*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500"ziyaret ! *her cümle"5846" sayılı yasa korumasında ! *fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir ! *sağ alttakiküçük dünya?
ankara’ya
uzun yollardan gelmenin ve uzun yollara gitmenin binbir hali…
sekiz
günde, dört tekerle aştığım3000 kilometre…
yalnızca iki günlük
balıkesir gömeç karaağaç
candeniz sitesi konukluğum...
ata ocağımda
ana ocağımda
baba ocağımda
oğulcanım arda'yla...
yeniden
çok sıcak ankara akşamları…
yalancı
rüzgarın uçuşturduğu penceredeki tül….
bir
akşam ziyaretinde önüme konulan “uydurma”kek…
içinde
kaysı, üzüm, badem, ceviz olan uydurma kek…
kekin
yanına sütlü kahve isteyen akla, daha
üst akılla verdiğim cevap :
“bu
havada soğuk süt içilir….kahveyi de soğuk sütün içine at…”
kalabalıkta
yeni bir tat daha keşfetmenin hazzı…
hayatı
bir yerinden daha ısırmanın hazzı…
“uydurma”
kekin kokusunun zihnimdeki yansımaları…
insanın
koku hafızası….
çocukluğumun
güneşli uzun yaz tatilleri….
sıcak
bir yaz gününde annem müjgan hocanımla girdiğim pastane…
artık
yerinde yeller esen susurluk’taki pastacı edip’in her zaman vanilya kokan dükkanı….annemle
girdiğimiz dükkandan kocaman yaz
çikolatasıyla çıkışımız….
annemi
her yaşta ne çok sevdiğimi düşünmelerim….
ama
yine en çok , pek çok annemle didişmelerimiz…
bitmeyen
didişmelerimiz…
çok
sevmek ve çok didişmek arasındaki o tahteravelli ve o garip ilişki…
öleli
yıllar olsa da hala çok özlediğim babaannem bedia örem’in sıcak
yaz gecelerinde biz torunlarına yaptığı kuzu bacakları, mısır ekmekleri…
dedem
selahi
örem’in balıkesir günlerimizdeki
alicenaplığı bütün aileye….babam taşkın
hoca’nın balkonda önü açık keten gömlekle rüzgara dönük yüzü yaz
gecelerinde…
çocukluğumun
yaz akşamları….
gençliğimin
yaz akşamları…
şu hayattaki tek kardeşimi gepgenç bir kız çocuğuyken gururla sevgiyle koluma takarak gezdirdiğim
uzun upuzun yaz geceleri….
yeniliyoruz,
restore ediyoruz elden geçiriyoruz diye diye
susurluk
parkının yıllar içinde değiştirilen tarihi, koparılan dili…
susurluk parkının resetlenen hafızası !!!
insanın
koku hafızası ….
ve
:
şu
çiğ ve şu müptezel hayatın ,
insanın
insanlığın ırzına geçen
hafızasızlığı…
(
murat örem / 24 temmuz 2015 / ankara….)
-fotoğraf/ ana babam müjgan ve taşkın hocamın evinde /ata ocağında yol öncesi kahvaltı sofrasının güzelliği / 24 temmuz 2015-
türkçemizinde en
karakteristik harflerinden biridir“ ö ”
insanlığın
en güzeli olan “ö”yküleronunla başlar…
insanlığın
en rezil hali “ö”dleklik onunla başlar…
az
konuşur“ ö ”harfi ama tam kitabın
ortasından konuşur…
çok
konuşan !!! bir adam olarak ben,hem türkçemizi hem de tamkitabın ortasından konuşan “ö” harfini pek severim…
“örem” diye ö ve m harflerinin
üstüne basa basa söylediğim soyadımı da çok severim…
zaten ben
genel olarak“ö”vünmek gibi olmasın(!!!) ama kendimle ilgili çok şeyi onlarca yıldır
çok emek verdiğim için çok sevmiş bir adamımdır…
çocuklarımı
çok severim çünkü çok emek vermişizdir karşılıklı…
işimi
çok severim çünkü ömrüm harflerin arasında geçmiştir emekle…
ülkemi
çok severim çünkü bir dağın başındaki tek bir çiğdemin yeşerdiği toprak
parçasının bile ne emeklerle ayakta kaldığını bilip öğrenmişimdir…
her fırsatta
ilk uçağa atlayıp sınır dışına bir yerlere gitmektense karadenizin,
akdenizinuçurumlu yollarında , egenin iç
anadolunun sarı sıcaklarındasürmüşümdür
yıllardır emektar uno'mu, siena'mı,
alfa’mı…ve durduğum her pınar
başında gökyüzüne bakmışımdır hayranlıkla, sorumlulukla …
kendini
ve etrafını seven insanlara, kendiyle barışık insanlarabizim gibi onlarca yıldır kültürel
patinaj yapan düşünce tembeli toplumlarda narsist damgası vurmak, megolaman etiketi yapıştırmak kara cahilliktendir….
hiç
takılmayın o pervasızlıklara da….
ama
kendinizi sevmekle kibirli olmakarasındaki sınırı da hep yoklayın kendinizde…övünmek iyidir yeri ve
zamanı geldiğinde, eleştirmek en büyük dosttur ama içi doldurulmamış kibir, rezil bir şeydir….
laf
aramızda , insan, 50 yaşına ramak kalınca kara cahillere de en kibarından “çektirgit” demeyi de
öğreniyor ...
bir
de ö harfini çok sevdiğim için mi
çok sevdim soyadımı, yoksa soyadımı çok sevdiğim için mi başka göründü gözüme “ö” harfi yıllar içinde bilmiyorum….
ayrıca
onlarca yıldır hele resmi yazışmalarda
ören olmak zorunda kalan soyadımı “örem” diye vurgulamak için harcadığım enerjiyi
çocuklarım da iyi bilirler çünkü onlar da yaşamıştır bu tatlı kabusu en az
onlarca kez….
bir gün size dedem selahi örem’den öğrendiğim
soyadımızın ironik biçimde ilk alınma hikayesini de anlatırım yeri gelirse….
az
konuşur“ ö ”harfi ama tam kitabın
ortasından konuşur…
ve
türkçede en hakiki kelimelerden biridir benim için “ölüm”
ölüm
kelimesinde de en başta imzası vardır “ ö ”
harfinin…
ölüm
, 20. / 21. yüzyılınşu arsız tüketim furyasında hepimize
unutturulmak istenen bir gerçektir…ölmeyecekmiş gibi tüketmesi istenir bütün
insanların…çünkü vahşi kapitalizm insana mezarını bile arsızca pazarlamanın bir
başka adıdır…
ve
ne gariptir ki, şuursuz tüketime en meyyal toplumlar ,felsefesinin amentüsüne “israf etmeyiniz…”
cümlesini koyan islam dininin toplumlarıdır çoğunlukla….allı güllü evler ,
arabalar, giysiler , doymamış doyurulamamış nefislerin harcadıkları paralar
islam dininin her ilkesiyle kocaman kocaman çelişir…
aslında ölümlü olduğunu
bilmek haddini de bilmenin anahtarıdır görmek isteyenlere…ve haddini bilen
insanlar / toplumlar ürettiklerinin üstünde tüketmeyi kendilerine ar ederler…
ve
ölüm emek verilmiş bir gerçektir vakitli sıralı olursa….
ölüm,
insana insan olmasını hatırlatan tek
gerçektir…
hayatı
anlamlı kılan tek gerçektir ölüm…
bu
yüzden demiştir sokrates şu ölümsüz cümlesini ;
“
bütün insanların bir gün ölmesi korkunç bir şey…
ama daha korkuncu da olabilirdi ;
ya bu insanların hiçbiri ölmeseydi ...”
ölümden
korkmayın dostlarım…
öldüğünüzü
bilmeden zombi gibi yaşamaktan korkun…
ve
sırasız genç ölümlerinden çok korkun…
ölümlü
olduğunu bilmek insana vicdanını hatırlatır…
ölümlü
olduğunu bilmek insana eşyaya tapmamayı hatırlatır…
ölümlü
olduğunu bilmek yaradan karşısında aciz olduğunu hatırlatır…
ve
bunların hepsi dini açıdan da , felsefi açıdan da , ahlaki açıdan da nefsi
terbiye edici güzelliklerdendir…
vakitli sıralı gelen ölüm,
güzel bir öğretmendir…
emek verilerek yaşanan hayat ;
en güzel öğretmendir…
bu
güzel ülkenin neresinde vakitsiz sırasız bir ölüm olursa hepimizin ciğerinin
yandığını bilin dostlarım…
yanan
ciğerlerin sönmesi söndürülmesi inanın ki köz olmuş ormanların yeşertilmesinden
bile güçtür dostlarım…
şu
yukarıdaki fotoğrafa da bir daha bakın dostlarım…
yüzlerce
yıllık binanın duvarından bile fışkıran hayatın gücüne iyi kulak vererek bakın...
(
murat örem / 21 temmuz 2015 / kastamonu/ankara…)
- fotoğraf / arda erhan örem / tarihi sinop cezaevi duvarı / temmuz 2015-
baban da buraların/oraların
milletvekiliydi bir zamanlar…
babama mektup
isimli hikayende kendini bir daha aşmış
uzun uzun yazmıştın annen muazzez hanımın kocasını…babanı…
mektubunu / hikayeni
bitirirken de babana seslenerek
“ ne yani ben de senin
gibi bir gün ölecek miyim…???
demiştin….
oğuzum
atayım…
zamanı
durdurmuş gibi yaşayaninebolu’da
arabanın
içinden en az 20 kişiye sorduk seni…
kimseler
ama kimseler bilmiyordu...
seni…
ismini…
ömrünü…
yazdıklarını…
beynindeki
uru…
43
yaşındaki ölümünü…
ismini bile bilmedikleri birinin
kimin umrunda olacaktı doğduğu ev…
bırak doğduğun evi…
senin ismini bile duymamıştı hiçbiri ineboluların…
kasap da duymamıştı, kuyumcu da duymamıştı…
pastanede dondurma veren çocuk da…
üniversite öğrencisi de öğretmeni de duymamıştı…
“o
kim la yahu…” cümlelerini duya duya
arda’nın
sinirden ve şaşkınlıktan terleraktı boynundan…
ben artık ülkeme dair
hiçbir şeye şaşırmayacak yaşa geldiğim için
ve senin gibi
ey
insanlar sonunda bana bunu da yaptınız
demek yerine
“ey
gamsız insanlar sonunda bize bunu da
yaptınız …”
demeye yıllardır idmanlı olduğum için
pis pis sırıttım kendi kendime…
acı acı sırıttım kendi kendime…
sonra
yine bir türkiye mucizesi oldu ve bir genç adam ben biliyorum o adamı da adresi
de dedi çünkü evimize komşu olur o bina…elbette o da okumamıştı hiçbir yazını, kitabını ama komşuluk hatırına hatırlamıştı seni....
gittik
gördük doğduğun evi…
ölümsüzleştirdik
o anı…
ölümlü
olduğumuzu bile bile…
uzat kulağını da fısıldayayım ; adını verdikleri sokak da çıkmaz sokaktı oğuzum atayım... çıkmaz sokak... ne kadar ironik / sarkastik...
her şey ama her şey bir oğuz atay yazısı gibiydi....
tabelaya 12 ekim 1934 tarihinde yerine 12 ekim 1934 yılında yazmıştı kastamonu il kültür ve turizm müdürlüğü... müdürlüğün allah selamet versin tarih / yıl ayrımından bile haberi yoktu... turizmden kültüre sıra gelmemişti zaar....!!!!
bir de belediye girişine bir heykelini / büstünü yapmışlardı ki senin seni / fotoğrafını bilen insanlar herhalde karşına geçip hüngür hüngür ağlarlardı inan...
kaldı ki sen yazdıklarında bu usüllerle de hep dalganı geçmiştin...
pes dedim bunların hepsini peşisıra yaşadıkça... yakışır ama bu absürdlüklerin hepsi yakışır sana oğuzum atayım dedim , umur'umun kulakları çınlasın "it murat örem gülüşüyle..."
sonra
,
yaşadıklarımızı
başımıza gelen sürreel hikayeyizihnimde didikleyince
senin o güzelim cümlelerin geldi aklıma da
kaçarcasına uzaklaştığımız inebolu’dan
25 kilometre uzaklıkta abana’da yazdım bu satırları
arda
gitarıyla dünyanın en güzel solo konserini verirken…
oğuzum
atayım…
oğuz
atayım…
kehribar
bakışlı adamım….!!!!
o
kanser olmuş urlu beyninden
türkiye
niyetine
saygılı
hüzünle,
hüzünlü
saygıyla
öperim
öperim öperim….
( murat örem / 18
temmuz 2015 / abana
ankara değil !!!! /kastamonu
abana…)
-diğer oğuz atay yazılarına sağ alt köşedeki olaylar insanlar kavramlar başlıklı arama kutusuna oğuz atay yazarak ulaşabilirsiniz ey nazenin okurlar !!!!. başka isim ve kavramları da bu yöntemle sorgulayabilirsiniz...-
*****
“(...)Ey zavallı milletim dinle! Su anda hepimiz burada seni kurtarmak
için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az
gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili
milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden
geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için
utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye
düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu
milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz.”
―
Oğuz Atay,
Oyunlarla Yaşayanlar