bir
telefon geldi dün…
çok
telefon geldi dün…
koştur
koştur
düşün
düşün
emek
emek
bir
hafta daha biterken,
yorgun
gözümün halkalarında
güller
gibi fecrolurken nümayan
akşam
çökmüştü ankara’ya…
arabanın
içindeydim…
pencereden
baksam da
dünyanın
dışındaydım…
bir
kitabın peşindeydim…
yağmur
ığıl ığıl yağıyordu…
yağmur
ipil ipil yağıyordu…
geçen
günler…diyordum…
ömürden…diyordum…
ömür
dediğin bir masalmış….diyordum…
derken
gün içinde susmayan telefon, yine çaldı…
ekranda
“
UMURum”
yandı söndü yandı söndü…
siyah
bağa gözlüklü çok yakışıklı bir genç adam yüzü belirdi ekranda…
ilk
göz ağrım büyük oğlum umur
çınladı eskişehirlerden…
açtım
telefonu beklediğim haberi almak için…
telefon
konuşmasında her şey 180 saniyenin içine sığdığında “ hadi bakalım delikanlı, hadi bakalım oğlum/umurum
bahtın da zihnin de açık olsun…
buralarda da oralarda da, iyilere
insanlığın, hakkıyla kötülere de aklın
, düşmanlığın ve hesapsız zalimliğin
daim olsun ” dedim içinden….
oysa
biz eskiden baba oğul kah karşı karşıya
kah telefonlar içinden ne uzun ne uzun konuşurduk da, dakikalar yetmezdi
sohbetimizi öğütmeye, şimdi sana söyleyeceklerimi en
çok kendi kendime mırıldanıyorum ve ne kadar çabuk ne içten ne isteyerek susuyorum , bir
caz müziği gibi habire sızlıyıp kanıyor senin sesini her duyduğumda gönlüm umur dedim kendi kendime yine…
“babanın küçücük bir çocukken döne döne, ağlaya ağlaya okuduğu o unutulmaz çocuk romanı
pal sokağı çocuklarının ömrünün geçtiği budapeştelerde, erasmuslarda en yüksek notları ala ala, sinema / tv öğrenciliğine devam etmen de varmış…babana bu güzelliği de yaşatman varmış umur ” dedim bir daha kendi
kendime…
biterken
telefonda 180 saniye ağır ve çok yorgun bir maden işçisinin ağır aksak adımlarıyla, çetin altan yazını göremedim hala
dedi umur…
artık
siz yazın
babanızın
yaza
sile yaza sile
seve
sevile
mecali
de kalmadı
umudu
da kalmadı
hevesi
de kalmadı
dedim…
içimden mi , dışımdan mı....
dedim ama yine de içim rahat durmadı ve kurdum
kapanış cümlemi ; oğlum son üç ayda kaç kez değindim çetin altan’a daha yaşarken , blogun
içindeki twitter penceresinden de daha yeni paylaştım ölümüyle, bakmıyor musun oralara…iki
yıl önce de yine bir temmuz gününde daha yaşarken uzun uzun yazmıştım çetin
altan’ı hatırlamıyor musun…
bir
şeyler mırıldandı umur…
anladım
ki …
gençlerin
, umur
bile olsalar başka işleri var…
kapattım
konuyu…
umur
kursaydı böyle bir cümleyi bana; sen konuşurken bir milisaniye
bile susuyorsan, söylediklerine inanmıyorsun, dehlizli yeni cümleler hazırlıyorsun derdi bıçak gibi cümlelerle ama ben artık
çok iyi biliyorum her şeyi her zaman en doğru haliyle bilecek (!) kadar genç olmadığımı…
bugün
de bir cumartesi akşamında, dostların arasına karışmak güneşin sofrasına
oturmak için beklerken geçmesini zamanın, telefon yine çaldı…ekranda yana söne
yana söne “miraç…” yazısı
belirdi…basamadan yeşil kabul tuşuna sustu telefon…tekrar aradığımda mehmet
çıktı telefonda karşıma…uzun uzun anlattı…kıymet vere vere anlattı…kıymet bile
bile anlattı…döne döne anlattı…istanbul’u anlattı…kadıköy’ü
anlattı…gazetelerden yazılardan anlattı…bir vali olamadım ama yine de sizden
çok şey öğrendim dercesine anlattı…dinledim mahcup mahcup…dinledim gururlana
gururlana…telefonu eline aldığında miraç, üzerine bir dağ devrilmiş sesle konuştu…her
zamanki nezaketiyle yine de , hocam biraz keyfim yok sesime yansıdıysa kusuruma
bakmayın alıştığınız enerjim eksildi galiba dediğinde, çocuğum gönlün yazı var kışı var tam da böyle
anlarında ara ki ben size destek vereyim becerebildiğimce dedim…
ve
mehmet onca güzel cümleden sonra kapatırken telefonu, hocam blogda çetin altan yazınızı bekliyoruz
dedi…mehmet
, yazdım ben o yazıları dedim daha çetin altan yaşarken…dedim ama
anladım ki , evlat da olsa, evlat kadar yakın da olsa en dikkatli akıllar
bile yeni bir yazı bekliyor…
oysa
en çok en yakınımdakiler bilsin ki ;
üç
koca yıldır asli işimi asli işlerimi hiç aksatmadan,
yaptığımın
en iyisini çok iyisini yaparken
üç
koca yıldır başımda ne turnalar ne alıcı kuşlar eserken
son
iki yıldır yöneticilik denen basamakları çıkarken ve kimselere ama kimselere, karar verirken
insanlıkta ne uzak ne yakın dururken,
içinden
bambaşka bir arda çıkan başka oğlum ardayla
duvarlar
üstümüze üstümüze gelirken bile
hep
yazdım hep yazdım hep yazdım ben…
onun
da evlatlarına dediği gibi yazıya hiç ihanet etmeden
çetin
altan’ı da döne döne yazdım ben…
saygıyla
yazdım…
kadirbilirlikle
yazdım…
hürmetle
yazdım…
akılla
yazdım…
çetin
altan’ın ;
“önemli
olmak,
mesele
değil,
mesele,
değerli olabilmekte….”
cümlesinin
önünde
ceketimin düğmesini ilikleye ilikleye yazdım…
yine
yazarım…
elbette
yine yazarım…
yalnızca umur ve mehmet okuyacaksa bile
bir daha yazarım…
ama
artık yorgunum biraz…
ama
artık yorgunum çok….
bilmem
anlatabiliyor muyum…
(
murat örem / 25 ekim 2015 / ankara…)
söz / YUNUS EMRE
ya rab bu ne derttir derman bulunmaz
yar bu ne yaradır merhem bulunmaz
benim garip gönlüm aşktan usanmaz
varıp yare gider hiç geri dönmez
aşık olan gönül aşktan usanmaz
ahiret korkusun bir pula saymaz
aşk pazarıdır bu canlar satılır
satarsın bu canı hiç kimse almaz
dönüp de bakmaz
dönüp dönüp sana öğüt verirler
dünya malı ile gözün boyarlar
aşık öldü deyu sâlâ verirler
ölen hayvan olur aşıklar ölmez
ya rab bu ne derttir derman bulunmaz
yar bu ne yaradır merhem bulunmaz
benim garip gönlüm aşktan usanmaz
varıp yare gider hiç geri dönmez
aşık olan gönül aşktan usanmaz
ahiret korkusun bir pula saymaz
aşk pazarıdır bu canlar satılır
satarsın bu canı hiç kimse almaz
dönüp de bakmaz
dönüp dönüp sana öğüt verirler
dünya malı ile gözün boyarlar
aşık öldü deyu sâlâ verirler
ölen hayvan olur aşıklar ölmez