bir
gazeteci,
kitapları
da olan
“bir
psikiyatrla…”
röportaj
yapmış…
unutmuş
olabilirsiniz diye söyleyeceğim;
dünyanın
her yerinde
gazetecinin
işi sorular sormaktır…
iyi ve sarsıcı
sorular sormaktır…
sorular
sormuş gazeteci…
işini
yapmış yani…
cevaplar
vermiş psikiyatr…
işini
yapmak istemiş yani…
söz
dönüp dolaşıp
“ne
olacak, bu memleketin hali ”
kısmına
da gelmiş elbette…
çok
uzun yıllar yaşamış ve hakikaten çok nitelikli kitapları da olan psikiyatr,
cevaplarının bir yerinde “ internette çok yakın zamanda gördüm,
sıcak suyun içine birden atılan
kurbağa refleksle sıçrayarak kendini kurtarır ama suyun içinde yavaş yavaş haşlanan kurbağa olacakları
anında fark edemeyip rehavete kapılır ve bunu yapamazmış… okuyunca bu örnekten çok
etkilendim ve kurbağa örneğiyle toplumsal davranışlarımız arasında ilişki
kurdum…” mealinde cümleler sarf etmiş…
röportajın
tam burasında durdum kaldım ben…
bir
daha bir daha okudum
bu
analiz ve itiraf
cümlelerini…
insan
denen canlı türünün gizemli dehlizlerine ait davranışlar hakkında diplomalı
kararlar alan onlarca yılın psikiyatrı
bile çok bilinen çok sıradan ve
yerli yersiz kullanılan örneği ömrünün sonlarına doğru büyük bir sosyolojik psikolojik bilgiymiş
gibi internetten öğreniyorsa, bu
öğrendikleriyle çıkarımlar yapıyorsa ve sonra da gazeteciler üzerinden yeni bir
şeymiş gibi bize anlatıyorsa vay halimize…
vay
halimize….
yerli
yersiz o kadar çok dile getirilmiş bu örneği, iyi bir ruhbilimci için yıllar
sonra hem de internetten öğrenmek ne
kadar hüzünlü…
lise
çağlarına gelene kadar, insana hayata
psikoloji ve sosyolojiye biraz ilgili bir genç çocuk bile tam da bu örnekten
yola çıkan onlarca makale okumuştur çünkü…
elli
yıllık ömrümde
elli
bin kere aynı duvara toslamaktan
ben
yoruldum…
ama
bu toplumun
beyaz
yakalıları bile
kanaat
önderleri bile
oku/ma/maktan
yorulmadı…
ve yıllar yıllar içinde daha kötüsü de oldu ;
bilmemek okumamak merak etmemek erdem ,
bilmek öğrenmek yanlışı düzeltmek kusur oldu….
okumayan
bir toplumun
düşünme
, soru sorma, karar alma , itiraz etme
yeteneği
de elbette körelir…
bu
körelme,
işçi
memur öğretmen doktor siyasetçi şu bu diye de ayırt etmez….
daha
özet ve daha net söylersek ;
kullanılmayan her şey
sönükleşir, matlaşır, pas tutar….
kullanılan her şey de
hem gelişir hem ışıldar
hem de bir taraftan yorulup aşınır…
bu
da bir kesin gerçekliktir…
hayatını
elleri üzerinden kazanan bir demir , taş , ağaç…ustasının parmakları ne kadar irileşmiş sertleşmiş ve hatır hutursa, ömrünü düşünmek üzerinden idame ettiren
birilerinin zihinleri de o kadar gelişmiş , ışıldamış ve aynı oranda da yıpranıp
yorulmuştur…
kimin
ne kadar umrunda bilmiyorum ama
dünyanın
her yerinde olduğu gibi
bu
toplumun okuyan düşünen sorgulayan insanları da
okumayan
düşünmeyen sorgulamayan
fikrini
beyan etmeyen çoğunlukkereçoğunluk
karşısında
onlarca
yıldır yoruldu, bitap düştü…
benim
, çok uzun bir yol arkadaşım vardı…
iyiydi
hoştu kendi halindeydi…
benden
daha az kızgındı…
benden
daha az kötüydü…
benden
daha sakindi…
ama
“iyi
olmak kolaydır / zor olan adil olmaktır”
cümlesini
hiç umursamazdı victor hugo’nun…
çok
sıkıştığında
seksen
sekiz duvarı kaplamış
kitaplara
ve kitaplıklara istihzayla bakar
sonra
bir de kusarcasına ;
“ben
çoğunluğum
sen
azınlığınazınlığısın …
herkes
kendi yoluna gittiğinde
sen
kendi derdine yan/acaksın…” derdi…
ben
de yaşanan gerginlik anında
daha
hala çok sinirlenmediysem acı acı gülerek
“bana
bilmediğim bir şey söyle…
onu
zaten biliyorum…
ben
şerbetliyim
azınlığın
azınlığı olmaya ” derdim…
herkes
kendi yoluna gittiğinde çoğunluk ne yapar bilmiyorum…
ama
azınlığın
azınlığının ne yaptığını iyi kötü biliyorum…
mesela
her taşınma telaşında hamalların bunca parayı bu kağıtlara küreklere mi verdin
be avanak adam seni… misali aşağılayan bakışlarını kendince
savuşturmayı öğrenir azınlığın azınlığı…
koliler
ve büyük poşetler açıldığında ortalığı kaplayan kitap tozuna bulanmanın kendine
özgü haleti ruhiyesini mutluluk içinde yaşamayı da bilir…
bibliyomanlara
yönelik çiğ ve sığ suçlamalardan biri de kitabı nesneleştirdikleri/metalaştırdıkları
hatta putlaştırdıkları yönündedir…
oysa
bir kitapsever/bibliyoman
bir kitabı oradan oraya taşırken, kitap tozuna belenirken, onları yeniden
raflara dizerken kitabı nesneleştirip
fetişleştirmek yerine kendi tarihini hatırlar tekrar tekrar…
körü
körüne bir mal / nesne / meta bağımlılığı değildir bu…
her
bir kitabı neredeyse elifi elifine kiminle,
ne zaman, ne kadara aldığını hatırlar bibliyoman…
hangi
kavgadan / sevgiden sonra açtığını
hatırlar bir kitabın kapağını…
hangi
aşktan geriye kalmış bir şiir kitabıdır o rafta boynu bükük duran kapağı
aşınmış kitap…
bunu
da bilir bir bibliyoman….
vazgeçemediği, sıradan nesneler değildir bibliyomanın…
esas
vazgeçemediği, yaşanmışlıkları, anılarıdır…
gerçekte
, nesnelerden vazgeçemeyenler, bibliyomanlar değildir…
nesnelerden
vazgeçemeyenler, okumayanlar düşünmeyenlerdir…
kitaba
dergiye iki kuruş verirken elleri ruhları titreyenlerdir…
bu
yüzden hakikaten iki yakası bir araya gelmez bir bibliyomanın…
bir
bibliyomana “iki yakan bir araya gelmesin…” diye ilenenler bilemezler ki bir kitabın
kapağının içinde ne anılar ne hayatlar ne insanlar olduğunu…
onlar,
arsa fiyatlarını bilirler…
bordrolarındaki
kesintileri bilirler…
arabalarının
10 bin kilometre bakımlarını da sektirmeden bilirler…
perdelerine
uygun halı alırken gözlerinin dönmesini bilirler…
kırılan
bir kase takımı, çok yıllar önce alınıp
da taşınmada kaybolan tek bir kitaptan bile çok daha fazla burkar
yüreklerini…!!! hoş, taşınmalarda kaybedecek kitapları da yoktur çoğunun…
ne
diyordu mehmet müfit o güzelim
yaprak kasırgası şiirinin sonunda ;
“
annem annem
tüm
kapıları
çivilemek
geliyor
içimden…”
( murat örem / 21 mart 2015 / ankara….)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder