*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

24 Eylül 2016 Cumartesi

pastırma yazını(!!!) bilmiyorum ama insanı insana insanla kağıtla kalemle müzikle anlatıyoruz...üzerine bir de para veriyorlar...böyle işe can kurban...


1993 eylülünün sonları olmalı...
evli bir adamım ama baba değilim...
can eriklerini ısıra koklaya büyütmek ne bilmiyorum daha...
çünkü ne 94 doğumlu umur örsan girmiş hayatıma ne de 98 doğumlu arda erhan...


çocuklar olana kadar evdeki  yol arkadaşım  kaç yıl olduuu artıkkk ben de çocuk istiyorummm,  ben de anne olmak istiyorummm diye kah rica etmiş kah yalvarmış kah isyan çıkarmış ama ben her seferinde tavana bakıp büyük laflar etmişim bu dünyaya çocuk getirmek büyük vebal o çocuklara karşı...dünya kötü bir yer, beni aracı kılma bu işlere,  bak ikimiz bile bu dünyaya  zor tahammül ediyoruz misali...ben böyle tavanlara bakıp her isteğe itiraz edince adım iyice huysuza inatçıya kibirliye ukalaya  bir de biraz tacizkar bir ifadeyle kullanılan entele çıkmış çoktan...


çocuklar daha yok ama evlilik, şehir değiştirme, ankara, sevda yelleri kitaplar okumalar yazmalar derken uzatmalı üniversite de nihayet bitmiş gitmiş...istanbul siyasal mezunuyum artık...kadayıf öğrenci zamanlarımın çok bunaldığım anlarında "diplomasız da olur ne farkeder ha üniversite ha lise mezuniyeti ne yapacağım ben üniversite diplomasını duvara asacak halim yok...belki bitirmem okulu" misali  boyumdan büyük kaçamak laflar ettiğimde evde esen soğuk rüzgarlar da nispeten sona ermiş...


hala hatırlıyorum...yaptığım işlere aldığım kararlara çok zıvanadan çıkmadıysa  çocukluk ve gençliğim de dahil saygısızca  hiç müdahale etmemiş babam taşkın hoca bir gün artık hakikaten canına tak etmiş olacak ki mavi gözlerini kocaman kocaman açarak şöyle demişti zorlama bir sakinlikle; "tamam oğlum, sen asma duvara  diplomanı ama ben asmak istiyorum....sen al diplomanı ben belki  tuvaletin duvarına asacağım !!! karışma benim işime...o yüzden bitsin şu okul, al şu diplomanı sonra bana ver...benim de mi hatırım yok..." 


o zaman da demişimdir ama daha gür söyleyeyim...
hiç senin hatırın olmaz mı taşkın hocam...
hiç olmaz mı...

dedim ya,  üniversite nihayet bitmiş...
diploma değil ama mezuniyet / çıkış belgesi hemen alınmış...
yaklaşık iki yıldır da düzenli ve iyi paralar  kazanır olmuşum...


öğretmen olarak otuzar yıldır çalışan anne babamın 
o zamanki  toplam maaşından bile epeyi fazla aldığım maaş... 


ülkenin ilk özel radyo yayını yapan ilk üç beş kurumundan radyo ankideyim... radyo ankide spiker ve yapımcıyım...yalnızca 25 yaşındayım...çok genç bir kadronun içindeyim...başımızda da yılların yayıncıları gazetecileri var...jülide gülizar, özer esmer, selçuk altan, ahmet tümel...bu isimlerin bir başka özelliği de her devirde hepp sakıncalı isimler olmaları...bu isimlerin sakıncalı olmaları yetmediği gibi!!! bir de misafirleri var en az onlar kadar sakıncalı olan...


türkiyenin hala başvuru kaynağı olan müzik ansiklopedisinin de müellifi,  yayıncı geçmişiyle de çok emekler vermiş ömrü uzun olsun ahmet say mesela...kamuoyunun ahmet sayı fazıl sayın babası olarak tanımasına yıllar var daha...aslına bakarsanız ahmet sayın buna bugün de hiç ihtiyacı yok...işte, sanki kendi hengamemiz yetmiyormuş gibi haftanın üç günü de ahmet say zorunlu misafirimiz çay içmek için...kapıdan içeri pat diye giren,  her zaman heyecanlı coşkulu ve kocaman bir adam ahmet say...ahmet sayın ağzından çıkan ilk cümle hep aynı  " yahu jülide biliyor musun...." sonra gümbür gümbür coşkulu bir anlatımla ahmet sayın ağzından çıkan hatıralar hatıralar hatıralar...çok sevgili hocam ve meslek büyüğüm jülide gülizarın sakin sakin dinlemeleri ve arada ettiği bir kaç cümle...içilen çaylar sigaralar...anılar anılar anılar...bazen ahmet say da içerideyken jülide gülizarın eşi celadet beyin de gelmesiyle gittikçe demlenen yüksek sesli sohbet ve havadaki tatlı ama çok seviyeli argonun açtığı dehlizler...


bir gün uzun uzun yazıp anlatmak istiyorum radyo anki günlerini..
akranlarımı bilmem ama ben hala hatırlarım o günleri...çok şey öğrendiğim insanlar da oldu...insansızlığı öğrendiklerim de...aramızdan çok medyatik isimler de çıktı...sabun köpüğü gibi balon yapıp yapıp sönüp gidenler de...ama ben iyi öğrenci olacağım diyenler için iyi bir okuldu radyo anki...


1993 eylülülün sonları...
bu sene olduğu gibi kış pat diye gelmemiş...
kedileri bile hala bahçelerde mayıştıran ışıklı bir eylül günü...

radyo ankide yayıncıyım...
evliyim...
deve dişi gibi bir üniversite mezunuyum...
işim var hem de epeyi yüksek bir maaşlı...
işim var demem lafın gelişi; iş değil ki bizim yaptığımız...
dünyanın en güzel şeyini yapıyoruz..

insanı insana,  insanla kağıtla kalemle müzikle anlatıyoruz...
üzerine bir de çuvalla para veriyorlar...
ne işi...böyle işe can kurban...


her güzel rüyanın bir sonu olduğu gibi bu rüyanın da sonu oldu elbette...ama daha var o zamanlara...sonra aradan yıllar geçtikçe böyle çok güzel rüyalar da gördüm, uykudan sıçrayarak da çok uyandım...hayat böyle bir şey çünkü...


neyse şimdilik hayatımın en güzel zamanlarından biri daha...
bir de hepsinin üstüne  25 yaşın cahil cesareti var...
daha ne olsun....!!!


bugünden dönüp bakıyorum da nedir 25 yaş...nedir 25 yaşın tecrübesi birikimi şusu busu...ama insan denilen canlı da böyle böyle büyüyüp olgunlaşıyor...bunun başka yolu yok...


eğer sizin de benim gibi yirmili yaşlarda evladınız varsa  gözünüze kocaman adamlar kadınlar olarak görünmesin...tezcanlı olmayın...boşuna dememiş eskiler gençler bilebilse yaşlılar yapabilse diye...


evet ;
her zamanki gibi konuyu dağıttık gittik...ardanın tabiriyle şimdi dereden tepeden gidip ana yola çıkmanın çuvalın ağzını yine vakitlice ve derli toplu başarıyla bağlamanın zamanı geldi...


işte sıcak mı sıcak bir eylül gününde mikrofonun başındayım...kesinlikle cumartesi olmalı...bir hanım dinleyici telefon hattında...anlatıyor da anlatıyor...sever yayına bağlanan dinleyici izleyici boş boş konuşmayı...önemli olan bu duyguyu bilip de yerinde müdahaleler edebilmektir...yoksa bu canlı bağlantılar kıraathane sohbetinin ötesine gitmez ve bunun da dinleyiciye / izleyiciye hiçbir katkısı yoktur...


montaigne boşuna dememiştir; 
gideceği limanı bilmeyene hiçir rüzgardan hayır gelmez diye...


telefondaki dinleyici sıcaktan , kurutulan biberlerden bahsediyor, salça zamanı diyor falan...ben de arada lafa girip kendimce tamamlıyorum bilgiç bilgiç; tam da pastırma yazı dedikleri bu işte bilmemkim hanım...evet evet diyor karşıdaki hanım...sözün ağzını bağlıyoruz ve müzikle devam ediyor yayın...hiç unutmuyorum, teknik masadaki arkadaşım hayranı olduğu soner arıcadan bir şarkı yayınlayalım diye ısrarcı taaa programın başından beri ve ben de artık onu kırmadan anons ediyorum; sen türküler söyle aşka dair...ben de seviyorum bu şarkının sözlerini o zaman...ve soner arıcanın o naif ve duyarlı yoldan yürüyememesine hala hayıflanıyorum onun adına bugün bile...çok daha kalıcı işler yapabilirdi...


bir iki bağlantı şarkı türkü derken yayın bitiyor...stüdyodan çıkıyorum...eve gideceğim vakitlice...belki eylül güneşini kaçırmadan kuğuluparka gideceğiz, çocuksuz,  birbirini hala sevdiğini sanan ama günden güne artan biçimde  çok  çok huzursuz genç evliler olarak...


tam radyo ankinin kapısından çıkarken ahmet tümelle karşılaşıyorum...o güne kadar hala soğuk biri ahmet tümel benim için...öyle her lafa girmeyen biz gençlere çok da sıcak davranmayan biri....bendeki intibaı bu...kolumu tutuyor...şaşırıyorum...yayını dinledim arabamla gelirken...çok gençsin ama sen bu işi yapacaksın anlaşıldı...iyi çok iyi de yapacaksın...ama daha zamanı var...o zamana kadar bilmediğin konularda çok kesin cümleler kurmamayı öğren...pastırma yazı eylülde olmaz...ekim sonunda hatta kasımda olur...bunu da bundan sonra hiç unutma diyor ahmet tümel...sonra hemen bırakıyor kolumu ve aynı sakinlikle ve soğuklukla içeri giriyor ben çıkarken...yıllar sonra öğreneceğim ahmet tümelin 1980 sonrasındaki günlerde yayınlanan nokta dergisinin ankara bürosundaki ve ankara sanattaki emeklerini de....


eve gidiyorum hemen...açıyorum ansiklopedileri...hakikaten ahmet tümelin dediği gibi ekim sonu kasım ortası pastırma yazının zamanı...bir daha hiççç unutmuyorum ne pastırma yazının dönemini ne ahmet tümeli ne de bilmediğim konularda kesin cümleler kurmamayı...

soğuk görünen bazı insanların her lafa espri sokmaya çalışan işgüzarlardan ve hacıyatmazlardan çok daha kıymetli olduğunu da unutmuyorum bundan sonra...bir de ettiğim her cümlenin ömrüm boyunca arkasında durmanın inadını... 

ve ne zaman eylül gelip de gitmeye hazırlansa...
ahmet tümelin o cümleleri çıkıyor anılar belleğimden...
artık kaleme alma zamanı diyor yazıyorum bugün de...

( murat örem / 24 eylül 2016 / ankara...)
              -müzik / soner arıca / yazıdaki şarkı/sen türküler söyle aşka dair-
             -fotoğraf / hürmüz edeer / çini mürekkep resim-
                        murat öreme hediye / 1994-



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder