yaklaşık
1 ay önceydi…
günler
uzamaya başlamış,
kışın
o kasvetli zamanları nispeten azalmıştı…
evdeydik…
hava
karardı kararacaktı….
arda
odasında gitar çalıp söylüyordu…
ben “ müptela “ olarak
bilmem
kaçıncı makaleyi okuyordum haber sitelerinde...
“
küt “ diye gitti
elektrik…
salondaki
yapay aydınlık akşamın doğal loşluğuna
bıraktı yerini…
gün
battı batardı…
güneş
çoktan evine gitmişti…
arda
gitar çalmayı bıraktı…
internetteki
makalelerle olan nikahıma “boş ol..” dedi wireless…
tuğla
büyüklüğündeki kokulu mumu hangimiz yaktı bilmiyorum..
ama
şunu iyi biliyorum;
yukarıdaki
fotoğrafı arda çekti…
çünkü
ben çekmedim….
aradan
günler geçti…
yağmurlu
bir ankara
gününde
son
kez baktık yukarıdaki fotoğrafta görünen
pencereden bahçeye…
taşıyıcılar
ellerinde kocaman bidonlarla geldiğinde…
sonra
araya kolilenmiş kitapların aman kırılmasın bardaklarının sesi girdi…
sonra
araya özdemir asaf’ın şiiri
girdi…
o
şiirden şu dizeler girdi;
“….
ama
babamın
şu
pencerede kalan
bakışlarını
alamadım
bir türlü
çakılmış
köşesine
alınmıyor
alınmıyor
babamın
bakışları
kırılmıyor
da
yerlere
de düşmüyor
orada
duruyor
hava gibi
taşınmıyor
anne
babamın
bakışları
taşınmıyor…”
artık
penceremiz başka bahçelere binalara ağaçlara bakıyor…
arda
yine odasında gitar çalıp söylüyor…
ben
yine “müptela” olarak haber sitelerine, makalelere
bakıyorum…
ama
herkes
gibi
yorgunuz
biz
de…
herkes
gibi…
arda
yine odasında gitar çalsa da…
ben
yine “müptela”
olarak makalelerin arasında saatler
geçirsem de….
yorgunuz…
ne
diyordu cemal süreya ;
“
hayat kısa
kuşlar
uçuyor….”
ne
diyordu nietzsche;
“
eğilip yalnızca uçuruma baktığınızda
uçurum
da sizin içinize içinize bakmaya başlar….”
ve
ne diyordu sokrates ;
“
kimseye ama kimseye
hiçbir
şey öğretemem,
sadece
-belki
ve isterlerse-
onların
düşünmelerini
sağlayabilirim….”
(
murat örem / 21 mart 2016 / ankara…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder