*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500"ziyaret ! *her cümle"5846" sayılı yasa korumasında ! *fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir ! *sağ alttakiküçük dünya?
dostluk dolu gecenin ardından, üç saatlik uykuyla yollara düşüp öğle güneşi balkondan içeri girmeden kendini eve atıp, anahtarı çeviriyorsun ki antrede duran kahverengi botlar yok...
fotoğraflara bakıyorsun küçücüklükten bu yana yanında kendini hep çok mutlu hissettiğin
ÖREM BEBE'nin sahibi selahi örem deden, bin yıldır "attaya" gitmiş...
30 yıldır her eve taşıdığın siyah camlı dolabın kapağını açıyorsun taaa üniversite yıllarından bir mektup, orada duruyor boynu bükük; sayfa sayfa yazan zeytuninin el yazısı hala dururken, kendi çoktaaan gitmiş , leylak zamanındaki sefil beyin kanamasıyla ... telefon rehberinde geziyor parmakların 0 5yüz diye giden numarayı 10 yıldır aramamışsın silmeye de asla gitmemiş elin, ölümün soğuk yüzüne inat... ve fakat hiç olmayacak anlarda kara kuyu gibi içine çekiyor seni sıfır beş yüz....
evin içinde yelken yepelek dolanıyorsun bir kurşun kalem ilişiyor gözüne masada arkasına takılmış plastik kapağıyla ucu çoktan körelmiş; sağda solda kalmış pembe loto kağıtlarının üzerine basıp geçerken, dizlerinde infilaklar...
buzdolabının raflarına saklanmış yeşil biberler brokoliler kefirler ton balıkları... kırmızı çaydanlık tertemiz dururken saksılar devrilmiş balkonda rüzgardan....
çekmecelerin içinden çıkıyor erhan dayınla taaa 1989'da eskişehir'de açtığınız resim sergisinin fotoğrafları hüzün hüzün bakıyor fotoğrafta hem erhan dayının kasketi hem de 21 yaşındaki simsiyah saçlı genç adam...
aynanın önünde bir düğme, kenarı çentilmiş... öyle duruyor sanki bin yıldır...
kitapların arasında yamyassı olmuş kağıt misali 1987 balıkesir şubat yazıyor üzerinde jelatini bile duran pembe beyaz maltepe paketinin....
balkona kuşlar konuyor dışarda deli bir rüzgar evin içi sıcacık... peki, neden ters dönmüş duvardaki tablolar...
ayların en zalimi nisan'a hazırlanıyor soğuk mu soğuk mart güneşi...
mutfaktaki ocağın üstü tertemiz tek bir çorba lekesi yok sağda solda... ama kırmızı narlar, eksilmiş salonda... dolaplara çekmecelere bir ferahlık gelmişken neden daralmış kocaman evin duvarları.... maillerin arasında öylece kalmış taskinorem@yahoo.com adresi... erzak dolabının içinde duruyor fasulyeler nohutlar mercimekler ve kenardaki başka kavanozların kapaklarında güzelim taşkın hoca el yazısıyla yıllar önce düşülen notlar "pudra şekeri / tuz / mahlep / nişasta "
artık kim açacak telefonlarımı, o tok baba sesiyle "efendim yavrummm...." diye ...
ve kim gözlerini kopça kopça açıp parmağını sallarken, haklı sitemler edecek tiz sesiyle "serrrseriii....ne çok şımartıyorlar seni... benim varlığım yetmiyor mu...büyü artık..." diye... acılarla, savaşmak ne kolay... anılarla yaşamak ne zor....!!!
adına ne diyorlar ; inatçılık mı , kararlılık mı, irade mi...
aslına bakarsanız her üç kelimenin
kesişim kümesi de var, birbirinden bambaşka anlamları da...
taaa 1990'ların başında, neredeyse 3 yıl koca yıl, rahmetli jülide gülizar'ın birebir talebesi olma şansı yakalamıştım 2 yıl boyunca...yılların efsane yayıncısı jülide gülizar, isteyen herkesin hocasıydı, hiç kimseden emeğini esirgemezdi ama biz iki üç genç jülide gülizar hoca'yla aynı odada, neredeyse yanyana masalardaydık...dolayısıyla herkesten daha çok bizim hocamızdı...
beni de severdi, ayrı ilgilenirdi...genç kalemimi güçlü bulurdu...bir yazımda "yıllanmış paltonun kol uçları EPRİMİŞ" cümlemi okurken zınk diye durmuş "eprime kelimesini artık o kadar az insan bilir ki...aferin sana" demişti. 20'li yaşlarımın başındaydım. jülide hocam sesimi de etkili ve eğitilebilir bulurdu...bazen vurgularıma net ikazlar yapar, ne istediğini bir seferde anlamazsam da alt dudağını hemen düşürürdü...bütün zeki hocalar gibi , önemsediği talebelerine karşı tatlı sert, tahammülsüz bir yanı da vardı...
uzun öğle sonu sohbetlerimizde, keyfi çok yerindeyse kırk yılda bir bizimle birlikte sigara tellendirirdi...o kadar çok travmatik olaya şahit olmuştuk ki o odada ...sigaralı halini hayal meyal hatırladığıma göre belki de şu sarsıcı anlardan biriydi...
uğur mumcu'nun ölümü ve cenaze töreni...
orgeneral eşref bitlis'in düşen helikopteri...
adnan kahveci'nin ölümü....
33 erin şehit edilmesi....
cumhurbaşkanı turgut özal'ın ölümü...
süleyman demirel'in cumhurbaşkanı oluşu... özel radyo ve tv yayınına izin veren; anayasa değişikliği...
inanın zihnimi zorlasam bir bu kadar daha başlık bulabilirim (!)
bu birbirinden çarpıcı olayların hepsi 1993 yılının ilk yarısında oldu...tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de 2 temmuz'da sıvas travmasını yaşadı Türkiye...yıl yine 1993'tü...
sözün burasında araya sıkıştırayım ki, sıvas olaylarından tam tamına bir yıl sonra tarih 2 temmuz 1994 olduğunda ben de baba olacaktım....büyük oğlum umur örsan gelecekti dünyaya...bir yıl önce birileri bana yakında baba olacağımı söylese uyurken üstün açık mı kaldı der bir de makaraya alırdım onu...hiç o taraklarda bezim yoktu o yaşlarda...
aslına bakarsanız, kabus gibi bir yıldı 1993....
işte bu dönemlerin hepsinde jülide gülizar'ın talebeleriydik bizler. gepgenç çalışanlar olarak...her olayda her haberde önce sarsılır, sonra yayın telaşına düşer, gün biterken de kritik yapardık olan biteni...
gençliğin toyluğuyla, mutlaka dar ve anlamsız analizler yaptığımız da çok olmuştur...jülide hoca, her cümlemizi sakince dinler sonrasında da aklından geçeni ve net fikrini tane tane anlatırdı...ortalama 35 yaş vardı aramızda ama asla hiçbirimizin sözünü kesmezdi...ben mesela 39 yaş küçüktüm hocamdan....
yılların politikacısı süleyman demirel'in çok yıllar önceki bir deprem gecesinde, bütün habercilerle birlikte deprem çadırlarının yanında kendi üzerini de battaniyeyle şefkatle örttüğünü anlatırken gözleri ışıldar, böyle de bir insan yanı vardır onun derdi..
1990'ların gündemdeki çok güçlü isimleri hüsamettin cindoruk, yekta güngör özden ( cindoruk TBMM / özden anayasa mahkemesi başkanıydı) ankara hukuk fakültesinden sınıf arkadaşlarıydı ... hocayı ziyaret ettikleri de olurdu...ahmet say , çetin öner, ümit gürtuna, sevgi özel...yakın arkadaşlarıydı...hoca, bazı ziyaretlerine bizleri de götürürdü...ahmet say ayda en az iki kez gelir, odada saatlerce sohbet ederlerdi ve biz de katılırdık bu sohbetlere kıyısından, tıfıllar:)) olarak...
ahmet taner kışlalı'nın çok sevdiği eşi ve 1995'te birlikte yaptıkları kazada küt diye ölecek olan nicole nilgün hanım bir üst katta çalışır, zaman zaman o da gelirdi sohbete...genel müdürümüz murat demiray'dı...
bazı durumlardaki olayların yorumlanmasında ters düştüğümüz de olurdu jülide hoca'yla...bireysel olayların her birinde daha duygusal ve anlayışlı analizler yapar, toplumsal olayları ve politikacıları analiz ederken çok daha katı olurdu...yalçın küçük de arkadaşıydı...onu da uzun uzun anlatırdı bizlere...
cumhurbaşkanı turgut özal'ın ölümünün hemen sonrasında odamızda yaptığımız bir öğle sonu konuşmamızda dümdüz bir tonlamayla "o adamın ölümüne hiç üzülmedim...hatta..." demiş devam etmek istemişken daha cümlesini tamamlamadan ben dahil lafını kesmiştik iki üç genç;hocam ölüme üzülmemek olur mu ?... diye. cümlemiz biterken gözlerini dikmiş, olur! demişti...donup kalmıştık...ben de o genç ve toy halimle pek yakın bulmazdım kendime, türkiyeyi o döneme getiren yılların iktidarının bazı uygulamalarını ama yine de hoşuma gitmemişti bu katılık...küçücük bir kadındı jülide hoca, biraz da yaşlılık zamanlarından dolayı hafif kamburunu çıkararak yürürdü ama gözlerini size dikip baktığında ürkerdiniz, derlenip toparlanırdınız...işte o anlardan biriydi bu yaşanan...
bu diyalogtan hemen bir iki gün sonra yine bir başka konuda hocayla çataçat laf yarıştırıp tartışmanın aleviyle ilerlerken, ben yine her cümlesine cevap verince zaten turgut özal konusundaki refleksimi bir yere not etmiş (!) jülide hoca; "murat; evladım, zaten senin sesin de dik, saçın da dik, huyun da dik" deyivermişti...donup kalmıştım...cümlesinde de tonlamasında da örtülü biçimde övgü de vardı ama daha çok ikaz da vardı, kızgınlık da vardı fakat yine de bütün bunların dışında, büyük olmanın şefkatinden vazgeçmezlik de vardı...
orada durdu konuşma... sustuk...karşılıklı...
günlerce.... sustuk... kase kırılmıştı.... jülide hocamla o günden sonra soğuk rüzgarlar esti aramızda...odaya başı önde girip günaydınımı dedim, saygımı gösterdim ama tek kelime etmedim. internet minternetin daha hayali bile kurulmadığı için açardım gazetemi, huşu içinde okur, işimi yapardım. bir yandan da her vesileyle o üçlü cümlesini düşündüm hocanın hem evde hem işte...
sesim mutlaka dikti çünkü daha yirmili yaşların ortasındaydım ve sesimin oturmasına biraz daha zaman vardı, tam eğitilmiş de değildi sesim...saçım hep dik olmuştu çocukluğumdan beri :))) bu ikisine itirazım yoktu da, üçüncü cümleye enikonu takılıp kalıyordum...huyum da dik miydi acaba :))
bir gün evde, hocamın tespitinden yola çıkıp aynı soruyu o dönemdeki eşime de teyit etmek için sorunca, mesele aydınlandı... "cevabımı ne sanıyorsun murat...ne duymak istiyorsun...evde bile ne kadar dikbaşlı adam olduğunu söylememe gerek var mı ... bir şeye hayır dediğinde kim sana evet dedirtmiş şu yaşına kadar, bir düşünsene" dedi kontr bir halle...çocukların annesi sakin bir kadındı, ama kelimelerden yaptığı rövaşataları da ünlüydü...durur durur, bir cümleyle nakavt eder, topu doksana gönderirdi. saygı duyardım zeki cevaplarına...böyle anlarda vallahi yine gol:))) derdim...işte şimdi yine öyle yapmış, mevzuu bir cümleyle bitirmişti...bu cevabına ve hükmüne, temyiz(!) hanem de kapalıydı...ben öğreneceğimi öğrenmiştim.... taaa 10 yaşından beri tanırdık birbirimizi onunla...bin kere didişmişliğimiz de vardı ...damarımda akan kanı bile bildiğini söylerdi...bilirdi de...o zamanki eşimden bu cevabı alınca denklem de tamamlanmıştı...
jülide hoca bu tespitinde de haklı çıkmıştı... üçte üç yapmıştı...!!! jülide hocam yine....
ben sesi de dik, saçı da, huyu da dik bir adamdım... evden de tescilliydi bu gerçek artık..! ertesi sabah işe giderken, o zamanın en güzel pastanelerinden olan ve sabahları çok erken açan, bugün hala faaliyette olup olmadığını bilmediğim reşit galip yokuşundaki ÇIRAĞAN pastanesinden pasta aldım...yanına da kendimce en güzellerinden tuzlular eklettim...odamızın kapısından içeri girmeden taaa uzaktan duydum jülide hocanın daktilosunun seslerini...ondan başka kimseler yoktu odada...binada da çayçı temizlikçi üç beş kişiydik...jülide hoca yine sabah yedide gelmiş, ışık hızıyla kitabını yazıyordu...hocanın bugün artık piyasada bulunmayan bir çok kitabının teksir kağıtları üzerindeki nice doğumuna tanıklık etmiştik...o kitaplardan birini yazıyordu yine...
saniyesini boş geçirmezdi...
odadan içeri girdim, günaydın dedim saygıyla...hemen uzandım ve hocanın iki yanağından öptüm sonra da eline uzandım...gelenekçi bir kadın hiç olmamıştı ama çekmedi elini...şap şap öpüp saygıyla başıma koydum...şaşırmıştı ama yadırgamamıştı...şaşkınlığından yararlanıp hemen arkasından da "hocam, YİNE haklıymışsınız, sesimin ve saçımın dik olduğunu biliyordum, itirazım yoktu...ama evde de sordum huyum da dikmiş hem de tartışmasız biçimde dimdikmiş...yine haklı çıktınız...şimdi özür dileme ve barış zamanı, pastamızı yiyelim...dedim...
jülide hoca, kocaman çerceveli gözlüklerinin üzerinden baktı...çay da söyle o zaman dedi...dümdüz bir sesti bu...ben bu dümdüz sese bile bin kere razıydım...kendimi taptuk emre'nin kapısındaki , yüreği çarpa çarpa "bizim yunus mu" cümlesini beklerken ömründen ömür giden derviş yunus gibi çaresiz hissediyordum...çok şükür benim de yunus gibi korktuğum başıma gelmemişti...
yıllar sonra gönül rahatlığıyla şunu yazayım; jülide hocam beni sevmeseydi, affetmeseydi, kafasını bile kaldırmaz, elini zinhar uzatmaz, çay söyle falan demek bir yana, pastadan tek çatal almadan yüzünü çevirip daktilosunun tuşlarına çata çata vurmaya devam ederdi...kaç kişiye tam da böyle yaptığına o kadar çok şahit olmuştum ki...saat hala çok erkendi...odada kimseler yoktu..."hocam, ben çok insan sevmem ama sizi çok seviyorum...gençliğin saygsızlığıyla sizi kırdıysam özür dilerim, verin elinizi bir daha öpeyim..." dedim...öptün ya oğlum, şimdi sıra bende dedi ve kalktı iki yanağımdan öptü hocam beni....
artık sevinçten çay falan söylemedim...tabanlarım bir yerime:)) vura vura çay ocağına koşarak çıktım, iki çayı kendim alıp getirdim...çayımızı içip pastamızı yerken, trt radyo 1'de kadri kıral'ın okuduğu 5 dakikalık bölümü kaçırmayalım dedi hocam bana...kadri'yi hep çok başarılı bulurdu...hemen radyoyu açtım...daha vardı kadri'nin zamanına...7.30 ana haberlerinden önceki 5 dakikada anlatırdı her şeyi "her şey bizler için" diyerek kadri kıral...o yayından önceki günaydın türkiye bantlarından biri dönüyordu muhtemelen...yıl 1993'tü...
yıllar sonra ben de trt radyo-1 için ne çok günaydın türkiye hazırlayıp sunacaktım, hem de cezalı (!) zamanlarımda...yıllarca el üstünde tutulup daima canlı haber ve tartışma programları hazırlayıp sunarken, üst üste görevlendirildiğim geçici görevlerin tarihlerinde sorun çıkardığım ve o tarihlerde gitmeye arka arkaya aldığım sağlık raporlarıyla engel olduğum için yönetimin tasarrufuyla günaydın türkiye bantlarına transfer edilmiştim:))) yayıncılıkta olurdu böyle şeyler...programın canlısı, bant yayını, iyisi kötüsü yoktu benim için....
yapımcının, iyisi kötüsü çalışkanı tembeli vardı bana göre...
ben yayıncıydım...bir futbolcunun, sahanın çimine toprağına bakmadan, bahane bulmadan sahaya çıkıp takır takır topunu oynaması misali, her türlü yayını şevkle , gönülle, akılla, vicdanla, kalple elimden gelenin en iyisiyle yapmaktı durduğum yer...yaptım da...zevkle...sayfalar dolusu metinler yazarak hem de...
aradan epeyi yıllar geçince, ilk günden beri sesini de kullanan yılların prodüktörü olarak, trt ankara radyosu'nun, aşağıdan en yukarıya ilerleyen her kademesinde yönetici olduğum zamanların başında, ön denetimlerini de yapacaktım günaydın türkiye metinlerinin..şu hayat ne garip ve büyülüydü. yıllar önce birileri bana, murat günü geldiğinde yöneticilik basamaklarında da bulunacaksın dese, la havle vela kuvvet der güler geçerdim...hiç öyle heveslerim olmamıştı....ben; huyu dik , aklı dik, sesi dik, mesleğine hakikaten aşık bir yayıncıydım...
şu hayat ne kadar garipti... nietzsche mi demişti amor fati & kaderini sev:))) diye...
günaydın türkiye bantlarını hazırlayıp sunarken, jülide hocamın, "huyu da dik" cümlesi ne çok aklıma düşmüştü yıllar sonra...huyu dik inat bir adamdım ya, onlarca yıl boyunca yalnızca köylüye yönelik içeriklerle hazırlanan günaydın türkiye bantlarını ben 2000'lerin başında yaparken asla ve kat'a öyle köy programı yapmamıştım...çünkü artık zamanlarda, kentli nüfus ülkenin üçte ikisinden fazlasına denk geliyordu...türkiye bir tarım toplumu olmaktan çıkmış ama kentleşememiş (!) ve kentlerin çeperlerinde toplanmıştı...tarım toplumu köy toplumu değildi artık türkiye...ben de bu yüzden öyle tarım marım konularıyla geçiştirmedim o programları...eni konu kentliye de, arada kalan insanlarımıza da yönelik programlar yaptım, elimden geldiğince, aklım erdiğince, kalemim yazıp dilim döndüğünce...
şuna da hazırlıklıydım ama; nerede köy konularının programdaki ağırlığı diye yöneticiler soracak olursa diye her bölümde sözü bir cümleyle en az üçte iki kentli nüfus konusuna getirirdim yazdığım metinlerde...bir yayıncı her soruya hazırlıklı olacaktı:)) yöneltilen sorunun konuktan, dinleyiciden, yöneticiden gelmesi fark etmezdi...önemli olan o sorulara gerçeğe dayanan cevaplar verebilmekteydi....
o dönemde birim müdürümüz olan, hakiki yayıncı ve yapımcı, bizlerden daha da kıdemli olan sevgili meriç aksu; kulakları çınlasın, bir gün "murat her şeyin farkındayım :)) ama gerçek senin dediğin gibi , oran en az üçte iki...gerekçelerinde haklısın...ama ne inatçı adamsın:))" demiş, ikimiz karşılıklı gülmüştük...
biz jülide hocamla kadri'nin sunduğu 5 dakikalık "her şey bizler için" programını beklerken jülide hoca tane tane yine konuştu...
"murat, pasta tazeymiş...dedi ve devam etti; ben enikonu pasta yemem...sabahları hiç yemem...ama hatır için yedim...sana hocandan bir nasihat olsun, ölene dek de unutma;
...herkeste hatrın olmasın...herkes seni sevmesin... birini , herkesin sevmesi de iyi değildir...
ama seni sevenlerin (de) hatrını eskitme...
şunu da unutma, sen huyu da dik bir adam olmasaydın ben seni bu kadar önemsemezdim...
huyun hep böyle dik olsun ama yeri geldiğinde eğilmeyi bilsin, huyun da suyun da ....
saçın zaten yaşlandıkca azalıp aklaşıp eğilecek... sesin muhtemelen yaşın oturdukça daha da kalınlaşacak dedi....
bugün bakıyorum da ta o zamandan bunu da bildi jülide hocam... şimdilerde , telefonda fısıldayarak konuşurken dahi kendi sesim bana bile tan tan tan / geliyor vatman :))) kalınlığında geliyor...
saçlarıma hiç girmeyelim:))) takke düştü kel göründü:)))
hocamın bu cümlelerinden, kulağa küpelerinden sonra , zihnim bir daha allak bullak olurken bir perde daha yırtıldı...dondum kaldım...tek bir cümlesiyle yine kocaman bir nehir açmıştı jülide hocam önüme...hocam birer çay daha alıyorum...sonra ben de geçeceğim daktilomun başına sorularımı yazacağım dedim.....ve ekledim benim çok öğretmenim oldu şu hayatta ama izin verirseniz, layık görürseniz , siz hiç ölmeyecek ustam da olun dedim...sessiz kaldı jülide hoca...sessizlik bu konuda da icazet almanın işaretiydi...
allahım, ne güzel bir gündü...
sonra ikimiz de daktilolarımızın başına geçtik... çata çuta çata çuta yazmaya başladık...
bu arada dışardan gelen sesler arttı.... RADYO ANKİ'de bir yayın günü daha başlıyordu... ikişer ikişer giriyordu kapıdan insanlar işlerinin başına geçmeye...
aradan yıllar geçti... hayat herkesi bir yerlere savurdu... biz büyüdük, ben yaşlandım, çoluk çocuğa karıştım... ömür katarında yarım asır geldi geçti....
çocuklarım bile evlenecek yaşlara geldi :)) babaları gibi acul çıkmadılar çok şükür ki bu hususta :))
ve kendi kendine verdiği ismiyle jülide GÜLİZAR hocam; 2011 yılının yine bir mart gününde 82 yaşında aramızdan ayrıldı...
ben de bu gece, aldım emektar ve kaprisli laptopumu bacaklarımın üzerine, laptobun pilinin sıcaklığından dolayı bir daha çocuklarım olmazsa, spermler ölüverirse falana hiç takılmayıp:))) , evladın da fazlasında hiç gözüm yok, YARADAN var olan evlatlarımın ömrünü güzel kılsın diye diye, takır takır bu yazıyı yazdım... sizi bilmem...bilemem ama bence şu hayatta insanın bir duruşu olmalı...jülide hocam da böyle demişti bana....adına inatçılık mı dersiniz, kararlılık mı, irade mi bilemem...ama insanın bir duruşu olmalı...dimdik de bir huyu olmalı bir insanın...
fakaaaat kendim için söylersem, yeri ve zamanı geldiğinde insan o dimdik huyundan bile, inadından bile çok sevdikleri için, en sevdikleri için, çok sevdiği için vazgeçmeyi de bilmeli... bunu hep yapabildin mi...hep vazgeçebildin mi.... hep başarabildin mi... diye sorarsanız bana ???
asla ve kat'a her zaman yapabildim diyemem...her gün yeni bir şey öğreniyorsa insan, çelik gibi sert ama su gibi yumuşak da olmayı öğrenmeli...derim....çünkü artık o yaşlardayız...
bu hayat biraz da böyle değil mi... talebe çalışacak ; ama hoca da kanaat kullanacak :)))
babam taşkın hocam hep öyle yapar, müspet kanaat kullanırdı.... talebelerinde, mutlaka övecek bir yan bulurdu taşkın hocam. en tembelinde en umursamazında bile bulurdu övülecek yanı... belki de, ölümünde o yüzden aktı talebeleri mezarlığa dualarıyla... nur içinde yatası babam....
jülide gülizar hocam da öyle yapardı... ben, yaradan affetsin, öyle duayla anmadım hocalarımı... daima anılara , yazılara kalsın istedim, yaşadıklarımız... senin de yazıların dua murat, eğer kabul olunursa dedim kendime..
8. ölüm yıldönümünüzde ellerinizden öperim; jülide gülizar hocam... ne kadar çırağınız olabildim bilemem ama huyu dik bir adam kalabilmeyi başardım simsiyah dik saçlarım yıllar içinde azalıp aklaştı sesim daha da oturup kalınlaştı.... tüm bunları da önceden bilip söylemiştiniz... bu günlerimizi de (!) önceden bilip söylemiştiniz jülide gülizar hocam.... yayıncılıktaki ustam...
jülide hocamlı yıllar...odamız...radyo anki.. 1993 / daktilolu zamanlar 20 li yaşlarım....!!!
-kızkardeşim evlilik hazırlıklarında yeni evini tutmuşuz, koşturuyorum / z boyası camı kapısı diye...
benim 50 yıldır ağabey olmaktan baba olmaktan evlat olmaktan sevgili olmaktan müdür olmaktan dost olmaktan anladığım bu...
seviyorsan önce koşturacaksın...
seviyorsan önce üreteceksin....
" zktir edeceksin" bu bahislerde çiçekli doğum günü yemeklerini fiyakalı lafları, yaldızlı öpüşleri falan...
önce, içtenlikle sahip çıkacaksın... işine eşine aşına duruşuna pazarlıksız bahanesiz sahip çıkacaksın...
her ahval ve şeraitte zarfa değil mazrufa bakacaksın...-
işte böyle koştururken elim otomobilin direksiyonunda 100. yıl pazar yeri kavşağındayım...
bedenim otomobilde ama aklım evde.... aklım annesinin karnında gün sayan bebekte de...
aklım evde... hem bebekte... hem de kardeşini nasıl karşılayacağı muamma olan 4 yaşındaki ilk evladımda...
aklım evde.... aklım kendi kardeşimde... aklım işimde gücümde...
allahın, allahsız sıcağında karnındaki yükle sağa sola dönemeyen güpgüzel annede de aklım...
-aklıma tüküreyim ki bin yaşına geldim :)))
aklım hala bir yerlerde... aklım hala birilerinde... aklım hala her yerde ... -
1998 yazında aklım yine her yerdeyken gözüm de kavşağın trafiğinde....
ellerim, orijinal italyan uno 60 s'in direksiyonunda...
fonda bir ses var.... radyonun sesi bu... dışarıdaki uğultuları bastıracak kadar güçlü...
derken bir keman sesi yükseldi otomobilin içinde, derken perdesiz gitarın tınlamaları dahil oldu ve birden kanunun şıngırtaları da doldurdu dört yanı ve o güzelim kadın sesi hepsinin üzerine şakımaya başladı,
"ardımda kaldı uzun yaz yorgunum uzaktan geldim... yol bitti çoktan...
gün bitti yol bitti ay battı... aşk bitti çoktan....."
açtım radyonun sesini... bıraktım aklımı o güzel leman sam sesine... bıraktım aklımı hiç olmazsa 5 dakikalığına....
eve geldiğimde susmuştu leman sam... aklım yine susmamıştı :))
şimdilerde dar vakitlerde görüşüp ateş aldığımız ilkgözağrım kapıda karşıladı babasını...
havaalanı yanaklı oğlummm diye diye öptüm koklaya koklaya...
üç saatlik ayrılık hasretiyle :))) sarıldı paçalarıma....
annesi de, uzun yıllar yaptığı gibi kapıdaydı yine gülümseyen hoşgeldiiin tonlamasıyla....
ben de girerken kapıdan içeri herkes esenlikte mi dedim... herkes huzurlu mu... sen rahat mısın güzel anne... karnındaki bebek iyi mi... oğlumuz mutlu mu... herkes iyi mi...
peşpeşe sıraladım cümleleri.... soğuk su ve elma istedim 4 yaşındaki evladımdan... bir buse kondurdum güzel annenin yüzüne... ve yine aynı anda her şeyi düşünür söyler ve yaparken otomobilin içini dolduran leman sam'ın sesini de hatırladım...
itirafım olsun yeri gelmişken; aklım benim, her zaman en büyük akılçelenimoldu :)))
-bir de söz, bir gün de size, leman sam'la hatay'da yaptığımız upuzunnn ve coşkulu sohbetimizi de yazayım-
evin icinde dolanırken huzurla artık dem "kıraat" vakti murat örem, cümlesi dökülürken dudaklarımdan kırmızı koltukların üzerine atıp kendimi cemal süreya şiirleriyle dolu kitabı açtım,
"mutsuzluk gülümseyerek gelir (./..) iki çay söylemiştik orda, biri açık keşke yalnız bunun için sevseydim seni..."
( murat örem / 24 mart 2019 / ankara...)
"...sarılsam üşür müsünüz ?..." leman sam 1998 albümünden....
yukardaki başlıktan girelim mevzuu anlatmaya ; mülhem dizenin aslı şöyledir attila ilhan imzalı "aysel, git başımdan, ben sana göre değilim...!" bugün bütün bir öğle sonrası "konur sokaktaydım...." attığım her adımda edip cansever'in dizeleri yankılandı zihnimde... okuyacağınız bu yazı, kaybeden şehrin hikayesidir... ******
çankaya'dan bindiğim otobüs kızılay'da bıraktı... şehrin kalbine otomobille inmiyorum, çok mecbur değilsem... zaten şehrin kalbi de yıllardır takır takır tekliyor... tek bir otomobili daha kaldırmayacak kadar bedbaht şehrin kalbi. benim kalbim iyi şimdilik... kalbim tekliyor dersem, kalbi kırılır kalbimin :)) 30 yıldır kütür kütür içtiğim sigaralara inat bir dönem taşıdığım üç rakamlı kilolarıma rağmen relax ve sorunsuz çalışıyor kalbim :))
hasılı kelam, birileri çok kızdıkça "kalpsiz malpsiz" deseler de nazım'ın dediği gibi, çok iyi şimdilik "sol yanımdaki cevahir..."
ama ne derdi süleyman demirel; "sağlığınızla asla övünmeyin.." dinleyelim o zaman büyüklerin ikazını, dinleyelim... meseleleri mesele etmetseniz mesele kalmaz (!!!) diyen süleyman demirel'i dinleyelim... size bir şey söyleyeyim mi ; süleyman demirel, ülke tarihinin gördüğü en büyük ve en kendine özgü demagogmuş... gelmeyecek bir daha öylesi.... hayat böyle işte... bir şeyden mişli zamanla bahsediyorsanız epeyi yaşlanıyorsunuz (!) demektir.
bugün konur sokakta, mışlı zamanlar ciğerimi deldi... gezdiğim sokaklardaki o binaların yıkıklığı, metrukluğu yılların anılarını da derin bir mağaranın içine attı...
ben niye gittim bugün konur sokak'a...derseniz DAİMİ SARI BASIN KARTIbelgelerimi vermek için... bu işler böyle... siz, ömrünüzü veriyorsunuz sonra bir komisyon toplanıyor... ve takdir ederse, o komisyon da size daimi sarı basın kartı veriyor... emekli bile olsanız evlenip boşansanız sonra yine evlenip boşansanız sonra yine evlenseniz... hatta sakat kalsanız, bitkisel hayata girseniz çocuklarınız bile evlenip boşansa o çocuklarınız da emekli bile olsa ölene kadar kullanmanız için daimi bir sarı basın kartı veriyor...
siz öldüğünüzde de, yanınızda kim varsa artık hatıra diye almak isterse birileri ona geçiyor o sarı basın kartı. kullanamıyor ama ona geçiyor sarı basın kartı... eline geçen belki bir köşeye atıyor... belki bir camekanın içinde duruyor... belki bir sahafa düşüyor sarı basın kartınız... belki de ayrancı antika pazarında 10 lira 20 lira veriyor eskiciler :)) sizden sonra...
bazen evlatlar sahip çıkıyor o kartlara kağıtlara ıvır zıvıra... bazen hayat alıp savuruyor dört bir yana... herkesi ve her şeyi.... mesela ben babamın öğretmen emeklisi kartına bakıp bakıp sümüklü sümüklü çok ağladım 2017 şubat'ında... nüfus cüzdanına diyemiyorum çünkü daha hastanede bedeni soğumadan el koydular nüfus cüzdanına taşkın hocamın... usul adap böyleymiş deyip sustuk biz de... amma uzattık lafı... KONUR SOKAK / SARI BASIN KARTI.... derken ölüm yine baş köşeye oturdu.... ama ölüm de bunu her daim hak eder söz aramızda ölümün olduğu yerde hiçbir rol ölümden gerçek olamaz... ne diyordu SOFOKLES, "kimse son nefesini verene kadar mutlu bir hayat yaşadığından emin olmasın !!!" bu adamlar boru değildir ey okur... bu adamların laflarını çok ciddiye alın ! 30 yıl önce evlenmek için ankara'dan yola çıktığımda ticaret hayatıma (!!!) yine KONUR SOKAK'ta başlamıştım... sonra hayat bana inatlarımın da muradı olarak SARI BASIN KARTLI bir gazeteci hayatı verdi...
şimdi bir komisyon toplanacak vakti saati geldiğinde... 30 yıla yaklaşan yayıncılık / gazetecilik hayatım DAİMİ BİR SARI BASIN KARTININ içine sığacak...
ne diyordu koca yunus ;
"şol karşıki dağları, meşeleri bağları sağlık safalık ile, aştık elhamdülillah..."
ve ne diyordu nazım hikmet "...su basında durmuşuz.
su serin,
çınar ulu,
ben şiir yazıyorum.
kedi uyukluyor
güneş sıcak.
çok şükür yaşıyoruz.
suyun şavkı vuruyor bize
çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze..." ( murat örem / 5 mart 2019 / ankara )