aktör
erhan
dilligil dayımın evinde de kıymetli kitaplar vardı…
en
az yüz yıllık ceviz kitaplıkların içinde dururlardı sıra sıra…
milliyet
sanat dergilerinin 1970’li yıllardaki baskıları da ciltlenmiş
olarak bakardı raflardan, annesinin yadigarı
ıstanbul levent’teki 5. basın sitesindeki evinde erhan dayımın…
kendi
kitaplarının dışında, babasından ve annesinden kalan iyice yıllanıp hem sararıp
hem kıymetlenmiş kitapları ayrı tutardı erhan
dayım…çünkü anne babası olmalarının yanında her ikisi de türk tiyatro tarihinde sahnede ve hayatta çok şey görüp yaşamıştı…
babası
avni
dilligil’di
erhan dayımın…
annesi
bizim de büyük halamız olan aktris nezahat
tanyeri’ydi…
halası,
türk sinemasının unutulmaz kadın oyuncusu aliye rona’ydı….
tiyatro
ve sinema tarihimizin
kıyısından
geçen herkes için
bugün
bile bu üç isim
yeterince
kıymetlidir…
manidardır…
etkileyicidir…
unutulmazdır…
erhan
dayım, 1991
yılının başında küt diye son kalp
krizinden gittiğinde daha 57 yaşındaydı…bir koltukta televizyon karşısında
ölüsünü bulduklarında elinde son yazdığı bir oyun tekstini tutuyordu/muş…öğlene
doğru çoktan soğuyan bedenine bakılırsa gecenin ilerleyen
saatlerinde göğüs ağrısıyla uyanıp televizyon karşısına geçmiş , eline yazdığı metni
almış ve mukadderatını(!) yaşamıştı…laf
aramızda , o mukadderatı bir an önce yaşamak için de az emek harcamamıştı günde 2-3
paket sigara , on fincan kahve içerek…ayrıca ömrü boyunca düzensiz beslenerek
ve geçirdiği ilk kalp krizinin ardından kendisini bekleyen geleceğe hiç tınmayarak…
çok
garip ve çok güzel adamdı erhan
dayım…
“ağaçlar
gibi ayakta ve tek başına ölmek lazım” derdi durup
dururken…ne zaman kulise girse “merhaba şehir tiyatroları merhaba…”
cümlesiyle yankılandırırdı sahne duvarlarını ve aktör dostlarını…gecenin üçünde
levent’ten taksiye atlayıp boğazda acem kahvesi içmeye giderken bizi de
götürürdü yeğenlerim gelmiş evde durmak olmaz diye diye…
tiyatrocu
arkadaşlarına beni tanıtırken yeğenim siyasal (b)ilimlerde okuyor…vali
diplomat olacak deyiverirdi benim adıma…oysa benim hiç umrum değildi
vali diplomat olmak…ben okumaya, yazmaya, kitaplara, akıllı ve güzel genç kız yaşıtlarımla sohbet etmeye, sokaklarda
yürümeye, onlara şiirler okumaya , iyi müzikler dinlemeye ve daima yeni şeyler
öğrenip öğretmeye aşık bir adamdım ve
allah için başka bir şey olmaya da hiç niyetim yoktu…
ama
erhan dayım benim adıma kararını vermişti…!!!
internet
minternetin daha hayalini bile kurmazken 1980’lerde, ganyan bayii arkadaşı
turgut’u telefonla arar telefon siparişiyle online altılı
oynardı…sonra da bana döner oğlum bunlar oyun, at koşar baht kazanır…kendini
oyalamayı bileceksin…hayat .iktiri boktan dibi delik bir kavanozdur…çok da
umursama bu daly….k dünyayı…derdi…ayın
sonuna doğru parası bittiğinde sahnelerin ve yılların haldun abisini arar parasızlıktan dertlenir ve hep “ah
erhancım bende de yok şekerimmm, bende olsa lafı mı olur” cevabını
alırdı.. kibarca hayır cevabını
alacağını bile bile her seferinde arardı…telefonu kapattığında da “ata
yadigarı dostlara küsülmez…öyle dediyse inanmak lazım” derdi…
ek hesap mek hesap bilmezdi daha türkiye o günlerde…
paranız
bittiğinde birinden borç almanız da mukadderattı…!
bu
gibi durumlarda öğrenci halimle çok borç vermişliğim vardır erhan
dayıma…risksiz bir borçluydu çünkü…kredibilitesi yüksekti…5 aldıysa
benden, ikimiz de bilirdik iki gün sonra 10 olarak vereceğini…
ama
yine de borçlu öldü bana erhan dayım…
yazının
başında sözünü ettiğim ve ölürken elinde tuttuğu oyun teksti kendi yazdığı /
uyarladığı son oyunuydu erhan dayımın…ömrü vefa etseydi yıllarca sürecek tek kişilik bir tevfik fikret oyunu
sahneleyecekti…ve işte o oyunu yazmak için ölümünden kısa süre önce benden aldığı
kitapların arasında çok zor bulunan tevfik fikret kitaplarım da vardı…çoktan kağıt hamuru yapılmadıysa şimdi kimbilir kimlerin elindedir
o kitaplar…erhan dayım bana borçlu öldü
derken elbette ironi yapıyorum…işi, alacak borç hanesine vuracaksak borçlu olan
bendim…çok şey öğrenmiştim erhan dayımdan…hiçbir şey öğrenmesem bile
ağız dolusu “ merhabaaa…” demeyi öğretmişti bana...
kedileri
ve kadınları çok sevse de, ikisine de
hiç güvenmezdi…
bana da yapardı bu iki konuda kesin uyarılarını...
çok
genç yaşında başından geçen ve kendisini hatırlı bir tribülansa sokan bir kırık
aşk hikayesinin ve çocukluğumuzun huriye yengesiyle yaşadığı neredeyse on yıla yayılan boşanma tecrübesinin de muhtemelen bu duygularını kemikleştiren
tarafı vardı…
bohemdi
rinddi mütevazıydı ama bir yanıyla da hiç esnemeyen keskin duruşu sert
köşeleri vardı erhan dayımın…ben gençliğin toyluk ve rahatlığı bir de tabi çiçeği
burnunda siyasal bilgiler fakültesi öğrencisi olmanın iddiasıyla(!) onunla karşılıklı sohbetlerimizde ülkede olan biten
çok şeyi eleştirirken önce köh köh öksürür sonra gözlüğünün üstünden bakarak
bana “ oğlum murat, senin bu itiraz eden
aklını seviyorum ama hiç unutma; devletsiz , ordusuz, inançsız, bayraksız ve Atatürksüzzzz olmazzz “ derdi, “z” harflerinin üstüne üstüne basarak…ben de “dayı
şimdi nereden çıkarıyorsun bunları benim meselem bu saydıklarınla değil ki, en az senin kadar benim için de tartışılmaz ve
çok değerli bu kavramlar ama devlet de vatandaşını bu kadar gereksiz yormamalı,
vatandaşlarını küstürmemeli…Atatürk’ü iyi tanımalı yaptıklarını iyi bilmeli….derdim…
bu
konuşmaları taa 1980’lerde de yapardık…!!!!!
sahnede
aktör olarak görevli olduğu geceler eve geç gelir , bir kadeh rakısının yanında
önündeki mezelerden çöplenirdi…perşembe geceleri asla açmazdı yeni rakının
kapağını…yok yok yeni rakı değil altınbaş rakının kapağını...
dindar
bir adam değildi…
dine
karşı bir adam hiç değildi…
dinsiz
bir adam zinhar değildi…
bir
toprağın vatan olması için ne bedeller
ödendiğini bildiği ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki o tarifsiz ışığı yaşadığı
için Atatürk hayatının en kıymetlisiydi…tarihi ceviz oymalı
yemek masasında karşılıklı oturup yiyip içtiğimiz gecelerde dublelerin sayısı
arttıysa duvardaki çerçeveyi eliyle gösterirken sesini daha da çatallı ve
kararlı hale getirir “ taşınıp gittiğim her eve ilk önce bu resim
girdi...hep böyle oldu…böyle olacak…evimi terk
edip anamın evine gece yarısı paldır küldür gelirken yanıma bir tek bu
resmi aldım ” derken gözleri buğulanır, yanaklarında ıslaklık olur ve sigarasından çektiği nefes adeta dünyayı
içine alırdı…
erhan
dayımın eliyle gösterdiği çerçeveyi ve içindeki resmi ben
de çok severdim…resim, siyah beyaz bir
fotoğrafın 80/120 cm ebadında büyütülmüş
haliydi…panama modeli giysilerin içinde çok kararlı ama çok yorgun bir bakışla
dünyayı süzen yüz , elindeki sigarasıyla
birlikte elbette Atatürk’e aitti…
1934
doğumlu erhan dayım, Atatürk
öldüğünde daha dört yaşındayken annesine dönüp dönüp şu soruyu sormuştu büyük
halamızın yıllarca anlattığına göre ;
“
anne, bayrak kime kaldı…atı kime kaldı….”
çok
iyi resimleri vardı erhan dayım’ın elleriyle yaptığı, onlarca….
iyi
kitapları vardı erhan dayım’ın, çok emekle derlediği…
57
yaşında öldüğünde hiç çocuğu yoktu erhan dayımın…
kadın
arkadaşları vardı ama karısı yoktu…
babası
avni
dilligil annesi nezahat tanyeri çoktan ölmüştü…
halası
aliye
rona’nın bir bakımevinde şiddet görerek ölmesine yıllar vardı…
ama
farklı anneden olan kardeşleri yaşıyordu
erhan dayımın…
ve
içinde annemlerin de olduğu anne
tarafından yeğenleri…
erhan
dayım öldüğünde ben 23 yaşında toy bir adamdım…
ankara’dan
bir gece treniyle apar topar gitmiştim cenazesine…
sisli
karlı bulutlu pis bir ocak günüydü…
erhan
dayım öldüğünde ben evli ve çocuksuz bir
adamdım…
“
bu kadar yorucu, bu kadar kötü bir
dünyada asla çocuk sahibi olunmamalı"
diyen kibirli, ukala ve bilgiç de bir adamdım…
-laf
aramızda;
hala
çok kibirli ve çok ukala
hatta bilgiden aldığım güçle eni konu egoist olduğumu düşünenler
hiç
de az değildir !!!-
yıllardır
zihnimdedir şu soru;
erhan
dayım ölünce, o
birbirinden değerli resimleri ne oldu…
kimlere
kaldı…
kimler
aldı ,
kimler
sattı,
kimler
kıymet bildi …
bilmiyorum…
o
resimlerle ilgili tek bildiğim şudur ki ; 1989’daki evliliğimde nikah şahidim
de olan erhan dayım çok şık bir nevresim takımının yanında bir de tablosunu hediye etmişti bana, hala gözüm gibi sakladığım…
yıllardır
zihnimdedir şu soru da ;
erhan
dayım ölünce o birbirinden değerli kitapları ne oldu…
kimlere
kaldı…
kimler
aldı ,
kimler
sattı,
kimler
kıymet bildi …
bilmiyorum…
ama
kitaplarımla ilgili bildiğim şudur ki;
ben
öldüğümde
hiç
olmazsa imzalı imzasız kitaplarım
erhan
dayımın kitapları gibi
meçhul
bir akıbete yelken açmayacak…
kapanın
elinde kalmayacak…
internet
sahaflarında üç paralara gitmeyecek…
bir
kamyonetin kasasında kağıt fabrikasına boynunu uzatmayacak…
bunların
hiçbiri ol-ma-ya-cak….!!!
nereden
mi biliyorum ?
nasıl
mı bu kadar eminim ?
arda’dan
sözünü aldım çünkü…
günlerdir
evin içindeki binlerce obje ve kitapla cebelleşirken arda’yla,
mola
anlarında içerken oğlum arda erhan’ın bol köpüklü türk kahvelerini,
kitap
ve kitap tozu dolu onlarca rafın altında iki büklüm olurken
kitap
/ kağıt / obje ayıklama anlarında kah gülüp kah
ince ince didişirken
her
yer kağıtların küreklerin kitapların arasında harman yerine dönmüşken raflardakiler
yetmezmiş gibi bir de yeni kitap kolileri
eve baskın yapmışken
ve küçük oğlum arda erhan’ın
“baba
sen hakikaten arıza bir adammışsın…
ne
lan bunca kitap….kağıt kürek …
dışkısını çıkarmışsın bu işin ”
dışkısını çıkarmışsın bu işin ”
cümlelerini dinlerken
bir
anda pat diye lafını kesip ;
“söz
ver bana arda erhan “
dedim ve ekledim;
dedim ve ekledim;
“biliyorum arıza olduğumu…
millet
başka kağıt bırakır…
kağıt
diye para bırakır,
tapu senedi bırakır
ben yayıntı bırakıyorum…
tapu senedi bırakır
ben yayıntı bırakıyorum…
ama
ben öldüğümde
bu kitapları öksüz bırakmayacaksın/ız….
bu kitapları öksüz bırakmayacaksın/ız….
evlenince karının,
evde yayıntı, kitap tozu, kağıt kürek istemiyorum
mandalcıya leğenciye ver bunları
cümlesine teslim olmayacaksın…
evde yayıntı, kitap tozu, kağıt kürek istemiyorum
mandalcıya leğenciye ver bunları
cümlesine teslim olmayacaksın…
ve
vakti saati geldiğinde
indirirken o derin dünyaya beni,
indirirken o derin dünyaya beni,
yanıma
kaşla göz arasında
bir oğuz atay kitabı
mutlaka iliştireceksin…
bir oğuz atay kitabı
mutlaka iliştireceksin…
söz
mü ?..."
arda erhan
bu….
kalır
mı lafın altında…
gelir
mi ince duygu gıdıklamalarına…
neler
gördü 18 yıllık ömründe….
“olmaz
baba…
söz
değil baba ”
dedi
yekten….
ve
ekledi;
“
aziz nesinsiz
olmaz baba…
olmaz baba…
bir
kitap da
aziz
nesinden
koymayacaksam
yanına
olmaz
baba….”
“şimdi
pek güzel oldu işte ardam…
unuttuklarımı
işte böyle tamamlayacaksın ….”
dedim….
ve
ince bir sızıyla
rıfat
ılgaz’ın şu güzel mi güzel şiiri geçti
saniyeler
içinde zihnimden ;
geride
kalanlara ne bırakacağım,
çocuklarıma,
onların da çocuklarına?
olsa
olsa
karadeniz'den payıma düşeni…
beş on evlek yer gökyüzünden.
ne
vermek istedimse sağlığımda,
ne
veremedimse,
gizlenip
kaçışlardan.
biliyorum
bu yüzden
yokluğumu
çekmeyecekler,
hep
yaşıyormuşum gibi gelecek onlara
biraz
ötelerde, uzaklarda.
babamız
diyecekler, dedemiz,
dur
durak bilmezdi,
dert
nedir, tasa nedir bilmezdi…
neyi
bildiğimi bilmeyecekler.”
onca
utanmazlık , haksızlık ve yalan içinde akan zor zamanların ardından, artık çoktan gönül huzuruyla bağışladığım ama basitliklerini
asla affetmeyeceğime dair bir nafile insan sayfasını çoktan kapatmışken “ insan çocukluğunu, gençliğini, ömrünü
verdiği kitaplarının akıbetinden kaygılıysa , dünya ne kadar berbat bir yer olsa da mutlaka vakti
zamanında arda erhanların umur örsanların babası olmalı…” cümlesini kurdum…
kitap
kolilerinin arasında arda’ya seslenerek , yap bakalım üzerinde kırk nallı atların
yürüyebileceği kallavi bir arda kahvesi de,
içelim baba oğul karşılıklı dedim...
bu yaştan sonra muhtemelen hiç olmayacak tapu senetlerimin arasında, otuz yıl , yirmi yıl öncesinin yüzlerce gazete kesikleri, dergi sayfaları ve on binlerce kitap yaprakları keşmekeşinde gezmeye başladım ; doksanların başında yayınlanan oğuz atay özel sayısının mavisinde kaybolan zihnim yolculuğun sonunu da deli gibi merak ederek bakarken etrafa, erhan dayımı bir kez daha bir kez daha bir kez daha özlemle andım…
bu yaştan sonra muhtemelen hiç olmayacak tapu senetlerimin arasında, otuz yıl , yirmi yıl öncesinin yüzlerce gazete kesikleri, dergi sayfaları ve on binlerce kitap yaprakları keşmekeşinde gezmeye başladım ; doksanların başında yayınlanan oğuz atay özel sayısının mavisinde kaybolan zihnim yolculuğun sonunu da deli gibi merak ederek bakarken etrafa, erhan dayımı bir kez daha bir kez daha bir kez daha özlemle andım…
(
murat örem / 03 mart 2016 / ankara….)
TAŞKIN ÖREM:Yazını hislenerek okudum.Dayının yaşadığı yıllara günlere gittim.Kitap sevgini zaten biliyordum.Ama bu yazında düşüncem perçinleşti.Arda'mızın sana verdiği cevap da çok güzel,bu da babasını ne kadar iyi tanıdığını gösteriyor.Ulaşmayan maillerde RAPAY yazını paylaştığımı 2 paylaşım,20 kadar beğeni 4-5 tane de yorum aşdığını yazmıştım.Foto istemek için Umur'un mail adresini istemiştim.Ama bende varmış.Sevgiyle öpüyoruz.
YanıtlaSilMurat Bey merhaba;
YanıtlaSilİnsanın kitapla arkadaşlığında ortaya çıkan, orada varolan yanı, hayatta başka hiçbir kişiyle, nesneyle yaşanamıyor... Onun için çok özel bir ilişki kitaplarla ilişkilerimiz, bizi kimsenin bütünleyemeyeceği şekilde bütünleyen...
Onlardan ayrılacak olmanın hüznü, Aşık Veysel'in sazına vasiyetindeki hüzne benziyor...
Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikâr etme
Lâl olsun dillerin söyleme yâda
Garip bülbül gibi ahu zar etme
Bahçede dut iken bilmezdim sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkâr etme
Sen petek misali Veysel de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma
Kendimizi en çok bulduğumuz nesneler: kitap ve bir saz; adeta kendimiz olmuş bu nesnelerden ayrılmanın hüznü, acısı, akıl almazlığı, anlaşılamazlığı... ve onları bırakıp gidiyor olmanın telaşı...
Sevgi ve saygıyla
Kemal Atalay
kemal bey dostum ;
Siliki haftada beş bin kitabı üç bin kitaba indirdim...
iki bine yakınıyla vedalaşırken gözümü bile kırpmadım...
demeyi çok isterdim :)))
her birini elime aldım...
tozlanmış hallerine söylendim...
onlara tonla para yatıran halime de söylendim :)))
sonra kalan üç bin kitabı bir evden bir eve taşıdım....
sayıları 5 olan taşıyıcılar acıyarak baktılar...
bunca kağıt yığınının ararsında hem kendilerine hem bana...
ama değdi...
çok güzel bir kitap odam oldu...
emek emek dizdim hepsini...
içlerinde sizin yazıp bana imzaladığınız da olan...
eksik olmayın...
çok sevgi çok selam...
murat örem....