*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500"ziyaret ! *her cümle"5846" sayılı yasa korumasında ! *fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir ! *sağ alttakiküçük dünya?
viyana
yeniden fethedilip avusturya 2 golle geçildi mi ?
yüzlerine
bakılacak yüzü olmayan ekran yüzsüzlerinin
rol aldığı reklamlarda çay kahve meyve servisleri yapıldı mı ?
sıtma
görmemiş hart hurt kadın seslerinin fon yapıldığı haberler
vah
vah tüh tüh, sallandıracaksın ikisini bak bir daha oluyor mu diye diye seyredildi
mi ?
işyerinde
günlük dedikodular harmanlandı mı ?
adet
yerini bulsun diye yapılan ziyaretler geçiştirildi mi ?
bir
gün daha bitti mi ?
çocuklar
yattı mı ?
yarına
dair yalanlar hazırlandı mı ?
geçiştirilen
sevişmeler yaşandı mı ?
o
zaman size çok kısaca jonas edward salk’ı anlatayım….
81
yıllık ömrünü insanlığa adayan salk’ı…
ikicümleyle anlatayım;
malum
geç oldu…
uzun
yazılar gözü bozar…
zihni
yorar…
jonas
edward salk...
bir bilim insanı…
hayatında
hiç kahveye gitmemiş…
şöyle
elindeki
jokeri kahvedeki masaya şak diye vurmamış…
fıldır
fıldır gözlerle çift okeye dönmemiş…
bacanağıyla
mangal yapmamış…
baldız
baldan tatlıdır lafını duymamış bile…
hıyar
gibi bütün bir ömür laboratuvarlarda sabahlamış…
çocuklar,
baş belası çocuk felcine yakalanmasın
diye aşı bulmuş…
sonra
bu aşıyı önce çocukları ve eşinde denemiş…
sonra
daha büyük bir hıyarlık daha yapmış…
bulduğu
aşıya patent alıp tescillememiş…
"bu
birikim insanlığın ortak malıdır,
para nerden çıktı....."
demiş…
7
milyar dolarlık patent servetine dönüp bakmamış bile…
bir
de üstüne şunu demiş ;
“ne
patenti…
ne
parası…
güneş
ışınları için
patent mi alıyorsunuz…”
diziler
izlendi mi ?
viyana
yeniden fethedilip avusturya 2 golle geçildi mi ?
yüzlerine
bakılacak yüzü olmayan ekran yüzsüzlerinin rol aldığı reklamlarda
çay kahve meyve servisleri yapıldı mı ?
sıtma
görmemiş hart hurt kadın seslerinin fon yapıldığı haberler vah
vah tüh tüh, sallandıracaksın ikisini bak bir daha oluyor mu diye diye
seyredildi mi ?
işyerinde
günlük dedikodular harmanlandımı ?
adet
yerini bulsun diye yapılan ziyaretler geçiştirildi mi ?
“ken
howard ölmüş…” desem kimseler bilmez, umursamaz…!!!
“herkes
patır patır ölüyor, "ken howard" da
ölecek elbette”
diyenler
bile çıkabilir…
ama
yaşı
kırk ve daha üzerinde olanlar için,
“
beyaz gölge dizisinin koçu ken reeves ölmüş…” dersem, bu kez iş biraz değişir belki…
salami’nin,
gomez’in, kuliç’in torp’un… babası / hocası / koçu 71 yaşında ölmüş
dersem daha da değişebilir…
beyaz
gölge dizisi,
1960’ların
ikinci yarısı ve 1970’lerin hemen başında doğanların biraz
da çocukluğu ve ilk gençliğiydi çünkü…
siyah
beyaz tek kanallı televizyonun başında toplanan milyonlar beyaz gölgekoç reeves’i ve talebelerini izlerdi soluklarını tutarak…sonra
da sokaklara çıkardı patlak toplarını direklere takılı çemberlerden geçirmek
için…
amerikanın
yoksulluk
, cehalet ve çaresizlikle lanetlenmiş bir lisesinde geçerdi olan
bitenler temel olarak beyaz gölge
dizisinde…
beyaz
gölge tanımlaması da zaten bir eğretileme/metafor/istiare’ydi...
neredeyse
tümüyle zenci / yoksul ve alt sınıftan gelmiş çocukların, hocası ve basketbol koçu olarak liseye gelen beyaz
adam (!) zaman içinde bu genç
çocukların hepsinin teker teker güvenini kazanacak bir gölge gibi onları hayatın içinde de izleyerek bu
çocukların hocası / arkadaşı / basketbol koçu / sırdaşı ve abisi olacaktı…
beyaz
gölge dizisinde çok güçlü yan karakterler de vardı…
lisenin
müdürü tıpkı öğrencilerin çok büyük bir çoğunluğu gibi zenciydi ve koç
reeves’in yıllar öncesinden arkadaşıydı…zaten biraz da yıllanmış arkadaşlık
hatırına bu okulda görev almayı kabul etmişti koç reeves…çünkü dünyanın en üst düzeydeki basketbol ligi olan NBA’da
oynarken ciddi bir sakatlık geçirerek oyuncu olarak jübile(!) yapmıştı…
artık
kendi halindeki bir lisenin okul koçuydu…!!!
okul
müdürünün eskiden beri arkadaşıydı…
dizideki
mizansen buydu ama koç ken reeves gerçek hayatta da ken howard olarak tam da
bunları yaşamıştı…
makul
bir adamdı okulun müdürü…
doğrunun,
insanın, insan hallerinin yanındaydı…
bir
yönetici olarak okuldaki dengeleri de gözetirdi…
ve
koç
reeves başı her sıkıştığında mutlaka eski dostu müdürden yardım
isterdi…
koç
reeves’in zaten başı her fırsatta sıkışırdı…!!!
çünkü
adı “carver”
olan aynı okulun müdür yardımcısı , bütün
öğrencilerden ve okuldan sorumlu danışmanı bayan büyükenıl’la öğrenciler
üzerinden sürekli bir çatışma zemininde karşı karşıya gelirlerdi …
bayan
büyükenıl da iyi bir pedagog öğretmen ve
danışmandı ama bütün dengeleri gözeten hali
vardı dizideki konumlandırmasıyla…bir nevi görünür ve görünmez akılla vicdanın
bileşkesiydi bayan büyükenıl…
artık
ne kadar kalmıştır bilmiyorum, eskiden ortaokullarda ve özellikle liselerdenesli
tükenmiş böyle çok güzel öğretmenler / hocalar / yöneticiler vardı…bu isimlerden öğrenci olarak size hiçbir zarar gelmeyeceğini
bilirdiniz, sizin ruhunuz duymadan her
ortamda aklı bir karış havada ergen
hallerinizi mazur gören cümleler kurarlar ve bunu anlamak istemeyen
diğer toy öğretmen ve ihtiraslı velileri hizaya sokardı bu isimler…
parlak
öğrencileri bir vesileyle daima desteklerler ama sesi daha az çıkan daha orta
halli öğrencilere de mutlaka sahip çıkarlardı…
eni
konu psikolog pedagog ve ruhbilimci tarafları
vardı…
öte
yandan da öğrencilerle bir araya
geldiklerinde sanki başka ortamlarda o babacan / halden anlayan tavrın
içinde hiç olmamış gibi kesin ve keskin eleştirilerde de bulunurlardı sınırı
zorlayan ergen öğrencilerine …
iki taraflı çalışırdı zihinleri, emekleri , çabaları…
ve bu müthiş bir dengeydi…
şimdi çok daha iyi görüyorum ki
bu yaklaşım “ eli öpülesi …” bir dengeydi…
hem
ergenliğin aklı bir karış havası içindeki
öğrenciyi tecrübesiz öğretmenlere yedirmemek için tetikte olurlardı hem
de aynı öğrencinin deyim yerindeyse “iyiden iyiye rulman dağıtmaması için…” nefesleri de her
daim öğrencilerin üzerinde, ensesinde
olurdu…
hakikaten
çok güzel çok özel öğretmenlerdi bunlar…
ve
neredeyse o güzel insanların hemen hepsi o güzel atlara binip gittiler…
ben
mesela 1980’lerdeki o güzelim susurluk lisesindeki öğretmenlerimin
içinden bugün bile bir çırpıda sayabilirim bu vasıfta ve karakterdeki
onlarcasının ismini onur duyarak….
çeşitli vesilelerle bir çok yazıda
büyük bir içtenlikle andığım lise müdürümüz / edebiyat öğretmenimiz fikret
ünal böyle çok kıymetli bir isimdi…eşi semra ünal hakkıyla böyle bir eğitmen ve öğretmendi…lise disiplin
kurulunun yıllanmış demirbaşı babam taşkın hoca’nın bu tarafına
kendimi bildim bileli onur duyarak şahittim zaten…alitta nıçlaypek tam da
onikisindeydi bu nesli tükenmiş öğretmen modelinin...ahmet aydoğdu, şevki kepenek,
mualla kural farklı özelliklere sahip olsalar da son noktada daima
öğrencinin ve halden anlayan tavırların yanında güzel isimlerdi…
susurluk ortaokulunda da naci
subaşı böyle bir öğretmendi…cahit sıtkı’nın memleket isterim şiirini
okurken ve okuturken biz orta 1 öğrencilerine,
şıpır şıpır akardı yaşlar gözünden koskoca adamın ülke sevgisiyle…
torosların güzel çocuğu ismail özkök
eniştem
böyle müstesna bir öğretmendi bir eli hep öğrencinin üzerindeydi…teyzem
meral özkök keza hep öyleydi…ismail çapar öyleydi…karı koca arka
arkaya küt diye giden özençlerin babası ziya özenç böyle bir öğretmendi…haydar
gürbüz, ayşe gürbüz, orhan taşçı, hakkı taner tuna
gibi isimlerin yanında her anlamda kendinizi güvende hissedebilirdiniz
küçücüklükten ergenliğe geçmenin sancılarını yaşarken…
ve
bu isimleri emsalsiz yapan en önemli unsurlardan biri de tüm bu çok kıymetli
özelliklerinin yanında alan derslerinde de çok çok iyi
öğretmen olmalarıydı…
laga
luga, içi boş şirinlikler yapan öğrenci eyyamcısı öğretmen değillerdi bu isimler…sınıfa girdiklerinde yeri ve zamanı
geldiğinde tek bir bakışlarıyla bile sizi süzer, kendinize getirir ve çok iyi bildiklerini çıtır çıtır datça çağlası
gibi dişlerinin arasında ezerek zihinlere de nakşederlerdi…
şimdi dönüp bakıyorum da ;
ben ne güzel öğretmenlerin
öğrencisi olmuşum yahu…
ve bir çoğu
daha minicik hallerimden itibaren
zaten benim amcalarım teyzelerimdi
öğretmen anne ve babamın arkadaşları olarak…
işte,
beyaz
gölge dizisindeki bayan büyükenıl da bir yönüyle bu
güzel öğretmenlere benzerdi…gönlü hep öğrencinin yanında olmasına rağmen aklını
ve sağduyusunu da ihmal etmeyerek tam bir denge noktasında durmaya
çalışırdı…
koç
reeves daha bir coşku adamı olduğu için, bayan
büyükenıl’la çatışma yaşamaları da kaçınılmaz olurdu zaman zaman beyaz
gölge’de…
o
zaman devreye koçun arkadaşı zenci okul müdürü girerdi…
beyaz
gölge, türkiye’nin
1970’lerin sonundaki kör terör ortamının ve 1980’lerin hemen başındaki darbe
travması günlerinin çok çok az sayıdaki güzelliklerindendi…
büyük
çelişkiler (!) de vardı elbette, dizide
bizler için…
1970’lerin
sonundaki amerikanın en ihmal edilmiş yoksul yöresindeki bir lisenin bile spor
salonu, duş odaları, labarotuvarları ve öğrencilerin büyük dolapları, okulun
kocaman koridorları vardı dizide…
ve
hiçbir öğrencinin üzerinde tek bir forma yoktu…sıralar yoktu…öğrenciler
bir sınıfın içinde kaykılarak keyfi biçimde oturuyordu kolçaklı sandalyelerin üzerinde…kolçaklı
sandalye biz 1980’lerdeki öğrencilerin ciddi statü simgesiydi…!!! çoğunluk
üniversitede gördü bu uzay sandalyesini…!!!
benim
gibi üniversitelerin şahı padişahı istanbul üniversitesi öğrencisi
olanlar için, kolçaklı sandalyelerin de ötesine geçen devasa anfiler vardı daha
da büyük statü göstergesi olarak….
1970’lerde
80’lerde hiç abartmadan söylüyorum ülkenin sayılı ve en iyi liselerinden olan
susurluk lisesinde bile, beyaz gölge
dizisindeki bir hayatı değil yaşamak hayal etmek bile mümkün değildi… !!! o kadar da değildi...
burası
türkiye’ydi…!!!
dünyanın en hoşgörülü en pedagog öğretmeninin
önünde bile, eliniz cebinizde konuşmaya
kalkarsanız, sınıfa öğretmen girdiğinde ayağa kalkmazsanız dünyanın kaç bucak olduğunu
hemen hatırlamanız gerekirdi !!!
bunları
unutulmaz güzelliklerin yanında bir eleştiri olarak söylemekten ziyade kültür farkı noktasından yola çıkarak dile
getirmek amacım/ız…
tarihe not düşmek…
işte bu noktada şunu söylemek gerekiyor;
beyaz gölge tüm bu kültür farkı hatta uçurumuna
rağmen, türkiye’nin her tarafındaki seyircisinin gönlüne, gönülden bir
unutulmazlıkla seslenebildi…
çünkü samimi
ve sahihti…
-tam
burada yine lisedeki fikret ünal hocamın / müdürümün kulakları çınlasın…erdek
dalyandaki bir tekne gezisinde o genç adama(!) elindeki bira şişesini ve sigarasını centilmence tutarken ayaküstü verdiği hakiki osmanlıca
dersi için…sahih kelimesini aslında onlarca yıldır “h” harfini düşürerek “sahi”
biçiminde kullandığımızı ve “sahih” kelimesinin tam karşılığının türkçede “gerçek” olduğunu bana kabak
çekirdeği yer gibi sıradan bir işmişçesine anlatıverdiği için…önümde bir yeni
ummanı daha lise yıllarımdan sonra bile açıverdiği için..-
beyaz
gölge dizisindeki ilişkiler ve karakterler de netti….
onlarca
meselenin içinde kaybolmalarına ramak kalmış yoksul, sorunlu ve ergen genç
adamların tek tek dertleriyle ilgilenen bir hocaları koçları vardı her bölümde…
sorunlar
çıktıkça koç reeves kendi çözümlerini öneriyor bazen başarılı oluyorlar
bazen de birlikte tökezliyorlardı…yendikleri de oluyordu ama çoğunlukla
maçlarda ve hayatta yeniliyorlardı…ama o genç çocuklar yaşadıkları her olayla
şunu görüyorlardı ki, koç reeves samimi biçimde herkes için çabalıyordu…ders bittiğinde
antrenman bittiğinde saatine bakıp yarın hepinizi şu saatte bekliyorum deyip çekip
gitmek yerine merdivenlere oturuyor ve onlarla zaman geçiriyordu…çözümler
arıyordu…bazen hepsini 10 tur daha koşu diye
cezalandırıyordu da…nabza göre şerbet vermiyordu…akla göre çözüm arıyordu…
asla
ve kat’a rol da yapmıyordu koç reeves…
dünyanın
her yerinde her zaman rol yapan birilerini anlarsınız…
rol
yapmayan birilerini de anlarsınız…
hayatta
da olsa anlarsınız…
filmde
de anlarsınız…
sahnede
de anlarsınız…
mutfakta
da anlarsınız…
misafirlikte
de anlarsınız…
okulda
da anlarsınız…
makamda
da anlarsınız..
yatakta
da anlarsınız…
dostlukta
da anlarsınız…
akrabalıkta
da anlarsınız…
-mesela benim bir zamanlar uzaktaaann bir tanıdığım vardı…yaz tatillerinde ailecek iç
anadoludan egeye indiğimizde, gerçekten
de kırk yılda bir çoluk çocuk bir çayını içmek için çalışma
yerine gittiğimizde, her seferinde bizi
görünce elindekileri ucuz
amerikan filmlerindeki gibi yere atıverirdi çok çok sevindiğini göstermek için…
ben erhan dilligil’in ve hayatın talebesi olduğum için böyle ucuz atraksiyonları asla yemezdim hatta çok
da rahatsız olurdum ama çocukların ve annelerinin hoşuna gidiyor diye
dilimi tutardım…çünkü onlar erhan
dilligil’in ve hayatın talebeleri olmadıkları için samimi zannederlerdi bu ucuz
atraksiyon hallerini… bir gün köprünün altından çok sular aktıktan sonra yeni davetini samimice sanıp hakikaten arda’yla yanına gitmek istediğimizde ateşe düşmüş gibi kıl tüy
bahane cümleleri kurmuştu…olaya arabanın içinde ve benim yanımda konuşmalara birebir
şahit olan arda hakkıyla şoka girmişti....
ki
arda’dan
bahsediyoruz şurada…
en
kötü insanlarda bile sevilecek bir şey mutlaka bulan, insanlar hakkında tek bir olumsuz sözü ağzından kerpetenle bile
alamadığınız arda’dan söz ediyoruz….
işte
böyle sevgili okur….
bugün
de kısmet, ken howard’tan / koç reeves’ten yola çıkarak hüzünlü ve güzel anılar denizinde yol almakmış…ölümlü
bir canlı olan insanı anlatmakmış…
koç
reeves bir hocadan / koçtan çok daha fazlasıydı
anlamak isteyene…
doğru
bir insan modelinin sahih örneklerindendi…
ve bugün türk basketbolu akçalı
işlerdeki çiğlikleri bir kenara koyarak söylersek bir yerlere geldiyse bunda
beyaz gölge dizisinin ve koç reeves’in de unutulmaz emekleri vardır…
tabi böyle bir diziyi bizlerle
tanıştıran dönemin trt yöneticilerinin de…
koç
reeves de ölmüş…
71
yaşındaymış…
ömrü
uzun olası babam taşkın hocadan gençmiş…
kuliç’in,
salami’nin, torp’un, jackson’un babası / koçu ölmüş…
sizi
bilmem ama
ölüp
giden bu isimlerin hepsiyle birlikte
benim
de çocukluğum ilk gençliğim ergenliğim
yetişkinliğim,
orta yaşlılığım
biraz
daha biraz daha ölüyor…
kardeşinin elinden tutup susurluk
parkına giden çocuğu özlüyorum…
annesinin mozaik pastasını çayla içen
çocuğu özlüyorum…
babasıyla tornavida tutup bütün
prizleri tamir eden genç adamı özlüyorum…
çıtır
çıtır yanan sobanın etrafında güzel kalabalıklarla yenen bayram yemeklerini,
yılbaşı akşamlarının şarabi zamanlarını özlüyorum…biz çocukların her seferinde
kazandığı tombala akşamlarını özlüyorum…babamdan annemden teyzemden eniştemden
gördüğüm gibi yıllar sonra ben baba olduğumda da yine ve daima çocukların(!!!) kazandığı tombala
akşamlarını da özlüyorum…
bu günlerin hiçbiri geri
gelmeyecek, biliyorum…
günü geldiğinde
külhani bir tavırla cemal süreya misali
“….ama,
ayrıca,
aldığın
şu hayat
fena
değildir...
üstü
kalsın......”
diyecek
dolulukta yaşadığım için de bahtiyarım…
ve
sırf şu metaforu , istiaresi ve
eğretilemesiyle bile sonsuza kadar yaşayacak dizelerin şairine bir kez daha saygıyla selam ediyorum ;
“
memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi daha uzak…”
son dakika notu ;yazı
bitti…yayına hazır hale geldi…solukk almak için haber sitelerine baktım ki
dünya ve hollanda futbolunun efsane ismi
johann cruyff da ölmüş
akciğer kanserinden…sarı fare de ölmüş…size
sözüm olsun…kendimi bildim bileli futbolu ve neredeyse sporun bütün dallarını
seven, istisnasız hala şevkle izleyen, bir zamanlar susurluk ilçe
turnuvalarında basketbol ve voleybolda
teknik direktörlük de yaparken, asabi (!!) tavırları nedeniyle hak mahrumiyeti cezası bile almayı başaran
babam taşkın hoca’dan isteyeceğim cruyyf’u yazılı anlatmasını… başarabilirsem
sizinle de paylaşacağım….çünkü koç reeves ne kadar bizim kuşağın unutulmaz
ismiyse , cruyf da esas olarak taşkın hocaların kuşağının efsanesiydi….