Küçük bir çocukken
ben, evimizde soba vardı…
Küçük bir çocukken ben , Türkiye nüfusu 40 milyon
diye geçerdi kitaplarda…
Küçük
bir çocukken ben “kendi kendine yeten 7 ülkeden
biriyiz” diye övünürdü öğretmenlerimiz , gazetecilerimiz ,
politikacılarımız ve elma, portakal, mandalina marketlerin içinde, işlenmemiş altın niyetine 5 liraya
10 liraya satılmazdı…Hoş, market ne bilmezdi bile Türkiye’nin yüzde 99’u…
Küçük
bir çocukken ben , günde en az 10 kişi ölürdü sokaklarda silahla ve her kış kükürt
kokusu inerdi kurtlar gibi şehirlere, kasabalara…
Küçük
bir çocuktum ben de sizin gibi…
Sonra
bir baktım ki büyümüşüm, yaşıtlarım büyümüş…
Hatta
yaşlanıp , evlenip, çoluk çocuğa karışmışız…
Boşanmış
bazılarımız, çocuklarını evlendirmiş kimileri.
İçimizden
en gözü kara olanları ölmüş bile…
Daha
ilkokulun 3-A sınıfındayken bir yaz tatilinde girdiği dereden cansız bedeni
çıkarılan kepçe kulaklı kıpkırmızı burunlu arkadaşımız Adnan Savut’un çocuk
ölümünü saymazsak mesela kardeşim Şücai
Özdal bırakmamış aculluk bayrağını ve
ölüvermiş bir ilkbahar günü …
Küçük
bir çocukken ben evimizde soba vardı…
Küçük
bir çocukken de ben hayatı düşünürdüm sakin bir tavırla…
Gazeteyi
, dergiyi didik didik okuma kültürünü kendisinden tevarüs ettiğim babam Taşkın
Hoca’ya bir sonbahar akşamı sormuştum gözlerimi kocaman açarak “ ölümden
korkmalı mıyız baba..” diye…Susurluk Lisesi’nin yokuşuna bakan
evimizin sonbahar olduğu için daha yanmayan sobalı odasında elinde Milliyet
Gazetesi’yle akşamın bir vakti, çalışmadığı yerden çıkan(!) böyle bir
soruyu haklı olarak geçiştirmişti Taşkın Hoca ;
“
bunları büyüyünce konuşalım …”
diyerek…
8
yaşında ya var ya yoktum ama o zaman da 1000
yaşındaydım…
Milliyet
Gazetesinin , hakikaten gazete olduğu zamanlardı…
Milliyet
logosunun pembe asilliğiyle de farklı olduğu zamanlardı…
Benim
1000 yaşında çocuk olduğum zamanlardı…
Ve
ben o soruyu sorarken Milliyet Gazetesi’nin ilk sayfasında
kocaman bir insan yüzü vardı “ MAO Öldü…” başlığıyla…Muhtemelen bana ölümü bir kez daha
sorduran da Taşkın Hoca’nın elinde tuttuğu Milliyet Gazetesi’nin bu başlığıydı…
Bu
yazıyı yazarken baktım Mao’nun ölüm
tarihine yeniden ;
1976
yılının Eylül ayıymış…
Bu
yazıyı yazarken bir kez daha baktım
1970’lerin
Milliyet Gazetesinin o güzelim logosuna…
Sonra
bir hesap yaptım , bana kossskocaman baba görünen Taşkın Hoca ben o soruyu
sorduğumda daha 30’lu yaşlarının bile en başındaymış…
Benim
bugünkü yaşımdan neredeyse 15 yaş küçükmüş…
Ne
kadar hızlı geçmiş yıllar…
Ne
kadar emek emek geçmiş yıllar…
Ne
kadar öle öle geçmiş yıllar…
Ben
1976 yılında , 1000 yaşında ama küçük bir çocukken
ölümden
korkmalı mıyız
diye
sorduğumda Taşkın Hoca’ya
Dedem Behzat Tanyeri
Büyükhalam Nezahat Tanyeri
Anneannem Hatice Tanyeri
Babaannem Bedia Örem
Dedem Selahi Örem
Amcam Aşkın Örem
Dayım Erhan Dilligil
Eniştem İsmail Özkök
Büyükdedem Kadir Örem
Büyükannem Ayşe Örem….
ve
daha onlarca yüzlerce yakın akrabam ve tanıdığım yaşıyormuş…
Seviyormuş
Sevmiyormuş
Sevişiyormuş
Sevişmiyormuş
Okuyormuş
Yazıyormuş
Küsüyormuş
Barışıyormuş
Ağlıyormuş
Gülüyormuş
Ama ,
Yaşıyormuş…
Küçük
bir çocukken ben evimizde soba vardı…
Soğuk
kış akşamlarında annem Müjgan Hocanım yastıkları tek
tek alır gürül gürül yanan sobanın yanına yerleştirip kulübe yapardı ben içinde
oturayım diye…Ne çok severdim…Sonra yanıma gelip komşu misafir kabul ediyor musun diye
sorardı…
Etmez
miyim, tabi ederdim…
Sonra
Veli
Dayı’yla Kış Baba’nın hikayesini anlatırdı annem Müjgan Hocanım, tane tane
, usul usul, ince ince, nağmeli nağmeli , masal masal…Ne çok sevdim o masalı…Ne
çok sevdim o masalı annem Müjgan
Hocanımdan dinlemeyi…
Küçük
bir çocukken ben , babam Taşkın Hoca akşamları da gazetesini okurdu, eğer
ispirtolu kağıtlara bastığı lise kimya sınav kağıtlarına not vermiyorsa öğrencilerinin…
Ve
çok seferinde Müjgan Hocanımın yaptığı kulübeyi bozardı hiçbir zaman kendisine
kızamayacağımı çok iyi bilen 4 yaşındaki
kızkardeşim
Ayşın…
Küçük
bir çocukken de ben hiç sevmedim öğle uykularını…
….ve
çok sevdim sıcak bir sobanın yanında
her
şeyi ama her şeyi defalarca düşünerek ruhumu dinlendirmeyi…
belki
siz de sevdiniz o günlerinizi…
ve
belki payölçerli sıcacık evlerinizde ne kadar kaynar aksa da sular kalorifer peteklerinin içinden,
mutlaka ısınmayan bir yeri kaldı
ruhunuzun soba kenarı kulübelerini arayan…
(
murat örem / 12 aralık 2014 / ankara…)
-fotoğraf / ayşın örem murat örem / 1975 -
Müjgan-Taşkın ÖREM
YanıtlaSilKALEMİNE FİKRİNE SAĞLIK.ÇOCUKLUK GÜNLERİNDEN BİR BÖLÜMÜ NE GÜZEL ANLATMIŞSIN.BİZİM UNUTTUKLARIMIZI DA HATIRLATTIN.HEPİNİZİ ÖPÜYORUZ.
Gençlikte
YanıtlaSilgünler hızlı hızlı
yıllar yavaş yavaş geçerken,
yaşlanmaya başladıkça
günler yavaş yavaş
yıllar ışık hızıyla
geçmeye başlarmış....
eh artık evlatlarınız da yaşlanmaya başlıyor...:))
yaşlılığın ilacı da anılar galiba...
sevgi selam hürmetle...
murat örem
Her köye geldiğimde sobanın başında kahvaltı ediyor, yemek yiyor sohbet ediyoruz. Ama yine de çocukluktaki zevki yok. Ne de olsa kısacık bir kırk yıl geçmiş üzerinden. 😞
YanıtlaSilSaat 03:00, çok sıkıntılı geçen bir günün sonunda beni çocukluğuma ve kasabamıza götürdün. Özlemle ve yüzümde bir tebessümle okudum yazını. İyi ki orada doğmuşuz. İyi ki anılar ve güzel insanlarımız olmuş. İyi ki seni tanımışım. Var ol.
YanıtlaSilahmetçim & kadim dostum;
Silgüzel zamanların tıngırtılı mıngırtılı güzel bir kasabanın
kendi halinde iyiyi güzeli yaşamaya çalışan çocukları olduk..
büyüdük gençleri olduk...
savrulduk bir başka şehirlere....
ama kalbimizde hep yaşadı o kasaba...
ve yaşadık şu dünyada
"erik ağaçları şahidimiz oldu..."
saat sabahın 5'ine giderken okudum yorumunu ve hemen yazıyorum...
ah benim ahmet abim der ya şair...
"ah benim ahmet dostum iyi ki ben de tanımışım seni..."
sevgilerimle güzel insan....
murat....