*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

28 Aralık 2018 Cuma

babaanne harçlığının BEREKETİNİ bilir misiniz...ben bilirim...bir kalem erbabı bir yazının başına geçtiğinde kaç kahır yaşar bilir misiniz...ben onu da bilirim...


                                      1988 !  30 yıl önce (!) babaanne dede torun

eğitimin her aşamasında kazanılmış 
deve dişi imtihanlar  da dahil
başarının  abartılmadığı,
şımarık övgüyle karşılanmadığı 
hatta görmezden gelindiği (!)  evde
muallim baba muallime anneyle  
büyümek   nasıldır, bilir misiniz ?

ben bilirim….


içilecek lezzette çay bulun(a)madığı için
1970’ lerin sabah kahvaltılarında  
ıhlamurlarla  güne başlamak nasıldır , bilir misiniz…

ben bilirim....


çay yerine içilen o ıhlamurun ekşimsi tadının  
kahvaltıdaki güzelim  kelle peynirinin 
canına okuduğunu (!)  bilir misiniz…

ben bilirim…


öyle işlemiştir ki içime 
ıhlamurun o ekşimsi hali 
bin yaşında oldum;  
hala  sevmem o tadı ,
içine tarçını karanfili 
bilmemne otunu koysanız da
sevmem….(!) 


nohut kahvelerini,
benzin kuyruklarını ,
5 günlük su kesintilerini ,
15 saatlik elektrik yokluklarını
bilir misiniz…

ben bilirim….



susurluk garajı’ndan,   
1980'lerin karlı zamanlarında 
üniversite talebeliği için bir otobüse atlayıp
 12 saatte bile istanbul’a varamamayı (!)  
bilir misiniz…

ben bilirim….


istanbul sarayburnu'ndan kalkıp 
marmara denizini aşıp 
bandırmaya’nın ağzına kadar gelen feribotun
fırtınada yanaşamadığı için
gerisin geri istanbul'a  döndüğünü
bilir misiniz …

ben bilirim….


talaş sobası yakmayı 
talaş dolu kovayı 
bir bilim adamı ustalağıyla 
doldurmayı bilir misiniz ?

ben  bilirim….
hem de iyi bilirim…

bir ara enikonu anlatayım size
talaş sobası yakmak için kovayı doldurmanın 
talaşları ayrı bir tokaçla kovada sıkıştırmanın ilmini…




                      simsiyah saçlarınız ve sakallarınızla
                     elinizde kocaman PTT jetonlarıyla
                     17, 18, 19, 20 yaşındaki hallerinizle 
                               boş kulübe aramak  nasıldır  
                                       bilir misiniz…

                                      ben bilirim....

çalışan jetonlu telefon  bulma duygusunu 
bilenler bilmeyenlere anlatsın …
her şeyi de bana yazdırmayın :)))

dedenizle uzuuun yürüyüşler yaparken
onunla sohbet etmenin  
ve  hep daha başkayı öğrenmenin 
tarifsiz lezzetini bilir misiniz...

ben bilirim....


babaannenizle sırdaş olmanın hazzını
onun elini yanaklarını öpmenin huzurunu 
babaanne harçlığının "BEREKETİNİ" bilir misiniz...

ben bilirim....


bir kızkardeşe 45 yıldır ağabey olmanın 
sorumluluğunu,  hem huzur hem yorgunluğunu 
bilir misiniz...

ben bilirim....


30 yaşına bile gelmeden 
iki erkek evladın babası olmanın  
manevi yükünü ve tarifsiz coşkusunu  
bilir misiniz ...

ben bilirim...



50 yıllık babanızı, TAŞKIN HOCA'yı 
ellerinizle kara toprağa usulca bırakmayı 
bilir misiniz...

ben bilirim....!!!



yürüdüğünüz upuzun yol boyunca,
her vesileyle bin didişme  yaşayıp
en sonunda yolları külliyen ayırsanız da;
eş durumundan sizin de babanız olmuş
bir başka "balkan baba'nın" 
sohbetini çok çok özlemek nasıldır,
bilir misiniz.... 

ben bilirim....




bir kalem erbabı 
bir hikaye anlatmanın  başına geçtiğinde
"sizi  yine  size  anlatabilmek için..."
kaç kalp krizi,
kaç beyin kanaması, 
kaç gönül travması geçirir 
bilir misiniz...

bilmezsiniz....(!) 



bilmemnerenizde  bile değildir...
ancak göz kenarıyla okumayı bilirsiniz...

                                         
                                           oysa; 
                      yazarlar sizin yerinize de ölür.... 
              yazarlar sizin yerinize de sevda acısı çeker 
                         yazarlar sizin yerinize de 
                    baba olur ana olur evlat olur...
                  terk eder...terk edilir...parasız kalır...
                  dünyanın en büyük aşklarını yaşar...
                         kainatın en zenginleri olur....


siz. bunları da bilmezsiniz...
bilirsiniz de bilmezsiniz...


kurnazlık, derisi olmuştur milyonların ....



ha, bu arada 
siz  fecri ebcioğlu’yla 

1970'lerde yeni yıla girmek nasıldır 
bilir misiniz ?


ben bilirim…
onu da bilirim..

bir ara onu da yazayım size...


hadi şimdi gidin,  televizyonunuzu açın....
elinizdeki trankilizanlar misali TV kumandalarınızla....!!!

           ( murat örem / 28 aralık 2018 / ankara ) 




14 Kasım 2018 Çarşamba

31 yaşında gepgençtim..."deprem" yayınına geçmiştik yine...yola çıktığımda jilet gibiydi ankara soğuğu..12 kasım 1999'du tarih....



yıl 1999....
aylardan kasım...
ayın 12'si....
ankara'dayız çoluk çocuk...
ilk evladımız  5 yaşında...
diğeri 1 yaşını yeni geçmiş, ekim'de....

dört kişilik "örem" ailesiyiz  4. kuşaktan...

kızkardeşim ayşın da  bizde kocasıyla....
temmuz'da evlenmişler...
hemen arkasından da 
17 ağustos 1999 gölcük depremini yaşamışlar 
hepimiz gibi...

aylardan kasım olmuş....
kasım'ın kasveti bir yana 
güzel kısmı , cuma gecesi olması...
2 günlük tatil soluklanması çoğunluk için....
bizim için de....
güzelliği buradan...


televizyon açık bir köşede....
saat akşamın 7'sine 5 dakika var....
yemek yenecek birazdan gülüş cümbüş...
masaya tabaklar kondu mu hatırlamıyorum...


küçükesat bardacık sokaktaki evimizdeyiz...
kardeşlerimiz yanımızda....
hepimiz genciz, gepgenciz...

umur örsan örem 5 yaşın koşturmacasında...
arda  erhan örem 1 yaşın bebekliğinde :)))


ben 30'lu yaşlarımın en başındayım....

evet, bir zamanlar ben de 30 yaşındaydım....
hatta 20 bile oldum....15 yaşında da oldum...
10, 9, 8 , 7, 6, 5....diye gider bu...
anneme sorsanız 1 günlük 1 saatlik halimi bile anlatabilir.... 


kimse bu dünyaya 50 yaşında gelmiyor yani :)))
gençler size söylüyorum :))
yazın bir tarafa bu  vecizemi :)))


neyse konumuza dönelim....
derken bir ses geldi bardacık sokaktaki evimizin
kocamaaan "L"  biçimli 70 metrekarelik salonundan....
-laf aramızda ne basket maçları yaptık o salonda ailecek-
ama alışık olduğumuz bir ses değildi bu...
takır takır ediyordu vitrindeki porselenler...
aynı anda kitaplıktaki eğreti ciltler atmaya başladı kendini yere...
derken kolonlar kirişler de katıldı koroya çat çat çat diye...


evdeki 4 yetişkin, birbirimize baktık saniyeler içinde....
DEPREMDİ bu....
DEPREMDİ....
DEPREM....


daha 3 ay olmamıştı 
YIKICI 17 AĞUSTOS depremini yaşayalı
bu kez Ankara'da soluyorduk  büyük depremi....


bitmeyen saniyeler boyunca sallandı küçükesattaki ev...
bitmeyen saniyeler boyunca...!!!!
bitmeyen....bitmeyen....
bitmeyen....bitmeyen....!!!!


sanki asırlarca baktık birbirimize 4 yetişkin...
kocaman cam bilyalar gibi açıldı 
5 yaşındaki umur'un gözleri....
kocaman yeşil cam bilyalar gibi....


beşik gibi sallandı küçükesattaki ev....
gacırdadı kolonlar....kapakları isyan etti dolaplara....


ben ki, böyle durumlarda en kötüyü pek umursamam...
yaşanacak ne varsa yaşanacak derim her seferinde....
ölüm varsa, o da yalnızca bir  yaşanacak  diyerek  
kapatırım kitabı...


ama bir çatırtılara baktım saliseler içinde
bir de oğlumun kocaman açılmış cam gibi gözlerine...
geçecek oğlum dedim...
geçecek...şimdi...
birazdan geçecek....


geçmedi....
geçmedi....
geçmedi.... !!!


hani kavgalı aşklarda 
taraflar, zihnindeki her şeyi 
nasıl fırlatırsa kelimelerle karşısındakine
ve sakinleşip sakinleşip,
yeni kelimeler  öfkeyi  bir daha başlatırsa
tıpkı öyle oldu....


durdu durdu yüklendi , 
durdu yüklendi depremin çatırtıları....


artık geçmeyecek bu deprem....
geçip gittiğinde de 
biz buralarda olmayacağız (!)  
derken, içimden içimden....


birden durdu her şey....
birden durdu....
birden...


bir trafik kazası yaşadıysanız bilirsiniz
her şey "o ana"  kadardır ...
o çarpışmanın gürültüsü ve tozu bittiğinde
saniyeler içinde 
kainatın en sessiz anları yaşanır....


öyle bir andı işte...
geldiği gibi gitti,  o kabus çatırtılar...
kolonlara kirişlere tavanlara baktık....
camlara pencerelere kapılara....
sıvalara boyalara....

her şey yerli yerindeydi....
inanılmazdı ama her şey yerli yerindeydi....


yine de  hepimiz bekledik bir yeni darbeyi daha....
boş bir akılla, yere düşen kitapları topladım sakince....
avizelere baktı birileri evde, hala sallanan avizelere...

büyük çok büyük bir depremdi....
ve ihtimal merkez üssü ankara değildi...
ankara'yı böyle salladıysa 
yine alıp gitmişti birilerini yüzer yüzer....
kesindi bu ...kesindi....


televizyona döndü gözler sonra....
atv haberde ali kırca 
stüdyodan sesleniyordu 
kağıt gibi bembeyaz yüzle...


biz de sallandık çok sallandık istanbul'da diyordu....
zaten haber masasındaydı haberleri sunmak için...
büyük deprem 19 haberlerinin 3 dakika öncesinde yaşanmıştı...
ve hemen haber yayınına girmişlerdi dakikalara falan bakmadan.... 

ve kameralar da kayıttaydı muhtemelen....


sonrasında  telefonlar çalıştı birer birer...
evimizdeki 2 sabit telefon susmadı...
446 83.../ 446 69....la başlayan iki hat da...

evdeki herkesin cebindeki telefonlar da çalmaya başladı birer birer..


aradan bir iki saat geçtiğinde bir telefon daha geldi BANA...
yeniden afet yayınına geçmiştik biz de....
olay mahalline de gidilmesi gerekiyordu... 
ekipler isimler dönüşümlü olarak hazırlanmıştı ışık hızıyla...
sorgusuz sualsiz,  herkes koşarak işinin başınaydı....


31 yaşında  gepgenç adamdım....
babaydım...abiydim...evlattım...kocaydım...

2 çocuğum vardı biri neredeyse kundaktan yeni çıkan...
telefon sonrasında yıldırım gibi çıktım evden...
daha az önce evlerine giden kardeşimi aradım hemen, 
yalnız kalmasın istiyorum ev halkı, yeniden gelir misiniz  diye.
sağolsunlar, kırmadılar abilerini 
"geri geliyoruz hemen...."  dedi kardeşim...

ben dışarı çıktığımda daha sonbahardı ama 
jilet gibi kesiyordu ankara'nın kasım soğuğu...
çevirdim ilkgözağrım orijinal italyan UNO 60 S 'in anahtarını...
hemen yola koyuldum...


ben,  işimin başına geçmek için  yola koyulurken....
birilerinin,  bu dünyadaki yolu bitmişti...
bitmişti işte....


                                       türkiye 
                                     12 kasım          
                           bolu kaynaşlı düzce 
                     depremini de böyle yaşamıştı.


bazı sonbahar gecelerinde, zihnimden mırıldanarak  konuşurum...
evde kim varsa garip garip bakar yüzüme...
yine ne tilkiler dolaşıyor bu adamın zihninde diye...


oysa böylesi anlarda 
yalnızca o büyük dizeleri dolaşır 
kalbimde aklımda, nazım'ın; 
        
             "memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi 
                               daha uzak....."
       
           ( murat örem / 14 kasım 2018 / ankara ) 













1 Kasım 2018 Perşembe

anneme "müslüm" filmine gittiğimi söylemeyin....o, beni verdi'nin "othello"suna gitti sanıyor :)))





özdemir asaf kısacık ve unutulmaz şiirinde 

                    " bütün renkler aynı hızla kirleniyordu 
                            birinciliği beyaza verdiler...."           der....


dünyada her şeyin güç ve para üzerine kurgulandığı zamanlardan geçerken, ben bu muhteşem şiiri çocukluğumdan beri hep şöyle yorumladım....bütün renkler kirleniyor, bu durum iyi kötü onlara uygun olabiliyor ama beyaz o kadar kusursuz bir temizlikte ki en küçük bir leke bile onun üzerine asla ve kat'a yakışmıyor !!!  


bu şiirden yola çıkarak bir metafor yaparsak, dünyadaki bütün sektörler, alanlar, meslekler farklı renklerde olabilir ama kültür sanat alanındaki bütün çabalar yalnızca beyaz olmalıdır...ve bütün renkler kiri lekeyi kendince kaldırabilse de beyaz renk üzerindeki tek bir leke bile büyük kusurdur ! hülasa; kültür sanat alanındaki en küçük bir kirlenme bile beyazın üstündeki kir kadar dikkat çekicidir !!!


ama gerçek asla ve kat'a böyle değil !!!!
medya  kültür sanat alanları da bir başka hercümerc içinde...

tüm dünyada,  özellikle sinema ve medya sektöründe , ingilizcede "unusual person"  diye de tabir edilebilecek kişiler de dahil, aykırı kişilerin hayat hikayelerinin DRAMLAŞTIRILARAK ANLATILMASI  tercih edilir.....en az 70 yıldır bu böyledir....


Türkiye sanat kültür (!) sermayesi  bu tarzı yeni yeni keşfediyor ....böylesi  hayatlar,  duygulara, boş ümitlere , insanı zaaf ve özdeşliklere hitap ettiği için her zaman daha çok satar....marketing değerleri yüksektir....


mesela türkiyenin neredeyse bütün türkülerini yok olup gitmekten kurtaran MUZAFFER SARISÖZEN hakkında kimse film yapmaz...yapılırsa belgesel yapılır...onu da 80 milyonda YALNIZCA  5 BİN KİŞİ  ya izler ya izlemez....oysa SARISÖZEN 500 yıllık türk türkü kültürünü aklı erip gücü yettiğince kurtarmıştır....


peki MÜSLÜM GÜRSESLER hangi özellikleriyle film yapılır...hayatlarındaki büyük kırılmalarla , acılarla, mucize eseri öne çıkan YIRTMA hikayeleriyle film yapılır...kendini en kenarda en aşağıda hisseden insanlara YALNIZCA KÜÇÜCÜK  BİR UMUT OLDUĞU  ve o toplumun en kenarında kalmış insanlarının temsilcileri olduğu için film yapılır...ve bu filmler çok da başarılı olabilir...


çok başarılı olmanın en temel kriteri de 
ÇOK  PARA KAZANDIRMAKTIR!!! 
diğer unsurlar daha geriden gelir....


buradaki en temel MOTİVASYON yıllardır yalnızca  paradır....! para kazanmadır....insanlar bu tür filmleri TÜM bunları BİLEREK izlerse mesele yok...ama genellikle asla böyle olmaz !!!


çünkü böyle figürler için çok paralı prodüksiyonlarla yapılan filmler; Türkiye gibi aklı çok karışık sosyal ve kültürel gruplardan oluşan toplumlar için iyi örnekler değildir...rol modelleri değildir...maalesef ki bu tür filmlerin yan etkileri çok daha kalıcıdır...!!!!


peki demokratik bir ülkede böyle filmler yapılmamalı mıdır ?  bu sorunun cevabı da elbette YAPILMALI olmalıdır...böylesi çalışmalar için kimsenin kimseden izin alma sorumluluğu yoktur...ama birilerinin de böylesi çalışmaların arka planında neler olup bittiğini anlayıp anlatmaları, topluma nasıl yansımaları olacağı konusunda öngörülerini paylaşmaları  hem bir SORUMLULUK hem GÖREV hem de HAKTIR....

bu yazıyı bana yazdıran da, 40 yıldır bihakkın okuyup yazan bir vatandaş olarak sahip olduğum hak ve içimdeki bu sorumluluk duygusudur...
  
-anlamak isteyenler için not ; bu yazıda konu edinilen başlıklar müslüm gürses'in yaşamı ve emeklerine yönelik KÜÇÜMSEME ve önyargıyı kapsamamaktadır... anlatılmak istenen daha büyük ölçekli bir kültür politikasıdır...yine şunu da mutlaka belirtmek gerekir ki içinde timuçin esen'in olduğu her film aktörlük olarak en üstte yer alır...-
            
           ( murat örem /  1 kasım 2018 / ankara )

 

17 Ekim 2018 Çarşamba

toprağın bol olsun ARA GÜLER...o gün seni bir acı kahveye çağıramadığım için de hoşgör !!!



gün ne güzel başlamıştı...
önce ekim güneşinin kırık sarı ışıkları girdi yine içeri...
sonra sokaklara çıktım....
ama sonra,  bin türlü şey....


sonra "güvenli" ellerde verilen karar....
uygulanacak  süreç...


sonra akşam....
taaa bin yıl öncesinin muhteşem eserine yeniden bakmak...
                                       
                                         "hisarbuselik"....


ve sonra bir haber internette
                                   
                                     "ara güler ÖLDÜ !!!" 


90 yaşındaydı ara güler...
bu kavanoz dipli dünyanın kahrını çekmek için
çok uzun kaldı buralarda...


en unutulmaz kareleri çekti ara güler...
en keskin cümleleri kurdu zaman zaman....


çoook yıllar önce  gömeçte,  taşkın hocanın yazlığında
bir otomobilin içinden bakıyordu dünyaya ara güler,
bir ses vermiştim sevgiyle saygıyla ona
mukabele etmişti tarazlı sesiyle sağol delikanlı diye
boynunda objektiflerle...


ama basiretim öyle bağlanmıştı ki 
açıp otomobilin kapısını ara bey, buyrun çaya kahveye
diyememiştim....


hala içimde ukdedir...
o cümleyi kuramamak !!!



                                             ara güler öldü...


                                 türk ve dünya fotoğrafında 
                      kocaman bir insanlık ansiklopedisi kapandı...


isterseniz dünyanın en iyi makinelerini alın
hiçbiriniz şu yukarıdaki kareyi ara güler gibi çekemezsiniz....


toprağın bol olsun ara usta...
nur içinde yat...
o gün seni kahveye çağırmadığım için de hoşgör
ara güler usta.... 

     ( murat örem / 17 ekim 2018 / ankara )  

2 Ekim 2018 Salı

sanki bir papatyanın beyaz yapraklarını sayıyorduk birlikte...koparmak yoktu !!! yoktu koparmak !!! bir adım sonrası infilaktı...ikimiz de bilirdik bunu....



kaç yıl mı oldu...
çok yıl oldu...pek çok yıl...


neredeyse 2 yıl,  ehliyetsiz kullandım otomobilimi...
hem de memleketin en civcivli zamanlarında...
 
neden mi ....
 

içinde yüklü miktarlı paramın da olduğu cüzdanı
bırakınca bir müessesenin içinde...
ve saniyeler içinde cebellezi olunca cüzdan...
ve tek bir kamera çalışmayınca o anda...
soyunuz da kurumaz kötü insanlar sizin  derken oradakilere
ve sokaktan aldığım kestanelerin kabuklarını soyarken sakince
yana yakıla kredi kartlarını iptal ettirdim önce...


bir sonraki gün, tc numaralı kimliğimi çıkardım...
sonra sarı basın kartımı...sonra kurum kartımı...
sonra bir çok ıvır zıvırın peşine düştüm yenilemek için...
ama düşürmedim yolumu bir türlü yeni ehliyet için... 
haftalar ayları, aylar yılları kovalar oldu neredeyse....


ben ki yılların kurallı kaideli adamıydım
ama sevmezdim muhtar beyannamelerini falan filan eskiden beri...
gepgenç bir adamken de habire kaybettiğimde nüfus cüzdanımı
her seferinde zayi para cezalarını taşkın hocam öderdi hiç söylenmeden

nur içinde yatsın taşkın hocam...


işte geçerken günler, ehliyetsiz mehliyetsiz 
bir gün artık tamam dedi içimdeki dışımdaki ses
yeni ehliyet çıkarmazsan  anlatamayacaksın artık derdini...
anlatamayacaksın aklın bir karış havadayken başına gelenleri...


tuttum yolunu, o uzun ve meşakkatli hikayenin...
önceden randevular aldım, raporlar şunlar bunlar...
gözleri iyi görür, ama gözlükle iyi görür minvalince...
çektirdim biyometrik fotoğrafları...


gittiğimde mahşer yeriydi ortalık...
biri yanıp diğeri sönüyordu bankoların...
pat pat vuruyordu soğuk sıcak mühürleri görevliler...
her şey bittiğinde de adresinize iki günde gelir diyorlardı...


bütün bu işler  saatler alıyordu yine de...
içimden oflayan, sakin görünümlü ak saçlı adam halimle dolanırken
şak diye tanıdım yine o hüzünlü güzel yüzü...
yine öyle duru yine öyle güzel yine öyle üstten bakıyordu gözleri...
şak diye tanıdı sakin görünümlü asabi yüzümü...
yine öyle ukala, yine öyle bıkkın, yine öyle keskin bakıyordu...
demiştir muhtemelen,  o da benim için...


saatler saatleri kovalarken, bankoların ışıkları yanıp sönerken
kah o döndü baktı bu taraflara kah ben dolandım o taraflarda..


bir ara, önce  önlü arkalı sonra yanyana oturduk upuzun sıralara...
ama kimse kimseye zinhar,  merhaba demedi...
bir merhaba deseydi biri,  bitmezdi artık o merhaba...!!!


                              herkes herkesten korkar gibi 
                           biz de korktuk işte o merhabadan...


zaman akarken,  akarken zaman 
benden hemen bir önce yandı onun ışığı bankolardan birinde...
upuzuuuun soyadını yazdı kırmızı led lambalar....
ve upuzun saçlarını savurarak ilerledi bankoya...
küçük bir gülümseme yerleşti yüzüne benim tarafıma bakarken...
üzerime alınayım mı alınmayayım mı diye düşünürken ben,
bu kez benim kısa soyadım yandı söndü, kırmızı led lambalarda...



yıllardan sonra yanyana gelmiştik işte, ama bu kez merhabasız...


ben onu tanıdığımda yine böyle upuzun saçları vardı...
yine böyle çok güzeldi, dupduru yüzü kibirli ve çok çok güzeldi....


o beni tanıdığında simsiyah saçlarım sakallarım vardı...
keyfim yerindeyse benim de yüzüme yansırdı o gençlik ışığım...

yanyanayken şiir okur sorardı hemen hınzırca bana kimin şiiri diye...
bu kez bilemeyeceksin ama demeyi de ihmal etmezdi...
bilirim ben bilirim  der,  tak diye söylerdim şairin ismini :)))
ve bir de tashih yapardım o dizedeki kelime şöyle söylenir diye...

30 yaşında ya vardım ya yoktum...
onun bir kaç basamağı vardı 30 kapısına...


aradan geçen yıllarda defalarca karşılaştığımızda kapı önlerinde
ya o eğmişti başını ya ben havaya bakmıştım ıslık çalarak....

öyle var yok arasında yaşamaktı bizi cezbeden...
sanki bir papatyanın beyaz yapraklarını sayıyorduk birlikte...
koparmak yoktu !!! yoktu koparmak !!! 

o kadarın bir adım sonrasına geçersek infilaktı ikimiz için de...
ben onu kendi haline bıraksam infilak ederdi...
o beni kendi halime bıraksa infilak ederdim...

                                ikimiz de bilirdik bunu...


aradan yıllar geçti...
aradan asırlar geçti....

herkes yazdı çizdi söyledi...
uzaklara gitti geldi....
yakınlarda durdu yürüdü....


duydum ki yeni acılar katmış eski acılarına...
acının bile yakıştığı yüzler vardır ya, öyle bir yüzdü/r onunki...


beyaz sakalların bile kapatamadığı hüzünlü yüzler vardır ya...
öyle oldu son halini duyduğumda yüzüm....


şimdi şu dizeleri sakince  okuyun...bir daha okuyun...bir daha ... 

"bir tren makas değiştiriyor kalbimde 
bir vapur yan yatarak eğleniyor denizle 
sanki iki sevgili beşiktaş motor iskelesinde karşılaşmış gibi 
                    tuhaf bir his var, kırgınlık var...."    altay öktem

öyle işte !!!!

( murat örem /// 02 ekim 2018 /// ankara ....) 
 



 

 





22 Ağustos 2018 Çarşamba

2 gün önce aynı hastanede baba olan lokman usta bu kez bir ceset torbasının içinde yatıyordu morga konmak üzere...bunları düşündüm taşkın hoca'nın yazlığında denize bakarken !




körfezdeyim/z....
günlerden 20 ağustos....
bayram  arifesi...

25 günlük tatil koşturmacası bitti biter...
iç anadolu zamanlarına hazırım, 30 yıldır olduğu gibi...

tatilin son günlerinde deniz kenarındayım/z...
çocuk sesleri, dalga sesleri birbirine karışmış...

bir şezlongun üzerinde ağustos güneşinden kaçmak güzel..
başımda balıklı ve masmavi bir deniz havlusu....
karşı kıyıya bakıyorum bulutların arasından....


veee....

lokman usta'yı düşünüyorum...
2008 temmuzundayım... 10 yıl öncedeyim...


eşini doğuma getirmiş lokman usta, edremit kazdağı hastanesine...
biz de ailecek, o yaşlarda kabına sığmayan umur'un başındayız...


bisikletten düşerek bacağını kırmış umur lise öncesinde...
öyle böyle bir kırık değil...açık yaralı büyük kırık...
ameliyatlara girmiş çıkmış umur....iyileşme yolunda...
umur o haldeyken, acılara batıp çıkmışız biz etrafındakiler de...


tam o günlerde geldi işte, hastaneye lokman usta...
doğum yapmak üzere olan eşini getirdi...
bir kızı oldu lokman usta'nın doğumda, güle oynaya...


lokumlar dağıttı lokman usta mutluluk ve sevinçten...
biz, hasta yakınları da, tebrik ettik lokman usta'nın babalığını...


sonra mobiletine atlayıp evine gitti lokman usta...
sabah yeniden karısını ve evladını ziyaret etmek üzere...

yeni günün sabahında bir telaş oldu hastane kapısında...
sigaramı yakıp kahvemi içerken ben, bahçeden geldi uğultular....

öyle çok trafik kazası geliyordu ki hastaneye, çoğu tatilci olan...
onlardan biri sandı herkes....oysa bu kez yaralı yoktu...ölü vardı...


yeni baba olan, elinden lokumlar aldığımız lokman usta'ydı ölen...
mobiletiyle ziyarete gelirken otomobilin altında kalmıştı...

2 gün önce aynı hastanede baba olan lokman usta
bu kez bir ceset torbasının içinde yatıyordu 
morga konmak üzere...

                                                 *****

körfezdeyim/z....
günlerden 20 ağustos....
bayram  arifesi...

25 günlük tatil koşturmacası bitti biter...
iç anadolu zamanlarına hazırım, 30 yıldır olduğu gibi...

tatilin son günlerinde deniz kenarındayım/z...
çocuk sesleri, dalga sesleri birbirine karışmış...

bir şezlongun üzerinde ağustos güneşinden kaçmak güzel..
başımda balıklı ve masmavi bir deniz havlusu....
karşı kıyıya bakıyorum bulutların arasından....


veee....
lokman usta'yı düşünüyorum...
2008 temmuzundayım... 10 yıl öncedeyim...

öyle işte....

( murat örem / 22 ağustos 2018 / ankara )










19 Temmuz 2018 Perşembe

9 yaşımdaydım....ölümü bilmiyordum...ama "BEŞİKTAŞLI ŞÜKRÜ GÜLESİN" küt diye ölmüştü bir "temmuz" günü... 55 yaşındaydı...büyüdükçe büyüdükçe ben de daha ne ölümler görecektim...!!!




nasıl sıcak bir temmuz günü...otel kervansaray'ın  berberinde traş sıramı bekliyorum…bilenler bilir, artık yerinde yeller esse de  otel kervansaray balıkesir'in güzelim simge yapılarındandı ve eski garajla tarihi istasyonunun burnunun dibindeydi...berberde beklerken elimde tuğla gibi aziz nesin kitapları var...10 yaşında bile değilim...her karne döneminde aldığım yıldızlı pekiyilerin ödülü aslında bu kitaplar…alın terimin özeti şöyle....


1970'lerin başında, o zamanlar da memleketin güzel şehirlerinden olan  balıkesir'in derli toplu ilk çocuk mağazası olarak açılan ÖREM BEBE'nin sahibi,  nur içinde yatası dedem selahi örem her karne döneminde en büyük kağıt banknotla  ödüllendirirdi  beni de,  yıllarca bütün torunlarına yaptığı gibi…ben de hemen kitaba yatırırdım dedemden aldığım sermayeyi :)  akıl/sız/lık işte :) yıllar boyu, yarım asırlık ömrümde kendi kazandığım hatırlı paraları da o kadar çok kitaba yatırdım ki,  her ev taşınmasında koli koli istiflenen kitapları taşımak da taşıtmak da kahır oldu daima…akıllanmadım yani…hatta bir taşınmada nakliye şirketinin çalışanı şunu bile dedi bana gözlerime gözlerime bakarak; “ abi bu ceset gibi kitap kolileri yerine 50 tane buzdolabı taşısam inan bu kadar ağrıma gitmezdi…” güldüm geçtim ben de ….ne deseydim...ah benim güzel kardeşim insanlar ölür buzdolapları çürür ama kitaplar kalır deseydim , muhtemelen ona davulcu yellenmesi gibi gelecekti ve yapacağı işi bile sündürecekti...ah benim memleketim...ah benim sevgili halkım....



temmuz sıcağındaki hikayeye döneceğiz ama şunu da ekleyeyim….dedem  PTT müdürü olarak emekli olmuş ve saat gibi çalışkan bir adam olarak hemen  ÖREM BEBE'yi açmıştı...öncelikli derdi hiçbir zaman para olmadı selahi dedemin...üreten bir insandı...üretene saygı duyan insandı..bir azim ve kararlılık abidesi olarak yaşadı selahi dedem, son gününe kadar....hala hatırlarım örem bebe açılmadan önce torba torba giysiler eve yığıldı...dedemlerin evi o zamanlar balıkesir'in en güzel yerlerinden olan 52 evlerdeydi...ve bugün bile hala 52 evlerin önünden geçerken burnumun direği sızlar...evin içindeki o tatlı dağınıklıkta babaannem de bir şaşkınlık yaşıyordu...biz çocuklara her şey oyundu zaten...aradan 40 yıldan fazla geçse de, yaşananların  hepsi kare kare gözümün önünde....


işte böylesi günlerde açılan ÖREM BEBE balıkesirin tarihi istasyonundan yukarı çıkan milli kuvvetler caddesinin hemen solundaydı...muhtemelen hala faaliyetine devam eden askeri gazinonun 50 metre yukarısında...örem bebe'nin çapraz karşısında da 1970'lerde balıkesirin en büyük gazete ve kitap bayii vardı... emin amcanın dükkanıydı orası...balıkesirliler biraz sert mizaçlı olduğu için deli emin de diyorlardı emin amcaya ama ben severdim onu...o da beni severdi....oğulları ve kızları da vardı emin amcanın....dedemden her seferinde aldığım banknotlarla oraya her gittiğimde kitaplara kalemlere saatlerce bakmama izin verirdi dükkanda kim olursa...işte emin amcadan aldığım kitaplarla kervansaray otelin altındaki lüks(!) berberde 9 yaşın çocukluğuyla traş sıramı beklerken, sehpada duran MİLLİYET gazetesi çarptı gözüme...çocukluğumun milliyet'i ne kadar dolu dolu bir gazeteydi...basında güven yazardı gazetenin başında...ve hakikaten basında güvendi milliyet....çünkü başında ABDİ İPEKÇİ vardı...içinde milliyet isminin olduğu her şey kalite ve emek demekti...

eve de alınıyordu MİLLİYET...ama o günkü gazeteyi orada görüyordum ve 1977 temmuzunda o manşet çakılıyordu zihnime ;  

"ŞÜKRÜ GÜLESİNİ 
GÖZYAŞLARI ARASINDA 
TOPRAĞA VERDİK !!!


hepsi iliklerine kadar BEŞİKTAŞLI olan babam taşkın hocadan, dedemden, amcalarımdan o kadar çok dinlemiştim ki ŞÜKRÜ GÜLESİN'i ve onun meşhur KORNER GOLLERİNİ...kendine özgü samimiyetini...italya yıllarını... gazetedeki haberi görünce aileden biri ölmüş gibi donup kalıverdim...alnımdan sırtımdan sıcak terler aktı  kervansaray otelde traş sıramı beklerken.... içim karardı 9 yaşın çocukluğunda...berbere amca ben sonra geleyim traşa deyip çıktım kervansaray otelin altındaki berberden...yüzüme güneşli bir temmuz rüzgarı dokundu....nasıl üzgünüm....dedemin dükkanı 5 dakikalık mesafede bile değil...yürürken yürürken şimdi şükrü gülesin  öldü mü yani ? dedim  cıklayarak....




anne ve baba tarafımdan büyük ve kalabalık ailemden daha hiç kimseler ölmemişti...ben 9 yaşımdaydım....ölümün nasıl olduğunu bilmiyordum...en yakınlarının ölümünün nasıl olduğunu hiç bilmiyordum....dedelerim sağ ve dipdinçti...babaannem , anneannem amcalarım dayılarım teyzem eniştem hepsi o kadar genç ve sağlıklıydı ki...anne babam kardeşim zaten her an yanıbaşımdaydı...

yıllar geçtikçe o kadar çok ölüm gördüm ki...o kadar çok...ne dedelerim kaldı, ne amcalarım....ne babaannem ne anneannem...ne büyük halam...ne erhan dayım...ne eniştem...ne çocuklarımın annesinin babası annesi....uzak akrabalarım....yazarlar çizerler düşünürler edebiyatçılar sanatçılar...bu usturuplu okur yazar takımının önemli bir kısmı arkadaşımdı...çok yakınımdı bazıları...yıllar içinde hepsini usul usul bıraktım/k geldikleri yere...

en son 2017'nin pis bir şubat gününde, babam taşkın hocayı bıraktık, eski güzelliğinden artık  eser kalmayan susurluk'un, hala tartışmasız  en güzel ve en huzurlu yeri olan susurluk kabristanına.... 

kapattım bir  büyük  parantezi daha, 
gönül hanemde saklayarak !!!


her ölümle ben de biraz daha büyüdüm...
her ölümle ben de biraz daha eksildim...
her ölümle ben de biraz daha nasırlaştım...


şimdi geriye dönüp bakıyorum da sanki ailemden ilk ölüm gibi geliyor bana BEŞİKTAŞLI ŞÜKRÜ GÜLESİN'in 55 yaşındaki sonsuz yolculuğu....şükrü gülesin"in ölüm haberini artık yerinde yeller esen balıkesir kervansaray otel'in berberinde milliyet gazetesinden okuduğumda  9 yaşındaydım...


bugün 50 yaşıma geldim....ve onca yaşanmışlıkla, benim güzel ölülerimin anılarıyla yürüyorum  günışığıyla ...

ve biliyorum ki  
                      "insan sunulmuş bir armağandır hayata 
                   ve hayat sunulmuş bir armağandır insana...."

öyle işte....