2010
yılıydı…
kızılay’dan
sıhhiye’ye çalıştığım yere yürüyordum…
dil
ve tarih – coğrafya fakültesinin önünde simit satan bir çocuk gördüm…
fakültenin
bahçe duvarına adeta uzanmış elindeki gazetenin bulmacasını çözüyordu…
simitçi
çocuğun, bulmaca çözmeye çalışan yüzünde
tarifsiz
bir keder , yorgunluk ve umutsuzluk
vardı…
yarınsızlık
, geleceksizlik , benneyapabilirimki duygusu vardı…
büyük
oğlum umur’un o zamanki yaşına denkti, en fazla 15 - 16 olmalıydı….
yanından
geçerken ışık hızıyla üşüştü fikirler ve çelişkiler zihnime…
hayat
benim büyük oğlum umur’a
nispeten
çok daha güvenli bir ev,
anne
babanın kardeşin olduğu bir aile
nitelikli okullarda eğitim
çok
iyiye yakın düzenli maddi gelir
ve
dünyayı görme imkanı sunarken
simitçi
çocuğa bambaşka yüzünü göstermişti…
2016
yılıydı…
13
marttı…
dündü…
sabahın
alacasında kalktık arda’yla…
küçük
oğlum arda’nın üniversite giriş sınavı vardı çünkü…
şehrin
dışındaki üniversite kampüsüne gittik…
onlarca
yıllık geçmişine ve ülkenin tarihteki en büyük üniversitelerinden olmasına ve
devasa bir alana oturmasına rağmen, gelen insanları yeşiliyle, çevre uyumuyla , kültür sanat estetiğiyle kucaklayan sahiplenen bir hali yoktu
üniversite kampüsünün…oysa on yıllar içinde oya gibi işlenebilirdi bu
kampüs genişleyen her yöresiyle…çiçekler heykeller spor kompleksleri
fışkırabilirdi adım başı…
koskocaman
bir arazide
betonarme
biçimde onlarca onlarca yapı vardı…
bol
bol asfalt yol vardı…
sayısı
çok çok özel güvenlik vardı…
-daha bir gün önce viyana
üniversitesinin yüzlerce yıllık avlusunun fotoğrafını görmüştü gözlerim, adeta tarihten çıkmışçasına estetik olan,
hayatın , sanatın , kültürün ve insanlığın ışıklı yüzünü gösteren…
aradaki estetik ve kültürel fark
sanatsal uçurum o kadar acıtıcıydı ki…-
saat
sınav için akarken kampüsteki ‘city’ de iki lokma
yedik…
türkçenin güzelliği arasında buranın ingilizce şehir anlamına gelen ‘city’
olması da ayrı bir hüzündü anlayana…
ve
sonra arda sınava gireceği salona gitti…
ben
elimde bir tomar gazete yüzlerce anne babanın arasında binaların önünde kaldım…
bir
ağacın altına iliştim , gazetemi açtım,
sigaramı yaktım…
hayat
bana da beklemenin sabretmenin ilmini yaptırmıştı…
sınav
bitene kadar hem gazetelerimi okuyacak hem de bekleyecektim…
derken
bir bağrış çağrış…
sınava
girecek her bir çocuk başına dört büyüğün düştüğü(!) anne babalar, kazık kadar çocuklarını beklemeye başlamaya daha
bismillah derken hemen birbirine girmişti…
oysa
sınavın başlamasına daha yarım saat vardı…
incir
çekirdeğini doldurmayan bir mevzuydu….
bir
arabanın içindeki küçük bebek o arabanın kornasına basınca veliler bebeğin anne
babasının üzerine yürürken hırsla nefretle söyleniyordu çocuklarımız evlatlarımız rahatsız
olacak, incileri dökülecekkkk (!!!) diye…
içlerinden
bazıları bu bebeğin anne babasının provokatör olduğunu bile ileri sürmeye
başlamışlardı…
akıl
yine baştan uçup gitmişti….
onlarca
insan bir kornanın çıkardığı sesin üzerine hemen birbirine girmiş ortalık arı
kovanı uğultusunun ötesine geçmişti…bu uğultu arasında arabanın içindeki bebek
tekrar kornaya bassa kimse o sesi duymayacaktı artık…
oysa
bütün tantana (!!) bu korna sesinden başlamıştı…
ortalık
saniyeler içinde nasıl alevlenmişse bir iki dakika içinde kendiliğinden ve
nedensizce adım adım sakinleşti…bu kez de herkes yanındakine dönerek ağzını
doldura doldura “biz adam olmayız…” demeye başladı…
insanlar
saniyeler içinde bir uçtan bir uca
savruluveriyordu…
bütün
bunlar olup biterken şunu düşündüm ;
bu
kalabalık, ortak tek bir amaç için
biraraya gelmişti…amaç şehre uzak denecek bir yere sınava giren çocuklarını
ulaştırmaktı…temel amaç buydu…bu olmalıydı…o zaman bu
gerginlik bu, senin haddini
bildiririm, kodum mu oturturum hallerine
hemen nasıl ve neden giriliyordu….
ben
mesela arda eve bu kadar uzak bir yerde sınava girmese oğlumun fikrini
de önemseyerek kendisine sorar ve ona başarılar dileyerek okuluna bile
gitmeyebilirdim…
çocuklara ve gençlere yetişkin
olmaları için fırsat verilmeliydi…
toplumlara da yetişkin olmaları
için fırsat verilmeliydi….
18 yaşındaki bir genci dört kişi
zırıl zırıl ağlayarak sınav salonuna uğurlamak aklın alacağı iş değildi…
bütün öğrenim hayatı boyunca, televizyon dizilerinden müptezel komşu
gezmelerinden sıra gelmediği için çocuğunun duygusal dünyası ve öğrencilik
haline bir kez bile eğilip bakmayan anne babaların yumurta kapıya gelince
yalnızca dualara sarılarak ağlamaları “Yaradan’ın” da kabul edeceği bir şey hiç değildi…
kalabalık
anne babaların çok büyük bir kısmı pikniğe gider misali bayağı bayağı
teşkilatlı gelmişlerdi sınav yerine…ellerindeki termoslara çay koymuşlar, dua
kitaplarını almışlar , bir de rejisör sandalyelerini çimlerin üzerine bitişik
nizam koymuşlardı…
-bir zamanlar
benim de vardı
rejisör sandalyelerim
aklımı fikrimi akıta akıta
yalnızca emek emek kazandığım
paralarla aldığım -
tek
bir amaç için üç saatliğine bir araya gelen ve sonra herkesin kendi yoluna
gideceği eni konu yetişkin olan insanların bile bebek kornası yüzünden bu kadar kolay birbirine
kinlenebildiği hatta anlık düşman olabildiği bir toplumda, huzur
ve empati içinde yaşamanın
gittikçe güçleştiğini düşünürken ben, bu
kez otoparktaki bir başka arabanın içinden telefon tuşu sesleri geldi…
hiç
gelişmemiş insanlığı, gelişen
teknolojiye ayak uyduramamış biri, telefonunu arabanın ses düzenine bağlamış ,
sesi sonuna kadar açmış ve birine telefon etmişti…iki tarafın konuşmasını da
yüzlerce kişi dinlemek zorundaydık artık…selamın aleyküm aleyküm selam
faslından sonra çocuklarından bahsettiler…istanbul’daki ses havanın
soğukluğundan söz etti…
ankaradakinin
sorusu senin çocuk hangi bölümü istiyor şeklinde olunca bitirici cevap
kelimesi kelimesine şöyle geldi karşıdan ;
vallahi
bir şey istediği yok..
ne
tutturursa artık…
hem
üniversite ne ki…
biz
liseyi bile okumadık da
neyimiz
eksik kaldı…
arabamız
mı …
evimiz
mi…
karımız
mı…
işimiz
mi…
emekli
bile olduk…
okumak
nedir ki…
ne
yazıldıysa o….
istanbul’daki
ses bu cümleleri hayatın naifliği ve kalenderliği içinde, ilahi adalete saygı duygusuyla ve teslimiyetle kursaydı hiç
yadırgamayacaktım…
oysa bu cümlelerin
her birinde ve tonlamasında
eğitime kültüre topluma bilgiye
karşı
küstah kere küstah
cahil kere cahil
bir meydan okuma vardı…
vakti
zamanında
ben
de duymuştum buna benzer cümleler…
bunca
kitabı okudun da ne oldu denirdi bana da…
bu
tarzı iyi bilirdim ben…
korkarım ki daha çoook duyacaktık
buna benzer cümleleri…
sonra
sınav bitti…
arda
kapıdan dışarı çıktı, işini hakkıyla yapmış insanların huzuruyla…
o
üç saat boyunca etrafımdaki yüzlerce kişinin elinde
onlarca sigara gördüm
bardaklarca çay gördüm
yüzlerce telefon gördüm
ve bir elin parmaklarının sayısına bile
ulaşmayan
kitap ve gazete gördüm /
görmedim….
aracımıza
bindik…
bir
şeyler yemek ister misin dedim arda’ya…
eve
gidelim baba ne var ki bu kampüste dedi arda…
şehrin
dağdağasına karışarak eve giderken telefonla haberleşti arda…
çocuklar
şu sorular kolaydı bunlar zordu cümleleri kurdular karşılıklı…
gençliğin
güzelliği oturdu hepsinin yüzüne…
kızılay’da
buluşmak üzere sözleştiler…
güneşli
bir pazar gününde insan gençse ve bir de üzerinden kocaman bir sınav yükü
kalktıysa ne yapar; elbette arkadaşlarıyla buluşur…
arda
da
bunu yaptı…
bunu
yapmak istedi…
kapıya
doğru ilerlerken arda’ya sakince şunu söyledim
dönerken bakkala uğrayıp bir
paket sigara alıver bana der gibi sanki ;
“
evladım,
kalabalıklardan uzak dur…
uzak durun…
bak
habire yabancı elçilikler
vatandaşlarına terör uyarısı yayınlıyor…”
“
tamam babam…” dedi arda…
arkasından
sakince baktım…
kendime
şaşırdım…
kulakları
çınlasın büyük oğlum umur’un bütün ergenlik ömrü, beni kontrol manyağı baba olduğum yönünde suçlamakla geçmişti…
yıllarca küçük murat olmakla
tasniflenen umur bu
cümlelerini bana her kurduğunda annesi de enikonu hak verir bir ifade takınırdı…
onlara
göre ;
hayattan
korkan bendim…
ölümden
korkan da bendim…
hadi
biri çocuktu gençti daha beni anlayacaktı…da…
daha
zamanı vardı da…
büyük
olana ne oluyordu…
o nasıl göremiyordu ???
oysa
ben
ölümden korkmuyordum…
sevdiklerimin
“pisipisine”
ölmesinden
korkuyordum…
bir
de ,
ben
pisipisine ölürsem ,
çocuklarımın
o
simitçi çocuk gibi
geleceksiz
büyümesinden
korkuyordum…
aradan
zaman geçmişti ve tüm zamanların kontrol manyağı olan ben , her an her türlü biçimde kör ve rezil terörün
hepimizin hayatını darmadağın edeceği gerçeğini bile bile, en gıllıgışlı zamanda kızılay’a giden arda’ya
kendimi bile şaşırtan sakinlikte, tevekküllü uyarı cümleleri kurmakla yetinmiştim…
eski
murat örem on metre ötedeki gazete bayiine giden çocuklarını bile pencereden
gözetler , köşedeki bakkaldan gelirken gecikmeleri
iki dakikayı bulursa önce sarı alarm sonra da kırmızı alarm verirdi…
şimdi,
gayet sıradan bir şeymiş gibi arda’ya kör
ve rezil teröre dikkat etmesi gerektiği cümleleri
kuruyor ve onu kapıdan sakince uğurluyordum…
çünkü
şunu biliyordum…
evlere
kapatarak
bir
genç adam yetiştirilemezdi…
evlere
kapatarak,
televizyon
karşısında uyuşturularak
bir
toplum da olgunlaşamazdı…
akşam
oldu…
bir
tıkırtı geldi kapıdan…
anahtarla
kilidin hemhal olma sesiydi bu…
arda
kapıdan sağsalim içeri girdi…
ki….
elindeki
telefona bakarak
baba
yine kızılay dedi…
yine
bomba…dedi…
birden;
içine
marulu domatesi limonu rokayı turpu tereyi koyup
özene
bezene yaptığım salatanın suyu bulandı…
sapsarı
oldu…
kapkara
oldu….
yine
yandı yürekler dedim…
yine
öldü evlatlar, babalar anneler dedim…
ah
marquez, ah kırmızı pazartesi dedim….
sonra
telefonum çaldı durdu…
ıstanbul’dan
arayan teyzeme “bu bombada da bizden çok şükür ölen yok teyze…” dedim…“allah
korusun teyzem….” dedi karşıdaki ses…
sonra
ev hali işte…
uyuduk
uyandık…
sabah
oldu…
14 mart 2016 oldu…
yani bugün…
bir
vesileyle kardeşim ayşın’ı aradım…
ağlayan
bir ses açtı telefonu…
hayırdır
kızım…dedim….
abi
dünkü bombada eski işyerimdeki bir arkadaşımın da kızı ölmüş…taziyeden çıktık
şimdi dedi ayşın…bu nasıl hayat abi …dedi ayşın…16
yaşında bir kız çocuğu bir durakta aktarmalı olacağı için dolmuşa göre daha
ucuz olacak otobüsü beklerken pisipisine nasıl ölür abi…dedi ayşın…annesi
perişan….dedi ayşın…çocuğun babası daha o anne karnındayken trafik
kazasında ölmüş…anne deliriyor…dedi ayşın….yokluğun içinde yetişmiş bir kız
çocuğu nasıl böyle ölür, sabahın beşine
kadar öldüğünü bile bilememişler dedi ayşın…kusura bakma abi ağladığım için….dedi
ayşın…kusura mı bakılır…bana ağlamayacaksın da kime ağlayacaksın…
dedim böğrüme oturan boğa nefesimi keserken….
umur’umun
kulakları çınlasın …
şimdi
benden binlerce kilometre uzakta…
kontrol
manyağı babası milyonlarca baba gibi evladı / evlatları
için kaygılı…
çok
kaygılı….
ülkesi
için kaygılı…
çok
kaygılı….
bir
üniversite sınavı öncesinde bile ortada fol yok yumurta yokken rahatlıkla
birbirine girmeye hazırlanan milyonlarca yetişkin insanının, birbirini hasım görmeye bu kadar nedensizce
hazır olmasından çok kaygılı…
ölümün,
hayatın bu kadar önüne geçmesinden kaygılı…
arda
için kaygılı…
arda’nın
arkadaşları için kaygılı…
milyonlarca
arda
için,
ayşe
için,
mehmet
için,
mert
için,
alp
için
zuhal
için ….
kaygılı…
ne
diyordu onlarca yıl öncesinden
şairlerin
hası edip cansever ;
“……
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine
benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar
yerlerine memleket
Gelmiyor içimden
hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi
gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir
mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil,
bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri….”
( murat örem / 14 mart 2016 / ankara ….)
TAŞKIN ÖREM:Aklına kalemine sağlık.Ne eklenecek birşey,ne de dikkate alınmıyacak bir bölüm yok.Sevgiler.
YanıtlaSilSayfanızdan bir yazı götürsem yanımda, bu yazıyı alırdım giderken.
YanıtlaSildeğerli adsız :))
YanıtlaSilokur olmak , hakiki okur olmak her satırdan bir şey taşımak değil midir zihninde....
incelikli ve onurlandırıcı yorumunuz için teşekkürlerimle...
murat örem....