*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

17 Ağustos 2014 Pazar

adamlar kadınlar çoluk çocuğa karışmış çocuklar ve çürük elmalarla yapılan turtalar....



adam  koca bir ömrü atların  ve   iki ayaklı eşşeklerin   arasında heder etmiş…

çocuğun süt  parası  okul parası  ,  hanımın  sütyen parası ,  evin erzak parası  yıllar boyunca  atlara, 6 lı ganyanlara, biralara, maç biletlerine , dipsiz kuyulara gitmiş…

eşin dostun ensesinde boza pişire pişire ,  ar damarını  çatlata çatlata kişiliğini harcaya harcaya para dilenmiş , borç dilenmiş , makam dilenmiş adam…

ne koca olabilmiş,
ne baba olabilmiş
ne de onurlu bir insan olabilmiş
adam..

ama sorsan, memleketin  gidişatına dair  en parlak fikirler hala onda…
kimlerin hangi meydanlarda sallandırılması gerektiği konusundaki iddialı fikirler onda…milli takım kalecisinin bin yıl önceki  hangi maçta  bacak arasından yediği gollerin tafsilatlı hikayesi onda…

fakat  adamda en temel ,
en olması gereken sorumluluklar ,
nanay…

kadın ,  koca bir ömrü saç boyalarının  viledaların   komşu laklaklarının   işyeri arkadaşları arasındaki  kaprislerin egoların içinde zebil etmiş…

çocuğun ilgi zamanlarını  , kocanın sevgi zamanlarını bozuk para gibi harcamış  mutfak tezgahlarının ,  kalitesizlik abidesi kitch  çin vazolarının , topuklu ayakkabıların , baş ağrılarının arasında kadın…

ama sorsan , mesut  aile hayatına, kusursuz çocuk bakımına  ait en iddialı fikirler onda…dönüp dönüp kendini işyerindeki, apartmandaki  kadınlarla kıyaslayıp elinin altındakilere , çocuklarına habire çakmak onda…

çalışıyorsa, dudağını büze büze emekliliğim gelmiş benim canım artık çalışma sırası gençlerde, biz çok çalıştık  mealindeki salak cümleler onda…

çalışmıyorsa, ben size  gençliğimi verdim diye diye televizyon önünde bin salak gün geçirme arsızlığı  onda…

ne karı olabilmiş
ne anne olabilmiş 
ne de ışıklı bir dişi olabilmiş 
kadın...

adam pes etmiş…
ağzındaki dilini unutmuş…
kafatasının içindeki aklını unutmuş…
ömrünü unutmuş adam…

kadın da pes etmiş…
bin yıldır kusmuş kusmuş da hala duramamış…
göğüs kafesinin içindeki kadın yüreğini unutmuş…
evin içindeki anne tarafını unutmuş ,
dişi tarafını unutmuş kadın…

çocuklar büyümüş…

oğlansa sakalları çıkmış çocukların…
kızsa göğüsleri büyümüş çocukların…

aradan yıllar geçtikçe
adam hep aynı kör köşeden bakar olmuş dünyaya…

aradan yıllar geçtikçe
kadın hep aynı ters köşeden bakar olmuş dünyaya…

gel zaman git zaman
çocuklar büyümüş…
çocuklar bile  “çoluk çocuğa karışmış…”

çocuklar büyürken
adam da kadın da
küçüldükçe küçülmüş…

geriye…
üç çürük elma
beş çürük elma 
yirmi çürük elma kalmış...
o elmalarla yapıldığı sanılan turtalar kalmış...

( murat örem / 17 ağustos 2014 / ankara…)





15 Ağustos 2014 Cuma

süleyman seba; şerefli ikinciliklerin yüzakı...türk futbolunun efendioğluefendilikte görebileceği son nokta...





aşağıdaki yazıyı 2013 yılının 16 şubat'ında yazmıştım...
iyi okuyun isterim...
taraftar olmadan , tarafgir olmadan okuyun isterim...
aşağıdaki yazıyı bir daha okuyun isterim...

ilkgençliğimin  en güzel isimlerinden 
süleyman seba'nın anısı önünde saygıyla eğilerek...

( murat örem / 15 ağustos 2014 / ankara...) 

-fotoğraf / beşiktaşın efsanesi baba hakkı süleyman seba'yı alnından öperken-

                                                ******

benim tanıdığım beşiktaş “hadi kara kartallar, hadi kara kartallar” diye diye ‘kara kartal” nişanını göğsünde taşımayı bu takıma ve taraftara onlarca yıl öncesinden armağan eden yoksul balıkçı halkın insanı  mehmet galindir…


benim tanıdığım beşiktaş efsane  şükrü gülesindir…


benim tanıdığım beşiktaş , ankara’daki maçın devre arasında 3-0 geride olan beşiktaşlı takım arkadaşlarının gözünün bebeğine bakarak  “ şimdi sahaya çıkın bu maçı buradan kazanın. yoksa istanbul’a kadar yürürsünüz “ diyen baba hakkıyı mahçup etmeyerek aynı maçı 3-0'dan döndürerek kazanmayı bilen takımdır…


benim tanıdığım beşiktaş o soğuk ingiliz gordon milne dönemine  kurban olduğumuz seksenlerdir...


benim tanıdığım beşiktaş gani gani rahmet okunası kurthan fişek hocanın tabiriyle ‘aristokrasinin, burjuvanın değil halkın takımıdır..”


benim tanıdığım beşiktaş süleyman sebada timsalleşen efendioğluefendiliktir…


benim tanıdığım beşiktaş, müesses nizamla uzlaşmayı aklına bile getirmeyen ‘karaşınların’ medarı iftiharı  “çarşı” dır…


ben yıllardır beşiktaşı tanıyamıyorum…


hadi benim beşiktaşı tanıyamamam mesele değil de,

peki beşiktaş ne zamandır kendini tanıyor, tanıyabiliyor…


isterseniz on sene şampiyon olun bundan sonra bu kafayla sametlerle mametlerle…


hiçbir kıymeti harbiyesi yok artık…

çıkarın beni taraftar listesinden…

çıkarın…


bize şampiyon değil bize  beşiktaş lazım…


önce ve yalnızca spor ahlakı olan beşiktaş geri gelene kadar  hepimizi taraftar listesinden çıkarın…



(murat örem / 16 şubat 2013 / ankara…)









        

12 Ağustos 2014 Salı

can yücel ; " ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi..."



Çok yıllar önceydi...
Gördüğü tedavi nedeniyle bir gözü kapalıydı Can Yücel'in....
Korsan misali siyah bant vardı tek gözünde...

Tören yapılıyordu  İstanbul Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi'nde...
Sahnedeydi Can Yücel...
Sahnedeydi mizahçı , karikatürist, yayıncı... Metin Üstündağ....

Bir bacağı aksak Metin Üstündağ ödül töreninde sahneye çıkarak
Can Yücel'e sevgiyle saygıyla  sarılmış ve şu cümleyi söylemişti;

" Can Baba 
seninle ben ne 
çok benziyoruz 
demokrasi tarihimize...
Senin bir gözün kapalı 
benim bir bacağım aksak...

Kör topal idare edeceğiz artık...." 


Zamanlardan birinde de  şu ironik şiiri yazmıştı Can Yücel ;

"Ben ömrümce muhalif yaşadım
Devletçe de menfi bir ‘tip’ sayıldım
Onun için kan grubum
Rh negatif!..." 


Ben de bu blogda tam bir yıl önce  aşağıdaki  yazıyı yazmıştım

Aradan bir yıl daha geçmiş...
15 yıl olmuş ,  
" başka türlü  bir şey isteyen" 
 davudi sesli şair öleli ...

Büyük şairdi Can Yücel...
Öyle
ağlak cümlelerin altına
adı üfürülmeyecek  kadar
büyük şairdi...

 (murat örem / 12 ağustos 2014 / ankara...)


 bu da 1 yıl önceki can yücel yazısıydı...
http://yedigunyazilari.blogspot.com.tr/2013/08/can-yucel-kovalamayn-beni-yataga-hic.html







10 Ağustos 2014 Pazar

"...kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır....ama şans da vardır...işte hayat tam da budur..."


Yek, dü, se, çehar, penç, şeş...
Bu kelimeler birden altıya kadar olan rakamların Farsçası.

Yukarıdaki kelimelerin Farsça olduğunu bilmeyenlerin bile büyük çoğunluğu  se yek, dubara,  çeharı  se... ikilemelerini   duyduğunda  tavladan bahsedildiğini anlar.

Tavla internet üzerinden de oynanabilir ama pulları şak şak tablaya vurmanın tadını vermez...Ayrıca bilgisayar ekranından kaybeden rakibin kızaran yüzünü görüp keyiflenmek de mümkün değildir...

Tavla, rivayete göre 7. yüzyılda Pers İmparatorunun veziri tarafından oyunlaştırılır. Tavlanın  etkileyici bir hikayesi  ve derin anlamları vardır...

Tavlada pulların üzerine dizildiği
karşılıklı 6’şar  hane  yılın 12  ayını,
açık ve koyu renk olan 15’er  pul   gündüz ve geceyi,
tablanın iki tarafındaki toplam 24  hane,  günün saatlerini
ve tek olan tabla da  1  yılı temsil eder...

Tavlada kazanmak ,  zarın şansına   oynayanların  “bileğine” bağlı olsa da hatta büyük çoğunluk satrançla kıyaslayıp  küçümsese  de,  tavlada da strateji ve  binlerce farklı hamle ihtimali  vardır...

Çoğunlukla aile büyüklerinden veya  arkadaşlardan öğrenilir tavla...
Önce basit hamleler sonra da detaylar detaylar detaylar ağır basar...
Gelen / atılan  zarla oynanan tavlada pulları ilerletirken tablaya seslice vurmak ,  rakibi kızdırmak da adettendir...

Fakat zar tutmak yapılacak en ağır kural ihlalidir...
“Zar tutma”  diyenlere verilen cevap da hep aynı zeka pırıltısı (!)  taşır ;
‘yahu zarları tutmadan nasıl atayım...?”

Bugün dünyanın birçok ülkesinde bir spor dalı olarak kabul gören  tavla ülkemizde bu noktada değil hala...

Oysa tavla da bir çok oyun ve spor dalı gibi tam da  hayatın kendisidir...

Talihin ,  şansın, istatistik biliminin  etkisi inkar edilemez ama asıl iş gelen zardan sonra başlar tavlada… Çünkü şansın yanında hesaplama ve bir adım sonrasındaki ihtimalleri de göz önünde bulundurma  vazgeçilmez unsurlarıdır tavlanın  tıpkı hayat gibi....

Tavlanın satrançla bitmeyen  rekabetini ve ortaya çıkışını anlatan hikaye de şöyledir rivayete göre ...

Hint İmparatoru, müthiş bir zeka ürünü olan satranç oyununu Pers imparatoruna bir mektup yazarak gönderir...

- Bilenler bilir ki , satrancı bulan isim Hint imparatorunu o kadar memnun etmiştir ki dile benden ne dilersen cümlesiyle karşılanmış beklentim yok cevabı kabul edilmemiş ve en sonunda da şu basit dilekte bulunmuştur ;
“hükümdarım , satranç tahtasında 64 kare var...yalnızca şunu istiyorum; ilk kareye bir pirinç tanesi koyalım sonraki her kareye de bir önceki kareye konan pirinç tanelerinin iki katını 1-2-4-8-16-32-64....gibi  yerleştirelim...”

İmparator bu isteğe anlam veremese de kabul etmiş ve hemen yanındakilere getirin bir çanak pirinç demiştir...Fakat kareler ilerledikçe görülmüştür ki tüm hindistan’ın pirinç stokları bile kareleri doldurmaya yetmemektedir...-

İşte hint hükümdarına  büyük bir özgüvenle

kim daha çok düşünüyor , 
kim daha iyi biliyor,
kim daha ileriyi görüyorsa 
o kazanır...
işte  hayat budur...

cümlelerini yazdıran da bu zekadır...

Pers İmparatoru vezirini çağırır ve ondan hem gönderilen oyunun mantığını çözmesini hem de bambaşka bir oyun daha hazırlamasını ister....

Vezir zamanla satranç oyununun mantığını çözer ve ardından da tavlayı kurgular...Her şey hazır olduğunda  Pers İmparatoru da  tavla oyunuyla gönderilmek üzere şu unutulmaz cümleleri iletir Hint İmparoturuna;

evet, 
dediğin gibi 
kim daha çok düşünüyor,
kim daha iyi biliyor,
kim daha ileriyi görüyorsa 
o kazanır.

ama şans da vardır...
İşte hayat tam da  budur... 

Yazının sonunda ;
Hint imparatorunun söylediklerine bir ek de biz yapalım; 

büyük zar , 
iyi zar   
her zaman işe yaramaz;

                            tavlada da hayatta da, işte de, aşkta da…..

iyi  oyuncu olmak ,  
kalıcı emekler vermek
büyük zarlar atmaktan 
çok daha kıymetlidir çünkü...

         ( murat örem /  10  ağustos  2014 / ankara...)

3 Ağustos 2014 Pazar

reha mağden;" mutlu insanları sevmem, biliyor musunuz ? ben başına çorap örmüş insanları severim..."


Takvimlerden  yine böyle yazdı…
Temmuz’du , 2007’ydi…
Her yaz  yolumun düştüğü  ege’deydim yine…

Arda daha ilkokuldaydı…
Umur daha ortaokuldaydı…
Ben saçları simsiyaha yakın , 40 kapısının eşiğinde  bir adamdım…

Behruz Çinici’nin çokk yıllar önce güzelim aklı ve emekleriyle yoktan var ettiği Artur’a gitmiş orada açılan marketten dergiler almıştım…

-Artur deyince çoğunluğun aklına sonradan görme , babadan görme hali vakti yerinde tirit tatilciler gelir, benim aklıma yalnızca Behruz Çinici gelir…Eh, benim aklım da hep böyle ters çalışır zaten...-

İşte bu Artur’daki marketten biralar almıştım, gazeteler almıştım, çocukların mangalı için kömür almıştım, et almıştım, ıvır zıvır almıştım…

Alışverişi yapıp elimdeki torbaları içeriye bıraktıktan sonra balkondaki plastik sandalyelerden birine her zamanki gibi kaykılarak oturup bacaklarımı da balkon duvarının küpeştesine amerikalı yuppieler  gibi saygısızca  (!) uzatıp elime dergilerden birini aldığımda kapakta onu görmüştüm…

Ölüm yıldönümünden yola çıkarak anıyorlardı kendisini…

Sakallı bir adamdı…
Gözlerini kısarak gülen bir adamdı…
Artık bedeniyle ölmüş bir adamdı…
Artık , olabilirse , yazılarıyla yaşayacak bir adamdı…

Reha Mağden’di adı …
Yazardı…
Gazeteciydi…
Sosyologdu…
Akademisyenliğin kıyısında dolaşmıştı..

Baba olmuştu…
Koca olmuştu…
Solcu olmuştu…
Çok sarhoş olmuştu…

“Reha sen , sen olmasan ne olurdun”   sorularına her seferinde  
 “ çok mahcup olurdum …”  cevabını vermişti…

Bunların 
hepsini 
yaşayıp 
bitirip 
ölü 
olduğunda 
daha  
51 yaşındaydı 
Reha Mağden


Şimdi yine takvimlerden yaz…
Aradan 7 yıl geçmiş…
Yıl 2014 olmuş…

Arda lisedeki yıllarını yarılamış…
Umur çoktan  üniversiteli olmuş…
Ben de sakalları saçları bembeyaza giden kıdemli bir baba olmuşum…
50 yaşa 40 yaştan daha yakınım artık…


2007 yazından  2014 yazına ulaşırken aradan 7 yıl geçtiğinde , şu Ağustos gecesinde, evimde , bilgisayarın başında birden aklıma düşünce Reha Mağden bu cümleleri yazmak  geldi aklıma…


Ben iyi bir okurdum ama Reha Mağden’in iyi bir okuru olmadım…
Fakat kelimelerindeki sahihlik ve sahicilik hep dikkatimi çekti…
Dilindeki o hesapsız kitapsız külhanilik de daima  yakıştı sanki ona…
Hiç sahte ve sakil durmadı…


Reha Mağden’in iyi okuru olmadım ama Mağden’in en yakınlarında olan isimlerden çok değerli birinin endiseliperi.blogspot.com  yazılarında / anılarında çok çıktı Reha Mağden karşıma…

Bakın ne yazmış yıllar önceki yazılarının birinde Reha Mağden ;

“Mutlu insanları sevmem, biliyor musunuz?

Sanki işaret parmakları hep havada gibi gelir bana; "bak dikkat et, mutlu olmak var," dercesine... Biraz 'kırıtkan' gibi dururlar nedense ve 'kibir' ile kırıtkanlık ne kadar çelişkilidir! 
Oysa ne ibneler gördüm, on mutlu maço zamparayı dörde katlayacak kadar delikanlıdırlar...

Ben, başına çorap örmüş insanları severim, başlarını belaya sokmuş insanları, evet!

Emeğiyle geçinen açların göğe doğru lanet savurmalarını severim; gökyüzü üretken bir şiddetle kaynar, oradan acaip bir şefkat duygusu iner yeryüzüne... Onlar, benim adamlarım, ağlarken bıçak çekerler!

(…)

Mutsuzlar sorumsuzdur, evlad-ı ayali ihmal ederler ve hayatları hep vicdan azabı içinde geçer; bir kibrit almak için evden çıkıp, bir yıl sonra dönen sorumsuz, mutsuz, yoksul hikayeleri, bir tür efsane olmuştu. Biz, devrile devrile yürüyen, "sen, sen olmasaydın, ne olurdun," diye soranlara, "mahcup olurdum," diyen adamlarız.

Mutlular ise, şişman çocuklarına yazlıklar alır, bir garip iç sıkıntısıyla hayatı sürdürürler...

Zenginlik iyi değildir, biliyor musunuz?

Size 'züppelik' imkanı verir ve bu iyi bir şey değildir, değil mi?

Neden bu kadar imkan, içinde -garip ama- bir tür aşağılık duygusunu, 'yetişememeyiş kompleksini' barındıran bir bir küstahlık yaratıyor? Neden insanların farklılığı daha fazla tabak ve yemiş olan bir masanın ayrıcalığına indirgeniyor? Karnımızı doyurmak istediğimizde, neden 'dervişin üç zeytini' hikayesini hatırlamıyoruz?

(…)

Güngörmüş, göçmüş, çökmüş, geçmişteki kıyımları hatırlayan, vicdandan nasibini almış aristokratları, görgüsüz, sonradan görmelere tercih ederim tabii.

(..)

Bir arkadaşım, 70'li yıllar olmalı, "simit ve kaşar peyniri alabilmeli, çay içerken yemeliyim," derdi. Sait Faik'in de böyle bir hikayesi olduğunu bilmiyordu bile.

Otuz üç, ya da başka yaşında başını belaya sokmuş adamların ortak paydası şudur:

Biz göze aldık ve yakışıklıyız; siz semirin durun!

Kızlar bizi sevecek!
Çocuklarımız da...”
                                                                 **********

Takvimlerden  yine böyle yazdı…
Temmuz’du , 2007’ydi…
Her yaz  yolumun düştüğü  ege’deydim yine…

Arda daha ilkokuldaydı…
Umur daha ortaokuldaydı…
Ben saçları simsiyaha yakın , 40 kapısının eşiğinde  bir adamdım…
.......
 

Hikayenin devamını biliyorsun ey okur…
Hikayenin devamını yukarıda okudun ey okur…

Ölümünün 8. yıldönümünde 
Reha Mağden’e selam olsun ey okur…

(murat örem / 3 ağustos 2014 / ankara..)