-
johann sebastian bach dinleyerek (!) okuyunuz…-
bazen , zor geçer bir gün…
bazen , zor geçer günler, haftalar,
aylar…
bazen, hem de hiç hesapta
yokken, hayır diyemediğiniz için
birdenbire altına girdiğiniz epeyi yüksekteki mesleki sorumluluklar, sizi gecenin 4’ünde cayır cayır çalan
telefonunuzun esiri yapıp “
hayırdır yahu...” diye diye arabanızın direksiyonunun başına
geçiriverir…
koşarak vardığınız yerde , sizi de dahil eden ortak yazgının nasıl yaşandığını gözlemlerken bir dostun
yaptığı nöbetçi kahveyi yudumlar ve sigaranızdan derin nefesler çekersiniz…..
bazen
, işler yolunda gider de; siz pek öyle zannetmezsiniz…
bazen ,
işler yolunda gitmez de; siz nice sonra fark edersiniz…
hayat böyle bir
şeydir…
yaşamak , ölmenin tersidir…
ama ölmek ,
yaşamanın tersi değildir…!!!
gariptir bu işler…
mesela ;
ölmediğini
değil de yaşadığını en çok anladığın şey nedir diye sorsa günün birinde
bir insan evladı bana; uzak ve pahalı gezilerden , akıllı ve güzel kadınlardan,
çok paradan , çok odalı ve bol sıfırlı binalardan falan söz etmek gelmez hiç aklıma…gözlerimi
kocaman açarak “yaşadığımı en çok hissettiğim an iyi bir yazıyı okuduğum ve iyi bir
yazıyı yazmaya çabaladığım andır..” derim düşünmeden…
şimdi sizinle
bundan tam beş yıl önce , haziran 2010’da kaleme
alınmış gökhan özcan imzalı hakiki ve çok iyi bir yazıyı paylaşmanın
zamanı…siz bu yazıyı yudum yudum okurken
yukarıda da hatırlattığımız gibi johann sebastian bach çalarsa bir de fonda, her bir cümlenin hüzünlügüzel ağırlığı
daha da katmerlenir….
tecrübeyle
sabittir bu…
Hayatın pek çok kapısı var, açıp giriyorum o kapılardan birini, belki
dışarıda hiç kalmayanlardan içeride bir şeyler kalmıştır diye, birçok kapının
ardında birçok aylak adam, ama Aylak Adam’'dan bahseden yok
aralarında, Faulkner''ı kimden okumak gerektiğinden sözeden kimse yok, bir
köşeye çekilip “menekşelendi sular” diye kendi kendine mırıldanan yok, belli
ki dışarıda olmayan içeride de yok, keşke olsalar, buralarda bir yerde yaşamaya
devam etseler, ne kadar yakışırım bu halimle aralarına bilmiyorum, ama olsalar
da ilişiversem yakınlarına diye geçiyor içimden, bu zamandan sıkıldığımda, çok
sıkıldığımda, arayıp arayıp parçası olduğum bir şey bulamadığımda, kulağımı
tırmalamayan tek söz, bir zarafet, bir incelik nişanesi, bir içli hal, bir
efkârlı iç geçirme, bir sessiz ve uzun hikâye, bir sesli ve derin sükûnet, buna
benzer bir şey, bunu hissettiren bir kıpırtı, bir mimik, bir iz bulamadığımda,
alıp pılımı pırtımı bu zamandan dönüversem diyorum geçip giden o zamana, bir
şey olsa, gözümü kapatsam mesela, sözünün arasında Erzurumlu İbrahim Hakkı''yı
yadeden birini duysam yan masada, ötede biri söylediği hadis-i şerifin
kaynağını sorsa diğerine, diğeri orak elmasından, akça armuttan, kınalı
yapıncaktan bahsediyor olsa yutkunarak, acı bir fren sesi gelse jilet
gibi bir şevroleden, televizyonda Şoför Nebahat oynasa o sıra, ya da
radyoda tam o anda sultan-ı yegâh faslı başlayacak olsa, çay olsa bir bardak, ince
belli elbet, yanında tahinli çörek, çaycının kulağının arkasında kurşun
kalem, duvarda saatli marif, yanında “veresiye veren” tüccarın
temsili resmi, hemen üstlerinde Hayat mecmuasının verdiği bir
memleket manzarası, Pamukkale mesela, krem ahşap çerçeveli, sinek pisliğinden
minik lekeler üstünde, sıva çatlakları etrafında, oraya buraya telaşla
koşuşturan kırlangıçlar sonra, akasya ağaçlarına inen alacakaranlık, turşu suyu
satan camekânlı bir araba, ya da nohutlu pilav, yazlık sinemadan yükselen Neşe
Karaböcek, film başlayacak belli ki birazdan, çekirdek çitliyor sanki
bir şehir dolusu insan, yok yok kalmadı artık, ne Amorcord seyredecek bir
insan, ya da ne bileyim, nefesini tutup hiç bilmediği bir dilde söylenen aryaya
kulak verecek biri, Hafız Burhan da olur tabii, tambur çalan kaldı mı acaba
düğünlerde, tahta sandalyelerin arasında dolaşıp düşlere dalan çocuklar, komşu
kızına ya da öğretmenine aşık olan yeni yetmeler, yok, bütün kapıları tek tek
açtım, yok, cenkname okuyan yok, Hasan Sabbah''ı işiten, Halide
Nusret deyince bir mısra, Eflatun Cem deyince bir masal, Mesut
Cemil deyince bir radyo hışırtısı, Çehov, Taviani, Callas deyince
anında hayata dair bir sürü şey hatırlayan, hayatı an an biriktiren insanlar,
yok artık onlar, her seste, her kokuda bir hatıra saklayan, sokağın köşesinde
bir bakkal amcası, ünite dergisinde turşu yapan kadınları, merdiven altında
patlak plastik bir topu, seneler boyunca hep aynı sesle gıcırdayan bir kapıyı
sebepsizce unutmayan, Afacan Beşler''i, Pal
Sokağı Çocukları''nı, kış kavunlarını, açık mavi kareli önlükleri,
lastik ayakkabıları, topaçları, ne bileyim vita yağını, horoz şekerini, sokak
çeşmelerini, macuncuları, ajans dinlemeyi, ev gezmelerini, mesire yerlerini, Ahmet
Tarık Tekçe''yi mesela, Salih Tozan''ı, Korkmaz Çakar''ı, Hasan
Mutlucan''ı, Ayaşlı''yı ve Kiracıları''nı, Matmazel
Noralya''nın Koltuğu''nu, Kadir Aga''nın dondurmasını, Hamsun''u
ve Göçebe''sini,
pencere önlerinde mum yakan çocukları, elleri yüzleri kara bulanan sanayi
eşrafını, her okunan salâdan sonra kim öldü diye pencerelere çıkan
kadınları, onların kına gecelerini dolduran şaşılası incelikteki seslerini,
yaprakların kımıldamadığı ağustos gecelerini ve o esrar dolu ağustos
böceklerini hatırlayan, unutmayan, unutamayan o insanlardan geriye kimse kaldı
mı, keşke olsalar, burada bir yerlerde yaşamaya devam etseler, bir kapının
ardında bekleseler, açıp kapıyı girsem yanlarına, ya da gözlerimi kapatsam,
orada olsalar, selam versem, selamımı alsalar, yüzlerini aydınlatan o tebessüme
yeniden dokunsam, bir daha açmasam gözlerimi….
gökhan özcan / haziran 2010
ödenmesi gereken senetler, kredi
kartı ekstreleri, okul taksitleri, faturalar derken , ömür değirmeni çalışıyor...
o ardahan türküsü de nasıl başlar
bilirsiniz;
“ bu dağlar kömürdendir
geçen gün ömürdendir
feleğin bir guşu var
pençesi demirdendir.....”
( murat örem / 3 eylül 2015 /
ankara…)
Merhaba
YanıtlaSilhasan huseyin korkmazgil in eylul ile ilgili bir şiirini ararken blogunuza denk geldim.instagram da var misiniz acaba?
YanıtlaSildeğerli özlem ;
instagram, facebook....gibi üretmekten ziyade
boş laf ve görgüsüz görüntü için kullanılan
hiçbir platformda yokuz...
hülasa başka yerlerde şubemiz yok :))))
sizi de her zaman buraya bekleriz...
selamlar...
murat örem....
Murat bey, yazılarınızla yaşadığımız hayatı daha yoğun hissetmemize neden olduğunuz için teşekkür ederim öncelikle... Hayattan o kadar dolu cümlelerle bahsediyorsunuz ki, her yazınızdan sonra düşünülecek, söylenecek çok söz buluyor insan.
YanıtlaSil"Bu sefer bir şeyler yazmayayım. Okuyucular, sık sık benim adımla karşılaşıp 'bu da kim, durmadan yazıyor' demesin, sıkılmasınlar diye düşünüp tereddüte düşüyorum. Ancak o sırada yüreğimin çeperine öyle çok düşünce toplanmış oluyor ki, "Haydi bu sefer de yazayım, belki sonrakilerde kendimi tutmayı becerebilirim..." diyorum. Tıpkı şimdi olduğu gibi...
Ben de o "bir zamamlar"ı sık sık düşünüp, oradaki sahiciliğin özlemini çekenlerdenim... O zamanların, "duygu, düşünce, renk, hayal ve beklentileri" öyle derin, öyle gerçek işlemiş ki ruhumuza, asla yeniden yaşanmaları mümkün değil. Daha sığ, yapay, geçici görünen "şimdi"nin neden onlara benzeyemediğini düşünüp, bir çare bulunur mu diye soruyorum kendime?
Çok mu yargıladık acaba hayatı ve çevremizdekileri, böylece onlardan da çok mu az kaldı bize?
Her şeyi artık daha çok mu biliyoruz, bunun sonucunda daha mı fazla önyargılarımız, olacaklara dair kestirimlerimiz var?
Gündelik hayatın koşuşturmasında, dar vakitlerde, her şey çok mu belli artık, gün içinde yapacaklarımız, bir elin parmağını geçmeyen arkadaşlarımızla konuşacaklarımız, hayatımızda olan kişilerle beraberken hissedeceklerimiz?..
Birbirimizi tam olarak anlamadan, tanımadan, tanıma ihtiyacı bile hissetmeden daha çok fikir sahibi mi oluyoruz birbirimiz hakkında?
Kendimiz hakkında ise fikirlerimiz çivi yazısı gibi derin kazınmış artık... Alışkanlık haline gelmiş birkaç içgüdüyle tutunuyoruz kendimize, yeni bir şeyler öğrenme, farklı yanlarımızı görme, yeteneklerimizi ortaya çıkarma isteğimiz, cesaretimiz kalmamış artık...
Hayata ve hayatımıza verdiğimiz puanlar, beklediğimiz kadar yüksek olmamış, bizde hayal kırıklığı yaratmış...
Hal böyleyken elimizde kalanlarla daha az mı yetinir olmuşuz?
Bu nedenle eskisi kadar geniş düşünemiyor, o kadar açık, önyargısız, saf bakamıyor muyuz kişilere ve yaşananlara?
Hiçbir şey yeni gelmiyor artık bize... sanki artık alışkanlık haline gelmiş yaşantıları, tekrar tekrar yaşayacakmışız gibi düşünüp içimiz daralıyor!
Hayat hakkında da o kadar çok şey bilmiş, bunları o kadar "kesin" olarak değerlendirmişiz ki kapatmışız kendimizi artık "hayatın göstereceklerine"
Ünlü ozan Kavafis'in, o unutulmaz dizelerinde söylediği gibi:
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'
Ardından o ölümcül yargısı ozanın:
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
Selam ve saygıyla...
Kemal Atalay
YanıtlaSilüstad
sen yaz, yorumla, yaz, yorumla...
eminim ki okuyucular da tıpkı benim gibi tadını çıkara çıkara okuyordur yazdıklarını...
selamla kelamla kalemle...
murat örem...