”
O
günün üzerinden onlarca yıl geçti, 1000 yaşında adam oldum...
Ama
Erhan Dayım’ın gözlerini belerte belerte kurduğu bu cümlelerin gerçekliğini ve haklı olma ihtimalini hiççç unutmadım...
Size
de hatırlatayım istedim ey nazenin okurlarım...
Ne
diyordubüyük şair Nazım Hikmeto unutulmaz şiirinde;
“... memleket mi
yıldızlar mı
gençliğim mi
daha uzak...”
İnsan,
iş için , eğitim için uzaklara
düştüğünde memleketini özler...
Çok
özler...
Bir
dostumun yıllar yıllar önce, vatanına yeni döndüğü bir İstanbul gecesinde kurduğu
“biliyor
musun insan şu ülkenin sokaklara dağılmış çöplerini bile özlüyor...” cümlesini
hiç unutmadım mesela ben 20 küsur yıldır...
Gençlik
yıllarında bazen yaşananlara , olan bitenlere bakıp bakıp kızgınlıkla“ gideceğim buralardan ” demek kolaydır da , edilen cümleler gerçeğe döndüğünde vatan özlemi gençlikte bile
çok ağır gelir....
İnsan
uzaklara düştüğünde memleketini özler...
Çok
özler...
Çünkü
özlediği hem vatanıdır, hem sevdikleridir hem de en çok içine doğduğu kültürün kokusudur, ruhudur, sesleri
görüntüleridir...
Tüm
bunları bilerek yazmıştırEdip Cansever ;
“insan
yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna toprağına benzer...”
dizelerini...
Türk
edebiyatının en hakkı yenmiş isimlerinden olan Bekir Yıldız’a bir kitabının
ismini “Almanya Acı Vatan ”koyduran da aynı memleket
özlemidir...
Memleketinin
, yıldızların uzağına düştüğünü bilmek acıdır...
Ama
bir de umut vardır...
Bir
gün memleketine , sevdiklerine kavuşmanın umudu vardır..
İnsanlığın
bir gün yıldızlara ulaşacağı hayalinin de büyüsü vardır...
Ama
çocukluk , gençlik gitti mi gider...
Önce
tay tay adımlarla sonrasında da koşarayak gider hem de...
Mesela
bizler için de artık çocukluk
da gençlik de yıldızlar kadar uzak...
Çoğumuz
40’lı yaşların ortasını geçti , kalanlar da ha geçti ha geçecek durumdaz..Kimimiz 50’lerin
durağındayız çoktan...
Üniversiteli
olan , master doktora yapan , hatta evlenen çocuklarımız var...
Oysa
çocukluk , ilk gençlik yıllarınıözellikle 1970’lerdeyaşayanlar iyi hatırlar; üzerlerine
yün minderlerin konduğu somyaları, divanları, üstü dantel örtülü kocaman
radyoları, kaçmış çoraplardan yapılan paspasları,misafirden misafiregirilmesine izin verilen gizemli odaları.
1970’lerin
Türkiyesi üzerinde uzun uzun yazıp çizilecek, anlatılacak kadar zengindir,
latiftir ve uzaktadır...
Yıldızlar
kadar uzaktır....
Hepimizin
çocukluk ve gençlik yılları kadar uzaktır...
1970’ler
zengindir çünkü yokluğun, yoksulluğun getirdiği bir dayanışma vardı insanların
gönüllerinde....
Latiftir
çünkü kocaman bir toplum tüketimin büyüsüne bu kadar körü körüne ve bin hevesle
teslim olmamıştır daha...
Nesneleri
çok kolay tüketmeyi öğrendikçe kaçınılmaz olarak insanlar veilişkiler de bundan payını alacaktır ama
bunazaman vardır.
O, 80’ler ve özellikle1990’lar ve sonrasının meselesidir çünkü...
Akşam
gezmeleri hemen hemen tüm ailelerin olmazsa olmazıdır 1970’lerde...Çocukların
gelen misafire hoş geldiniz demek zorunda olması ve kendilerine bin yıldır
değişmeyen ‘okul nasıl’minvalince
yöneltilen soruları cevaplarken ayaklarına ve çoraplarına bakması da...
Ayfer
Tunç, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecekisimli kitabıyla hem o
günleri akide şekeri tadında anlatmıştır yıllar önce hem de toplumsal belleğimize hatırlı bir miras
bırakmıştır...
nezlelikarga isimli
blogundaki yazıları ustalık emeği olan Alkım Doğan da bir yazısına şöyle
başlamıştır aylar aylar önce ;
“Somyaların
üzerinde yanyana dizilmiş çocuk bacakları...
Bekliyorlar,
şekerliklerin, terliklerin, örtülerin yanında bekliyorlar.
Çantalar
haftanın beş günü okula reçelli ekmek taşıyor.
Bir
de kitap, bir de ayakta zor duran harfleri taşıyor.
Çantalar
sıkı sıkıya kapatılıyor....”
Alkım
Doğan imzalı nezlelikarga isimli blogdaki bu
yazıyı ve başka yazıları okuyanlar için anlatılanlar tam da 1970’lerin Türkiye’sinin
tarifidir...
1970’ler
çocuk kalmış ya da çocuk bırakılmış bir toplumun bir daha asla geri gelmeyecek
günleridir aslında.
O
yüzden naiftir, içten pazarlıksızdır, komiktir, hüzünlüdür amagerçektir...
La
Mourisse imzalı Kırmızı Balon romanının çocuk
kahramanı Pascal’ınuçup giden
balonu için dolu doluağlaması
kadarsahihtir...
Belki
sobanın üstünde kurutulan mandalina kabuklarıdır, belki tıslayan bir
çaydanlıktır, belki kardeş kardeş yatılan sobasız bir odada daha az üşümek için
birbirine sarılarak uyumanın tarifsiz tadıdır 1970’ler...
Bir
de aranjmanları vardır 1970’lerin kimi unutulan kimi hala hatırlanan, kimi film
müzikleriyle üstündeki tozu silkeleyip gün ışığına çıkan...
Çünkü
1970’ler artık en çok filmlere, dizilere meze olan masumiyet Türkiye’sinin
siyah beyaz, karlı, flu, Kaf Dağı’nın ardında kalançocuk yüzünün resmidir...
1970’ler
de o
çocuk yüzleri gibi gitmiştir....
Vebir daha
asla
ama asla geri gelmeyecektir....
( murat örem / 2012 - 13 mart 2014 /
ankara....) - meraklısı için not : nezlelikarga.blogspot.com / Alkım Doğan fotoğraf : "La
Mourisse / Kırmızı Balon" kitabı