*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

23 Ekim 2017 Pazartesi

bankta otururken, ankaranın ekim akşamı yağıyordu üzerimize..oysa ne yollardan gelip de oturmuştuk...yine de "varım ulan...varım.." diyordum...


mehmet müfit unutulmaz şiirinde
"aşağısı uçurum / uçurum aşağısı " der...


uçurumdan aşağı bakıyordu o adam...
ama nasıl bakıyordu o adam...


ankaranın ekim akşamında  iki lokma yemiş 
bir bankın üzerinde tütün içiyorduk...


yanımıza geldi, usul usul tane tane...
onlarca kişi içinden,  enikonu yanımıza geldi...


turuncu bir mont vardı üzerinde...
kendi sakallarına benzettiği kalın sakallarımdan yola çıktı belki...
belki beyazların arasında hala siyah kalmış bıyıklarımdan...
hangi halimi çok yakın buldu kendine; bilmiyorum...


"daha güzel bir dünyaya var mısın hocam" dedi....
"daha adil daha eşit daha umutlu dünyaya..." 


varım tabi ...dedim...varım...bu yaşımda bile varım ulan...cevabıma
o zaman yola çıkma vakti diyordu ...


oysa şu bankta otururken ankaranın ekim akşamı yağıyordu üzerimize....
ne yollardan yorulmuş da gelmiş  oturmuştum...
yine de varım ulan varım diyordum....


karşımızda bir ileri bir geri salınıp duruyordu....
ikimizin de sakalları vardı....
benimkiler biraz daha derli topluydu....
ikimizin de bıyıkları vardı...
benimkiler biraz daha derli topluydu...


onunkiler hakkıyla dağınıktı...
saçı başı üstü de dahil !!!


yaşını sordum 52 dedi...
akran sayılırız diye geçti içimden...


hayat ona  başka gelecek hazırlamıştı...
bana daha başka bir gelecek...


ben bir ekim akşamında yalnız olmayan bir adamdım...
kıtaları aşıp gelen sesle, ışıklı bir bahçenin içindeydim...
ama o, şarabi akşamların birine daha başlıyordu beş parasız !!! 


bakınca görüyordunuz; 
ikimizin de kalın sakalları vardı...
eskiden ; ikimizin de umutları vardı...



o, kendinden bahsederken 
iki ayağının üzerinde bir ileri bir geri gidiyordu 
çünkü hakkıyla sarhoştu...


ben, elimdeki sigarayı nefes nefes içiyor 
yanımdaki ışıltılı sese yaslanıyordum...


dakikalarla konuştuk karşılıklı  üçümüz....
ayakta bir ileri bir geri sallanırken de cümleler kuruyordu....



ve hep aklı başında cümleler kuruyordu...
ama asla aklı başında değildi...

                                 "kafası bi milyondu...." 


abicim seni sevdim pek sevdim diyordu bana...
herkese yaptığım gibi aynı cevabı veriyordum ukEla ukEla :)

                         "iyi de ben  sevilecek adamım zaten..."  



daha güzel bir dünyaya var mısın/ız diyordu...
herkesin mutlu olduğu , eşit olduğu bir dünyaya var mısın/ız...


varım ulan diyordum....elbette varım...
sakallarımı karıştırıyor, yanımdaki sese yaslanıyordum...


"şarap parası isteyecek birazdan" 
diyordu yanımdaki günışığı...


dünyanın bin yerini görmüştü  günışığı...bin türlü halini de...
eh ben de çömez sayılmazdım dünya hallerinde...


ama severdi günışığı detayları yakalamayı ve hemen söylemeyi...
ve ben de onun detaylarını yakalayan tarafını...


dakikalarca konuştu karşımızdaki sakallı ve sarhoş ses....
dakikalarca dinledik, cevaplar verdik...


dünyanın ve memleketin ahvaline dair fikirler öne sürdü...
en son  günışığına makamlar biçiyordu....


o hiç sevmediğim sarışın kadından yıllar sonra
sen memleketin ilk sarışın komünist başbakanı oldun...
seni bu göreve getirdim...hayırlı olsun...
 diyordu günışığına...


memleket komünist bir başbakan görmüştü...
ve işe bakın ki, bu kişi de,  günışığıydı...
bu kadarı rüyada bile olacak iş değildi !!! 



bir iki ısrardan sonra şarap parasını da vermiştim artık...
üretmeden tüketmeye karşı bir adam olarak
hiç sevmezdim böyle aldım verdim paralarını ama
bu kez teslim olmuştum....verdim şarap parasını....


döne döne ismini söylüyordu....
ben şuyum diyordu....
gece vakti eve gidince yaptığım araştırmada görecektik ki
hakikaten ismi cismiyle oydu...
ve daha 2 yıl öncesine kadar demeçler veriyordu medyaya...


öyle karton bir karakter değildi...
52 yaşındaydı...ve artık bir başka kıyıdaydı....
hayat onu almış bir başka kıyıya koymuştu....


bütün bunlar olurken 
aklımdan hep o muhteşem çocuk kitaba geçiyordu....


şu hayat boktan bir şeydi....
şu hayat ne boktan bir şeydi....


öyle diyordu pal sokağı çocukları kitabının sonunda
                                   yohan boka....


ve haklıydı....
şu hayat ne boktandı...

şarap parasını alıp en yakın büfeye giderken
sizi sevdim ulan , sizi çok sevdim ulan...
öpüyorum ulan sizi, ikinizi diyordu defalarca...
ellerini uzatıp tokalaşıyordu bizimle....


gecenin bir vakti, ayağa kalkıyorduk günışığıyla...
ömrümün neredeyse 30 yılı geçmişti ankara'da...


her şey her şey olmuştu...
her yer her yer....


edip cansever dizeleri geçiyordu zihnimden 
"dağılmış pazar yerlerine benziyor istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket...
gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile !!! " 



eve geldiğimizde köpüklü bir kahve yaptı günışığı...
şişelerin kapaklarını açtım tıkır tıkır...
 

gözüm kitaplıktaki o kitaba takıldı;
                             " A Pál utcai fiúk...."  
                             -pal sokağı çocukları....-


şu hayat hakikaten ne boktandı...
yohan boka haklıydı....
çok haklıydı !!!

            ( murat örem / 23 ekim 2017 / ankara )





















19 Ekim 2017 Perşembe

"kalbinizi ve sesinizi yumuşatın !" cahit zarifoğlu...




yıllar bir bir geçtikçe, 
öyle çok şey tarumar oldu ki 
gözlerimizin önünde birer birer...


ne o kaldı, ne öbürü ne diğeri...


yapraklar dallar derken, bin yıllık  ağaçlar bile devrildi...


fason oldu her şey, naylon oldu, plastik oldu...

öpüşmelerden bile kekre bir floeresan ışığı kaldı....

oysa insanı, insanlığı  tutan kökleridir...
kökler de  her şeyden önce kültürdür sanattır ezgidir şiirdir....

çok korktum bu furyada  cahit zarifoğlu için de...
her şeyi her şeye meze yapanlar,  onu da koydular elbette vitrine...


fakat ucuzlamadı şükür ki cahit zarifoğlu şiiri...


çünkü  o kadar hüzünlü ve o kadar sahihtir ki zarifoğlunun şiiri...
belki de onu koruyan bu tarafı oldu... 



her şey hızla plastikleşirken
el oyması tahta bir kaşık gibi
dokunmadı kimse cahit zarifoğlunun şiirine....


dokunamadı....
yozlaştıramadı...
bayağılaştıramadı...
dergi posterlerinde telef edemedi...



gevşek ağızlı şair çakmaları 
rezil gazeteci türevleri 
televizyonlarda zarifoğlu şiirleri okurken 
yine de gayri ihtiyari destur çekti ...


nedendir bilmem,
her yılın ekim ayında aklıma düşer zarifoğlu dizeleri...


sahih ve hüzünlü ve acılı ve yalnız birşeyler vardır çünkü...
sanki bir yutkunamamanın acısı gibidir dizeleri....


"bir ölüm vefalı bir de sonbahar..." 

böyle der  cahit zarif (oğlu) usta...böyle der...


bu dizeler de bu yazı için benden olsun zarif usta; 
"geçtik,  geçilmez denilen köprülerden
içtik,  içilmez denilen denizlerden
sevdik,  sevilmez denilen kalplerden
vardık,  varılmaz denilen limanlara
ve şimdi hazırız artık 
biz olmadan da açacak
kardelenlere....çiğdemlere..."     (murat örem / ekim 2017)

günlük tartışmalar, şunlar bunlar üzerinize üzerinize geldiğinde şiir okuyun....şucu bucu demeden şiir....cahit zarifoğlu şiirini okuyun...

vakit kaybı olarak görürseniz, gelip sesli okuyacağım her birinize...
sözüm söz....

      ( murat örem / 19 ekim 2017 / ankara )



4 Ekim 2017 Çarşamba

uzun yol sevdalınızı da, uzun yol otomobilinizi de mutlaka "hayata baktığınız" yönden seçin ! biraz da kibirli olanlarını tercih edin...kibir de hak edilirse yakışır çünkü !

                               abi kardeş öremler...susurluk...eylül 2017



-aşağıdaki yazıyı, otomobilinizin CAN GÜVENLİĞİNİ sorgulayarak okuyunuz....aracın rengi, modeli, janjanlı göstergeleri iyi de, iş başa düşünce, o süslü tamponlar, o metalik boyalar, o rengarenk göstergeler  rimeli akmış düğün güzellerine dönüveriyor...nasıl, düğünde binbir  makyajla gördüğü bir hanımla, dışarıda karşılaşınca, gulyabani görmüş gibi şaşırıp korkar ya bazı erkekler :) bu süslü otomobilllerin de kaza anında inanın bu örnekten hiiiç farkı yok...uzun yol hikayelerine başlıyoruz :)  

                                                  ......

hafta sonu 1500 km'den fazla  yol yaptım şoför olarak...



giderken 2  dönerken 3 kişiydik...
gecenin bir vakti çıktık yollara ankara'dan kardeşim ayşın'la...
istikamet   körfez diyerek....




kilometre kilometre kıvrıla kıvrıla geride kaldı yollar
polatlısı, eskişehri,  bursası,  "susurluk"u balıkesiri...dedik...
ama durmadan ve gecede ilerleyip 
yürüdük gittik ömrümüzün gençliğinden...


kapının önünde hırlayarak durduğunda  italyan aygırı
"taşkın hocanın"  karaağaç / gömeçteki adresindeydik...



sabah ezanları okunuyordu hayyel el,  felah felah...
tetikte  bekliyordu bizi merakla annemiz  müjgan hocanım...



öptük müjgan hocanımın ellerinden abi kardeş...
en son ağustosta öpmüştüm o eli...
araya yine yollar  kelimeler , bir de  gönüller girmişti...
ikimiz de alışıktık bu hallere, med cezirlere  :) 


yazlıktaki evin içinde sanki hayat yine başa dönmüştü...
aradan sanki 50 yıl geçmemiş  gibiydi...
o ilk çekirdek örem ailesiydi işte yine karşımızda...
anne vardı...abi vardı...kızkardeş vardı....



baba neredeydi ? 
neredeydi baba ? 


taşkın hoca yoktu...desem de...
elbette taşkın hoca da vardı...


yazlıktaki gül kurusu koltuğun üzerinde oturuyordu..
ayaklarını uzatmış bizlere bakıyordu mavi mavi !!!
ben gördüm taşkın hocayı...başkalarını bilemem.... 


                                            ........

çeyrek asra ulaştı direksiyon başına oturmalarım...ne çocukluk ne gençlikte  hayalim olmadı otomobiller şunlar bunlar...biraz da bu yüzden taaa 20'li yaşlarımın sonuna  geldi  ehliyetli olma günlerim...hakkı teslim etmem gerekir ki, çocukların annesi ısrarcı oldu "murat gerekli bu ehliyet senin için " diye...onun benden çok önce vardı ehliyeti...cüzdanının içinde çok güzel dururdu...arada o ehliyeti kaybeder, yenisini çıkarır yine cüzdanına koyardı :)  hep birlikte gülerdik bu duruma da...


bana ısrarcı olmasa yine de  bu kadar kısa sürede  heves etmezdim bu ehliyet işlerine...ama çeyrek asır önce söz dinledim ve aradan çıkardım ehliyet işini...bir iki pratiğin ardından da attım kendimi yollara...ilk otomobilimiz orijinal italyan beyaz 60 uno s'ti...1993 yılının italyan üretimiydi...bugün bile hala sevgiyle hatırlarım o ilk otomobilimizi...o uno'yla da  ne yollar ne dağlar aştık çünkü...uno'yu sevgiyle hatırlarım ama sonra birden o araçla hatırlı bir kazaya karışsaydık neler olabileceğini düşünür tepeden tırnağa ürperirim....çünkü hızlı geçen bir tırın yanında bile direksiyonu tam konsantrasyonla tutmazsanız küçük bir tsunami yaşardınız içinde :)




murat yalnızca aklına yatanı yapar, ortalık yıkılıp dökülse bile kafasına koyduğunu mutlaka yapar analizi (!)  yıllardır üzerime yapışıp kalsa da, ben etrafını mutlaka dinleyen biri oldum hep...hem de enikonu dinledim...söylenenler yol gösterip aklıma yattıysa da kimin söylediğine bakmadan, hatta fikri söyleyeni artık sevip sevmediğime de bakmadan hep açık oldum değişimlere, yol göstermelere...bu ehliyet işi de tam böyle oldu...

                                               .....

gömeç karaağaçtaki  yazlıktan annemiz müjgan hocanımı da alarak susurluk ve ankara'ya ilerlemeden önce bir kez daha döndü evin kilidi...geçen sene taşkın hoca çevirmişti anahtarı kilidin içinde ! son olduğunu hangimiz bilebilirdik...hayat böyle bir şeydi....yola çıkarken sidikli de bir hava vardı dışarıda... soğuğu da sanki aralık ayından ödünç almıştı...pazar sabahı  üç kişiydik italyan aygırının içinde..



bütün yol boyunca yağdı o yağmur...kah ipil ipil kah şakır şakır...özellikle mezitler bölgesinde adeta kovadan döküldü...ve yol bir ara adeta görünmez oldu zeminde birikmiş tuzaklı sulardan dolayı...çeyrek asırdır 10binlerce km aşmış biri olarak özellikle yol kenarında birikmiş suyun ölüm olduğunu bildiğim için çektim ayağımı gaz pedalından....100 ve 90 km/saat arasında ilerledim...bir taraftan da yolcuların :)  dikkatini dağıttım olumsuz kaygılar içinde olmasınlar diye...ilerlerken gördük ki bir fiyakalı crossover yolun kenarına uçmuş, hamam böceği gibi ters dönmüştü...kalabalıktı ortalık...büyük ihtimalle birden fazla ölüm vardı....




bu gördüğümüz kaza anından kısa bir süre önce dümdüz bir hatta giderken,  ben de yaşadım  bir tecrübeyi o yolda...sanki görünmez bir el, italyan aygırını tutup ısrarla yolun kenarına çekmeye çalışmış, ittirip kaktırmıştı enikonu  bir iki saniye içinde...her şey o kadar kısa sürede olmuştu ki...sımsıkı tutmuştum direksiyonu...suların içinde adeta o el pusu kurmuş gibi hepimize bir tırpan sallamış ama tutturamamıştı !!! muhtemelen ne annem ne kardeşim  anlamadı bu anı...ama ben serin serin yaşadım o tırpanın sallanmasını....ben ve italyan aygırı iki saniye içinde o eli tutup bükmüştük !!!! 




sen beni karda da yağmurda da çamurda da öyle kolay kolay ASLA yoldan çıkaramazsın,  ben etrafında gördüğün o kofti otomobillere benzemem...yaşım başımla çok gün gördüm ben demişti italyan aygırı  ALFA ROMEO...


eh benim de saçım sakalım değirmende ağarmamıştı...

                                                   ......

ankara'ya vardık  sakin sakin ...
sonra herkes dinlenmeye çekildi...
bir gün geçti aradan...
unuttum yollarda geçen o zor saatleri...
geçti tatlı tatlı yorgunluğum bir telefonun ucunda...




arda'yla pazartesi akşamı giderken  babaanne  hoşgeldinine...
ayşın halası ve hakan eniştesinin evine, alp'in yanına...
yine içindeydik italyan aygırının...



eskişehir yolunda hızla  ilerleyen trafik küt diye durduğunda...
saliseler içinde bastım frenine otomobilin...
takır takır takırdadı  abs'ler ayağımın altında...
fakat zemindeki ıslaklıkla bir ses çıktı iki saniye sonra....



tatsız bir sestir o, bilenler bilir...
hele bir de şiddetliyse yaşanan,  toz duman olur etraf...

zincirleme kaza dedikleri tam da buydu işte :)))



indik italyan aygırının içinden...
üç araç birbiriyle fazlasıyla samimiydi :)
önümüzdeki aracın neredeyse arkası artık yoktu...
önümüzdeki aynı aracın neredeyse önü de yoktu ...
en öndeki aracın tamponunda vardı epeyi,  ne varsa...



arda'yla iki gamsız...bir de bizim italyan aygırına bakalım dedik...
ön tampondaki küçük bir boya çatlağı dışında kibirli kibirli sağına soluna bakınıyordu bizim alfa romeo...tek bir çizik yoktu neredeyse...ben ki o zincirleme çarpma sesini  duyduğumda tamam murat şimdi arabanın boyası şusu busu derken en az 10 gün kaskodan alacağın   "eh işte otomobillerle"  idare etmeye hazırlan diye aklımdan geçiriyordum :)




ama inanın tek bir çizik yoktu otomobilin önünde...
fakat önümüzdeki arabanın hem önü hem arkası yoktu !!!


zincirleme temas sonrası bilindik şeyler işte...
trafik sigortaları , poliçeler şu bu...
evrak doldurma vakitleri...


o anda karşımıza çıkan mükemmmel insan trafik polisleri...
onların rahatlatan, yardımcı olan İNSAN davranışları...
arda'nın gördükleriyle yaşadığı mutlu şaşkınlık....
hepsi hepsi derken , bir şey olmamış gibi yetiştik yemeğe....



iki günde iki kritik rüzgar esmişti etrafımızda...
şükür hep aynıydık hala aynıydık....


aklımdan şunlar geçti iki gün arka arkaya yaşadıklarımda...
anne babanızı kardeşlerinizi seçme şansınız yok...kabul...



anne baba kardeş ve akrabada  hayat biraz da piyango ...
ben bu piyangoda BÜYÜK İKRAMİYE kazananlardanım...
bu da kabul....şükür....



ama  çok seveceklerinizi  seçmek sizin elinizde...
çok güveneceklerinizi seçmek sizin elinizde...
dostlarınızı seçmek sizin elinizde...
düşmanlarınızı bile seçmek sizin elinizde...



ve  upuzun yollar yürümek istediklerinizi seçmek de sizin elinizde...
sevgilinizi, eşinizi , sevdalınızı seçmek yalnızca  sizin elinizde....


ve bir de eğer trafiğe çıkıyorsanız 
bir otomobiliniz varsa , o otomobili de seçmek sizin elinizde....



nasıl sevdalınızı yalnızca kaşına gözüne makyajına bakıp seçtiğinizde; ilk uykuda  o boyalar akıp bir de ortalığı batırıyorsa, otomobilinizi de,  fiyakalı jantlarına, süslü kalıbına bakıp aldığınızda emin olun ki ilk zincirleme kazada,  kendini ton balığı konservesi kutusuna çeviriveriyor....



benim 50 yaşında 
günler haftalar aylar içinde 
bir kez daha bir kez daha 
aldığım hayat dersi şu...


                                         uzun yol sevdalınızı  da , 
                                         uzun yol otomobilinizi de
                                 mutlaka ama mutlaka 
                                 hayata  baktığınız yönden  seçin !!!


                             zor zamanlarda , kaza belalarda 
                                 boyaları akmayan
                                 boyaları dökülmeyen
                          insanlar ve otomobilller  seçin...



hatta insanı da otomobili de biraz da kibirli olanlardan seçin...
kibir de içi doluysa kişinin  hakkıdır çünkü :)


alfa romeoların da hakkıdır :)  


ben artık öyle yapıyorum...
artık heeep öyle yapıyorum....

sevdada da , yolculukta da 
ne büyük mutlulukmuş...
ne büyük güvenmiş...
ne büyük konformuş...
ne büyük huzurmuş :) 

bu keyfi 
ne ben anlatabilirim...
ne  siz anlayabilirsiniz....

( murat örem / 04 ekim 2017 / ankara )