internette gezerken rastladım
yukarıdaki fotoğrafa…
ali nesin, nesin vakfındaki bir güne dair fotoğraflar
koymuştu…
çocuklar, uçak maketi yaparken soluklanmış, emeklerine
bakıyorlardı…
bir başka fotoğrafta kocaman kazanlarda yemekler pişiyordu….
bir başkasında toplanan elmalar
masanın etrafında dilimleniyordu…
öncesinde de çocukların mutluluklarına yastık olmuştu
aynı elmalar…
başka bir fotoğrafta tarladaydı kalabalık…
birinde pekmez kaynatıyordu büyükler ve çocuklar…
diğerinde kumaşlar kesilip el işi
yapılıyordu…
hayatın içinden mutlu ve sıradan insan
yüzleriydi çoğu….
oysa, nesin vakfındaki çocukların hepsi ekonomik ve
sosyal nedenlerden dolayı hatırlı goller yiyerek başlamışlardı hayata…ama bu
çocuklar günün birinde vakıftaki büyük ailenin fertleri olunca koşullar
değişmeye başlamıştı…
daha da önemlisi aynı çocuklar küçücük
yaşlarından itibaren oynayarak ve düşünerek üretmenin hazzını yaşıyor,
üretmeden tüketmenin büyük ayıbını
bilerek, sanatla kültürle bilimle yoğrularak
büyüyorlardı…
bu
dönüşüm o kadar önemliydi ki…
üretmeden tüketmek ve
büyümek olmazdı…
düşünmek de üretmekti…
elma toplamak da…
oyun oynamak da…
tartışmak da…
bir bahçeyi sulamak
da…
kocaman kazanı
kepçeyle karıştırmak da…
sahneye çıkmak da üretmekti…
fotoğraftaki yüzlere baktığınızda bilenle bilmeyenin huzurlu uyumunu
görüyordunuz…katı ve yıkıcı hiyerarşinin izleri yoktu…kimse öğrenirken de
öğretirken de mutsuz görünmüyordu…kimse kimseye yapacaklarını ve
yapmayacaklarını dikte etmiyordu ….
ve fotoğrafların çoğunda yüzlerdeki
doğallık ve huzur parlıyordu…
bu huzur, biz fotoğraflara bakanlara
da yansıyordu…
****
oysa dün gece yarısı bir yazı okumuştum….
yüreğim sıkışmıştı yine…
60 ülke vatandaşı arasında yapılan birbirine güven duyma
endeksinde türk insanı sonuncuydu… kimseye ama kimseye güvenmiyorduk artık
biz…komşumuza , arkadaşımıza , görevlilere…kendimize…akrabalarımıza…
%
4’tü güvenme oranımız …
yüzde DÖRT…
bir çığlıktı bu…
ve bu oran yıllar boyunca en büyük
toplumsal çalkantıları hatta iç kıyımları yaşayan ruanda’yla aynı ürkütücü
düşüklükteydi... insanlara ve topluma güvenirim diyenlerin oranı bizde yalnızca % 4’iken iskandinav ülkelerinde % 70’lerdeydi…
gece yarısı araştırmayı okuduğumda
uykum bir kez daha kaçmıştı…
ama hemen ertesi günün ortalarında
bu umutlu fotoğrafları görmüştüm…
****
gördüğüm fotoğraflar beni çok eski
yıllara / yıllarıma götürdü yine….
bir dönem ne çok uçak maketi
yapmıştım ben de en çok lisedeyken…
jet modelin ilk maket uçağını yaptığım/ız/da ilkokuldaydım…
babam taşkın hoca yardım etmişti
her zamanki gibi canı gönülden onda da…
liseli yıllarla birlikte elbet bu
yardımlara ihtiyacım kalmamıştı…
zamanında gördüğüm bu içten baba emekleri sayesinde işin püf noktalarını öğrenmiştim
çünkü…
ilk zamanlarda o balsa ağaçlarını jiletlerle kesmiştim
ellerimi kanata kanata…
türkiye üç kuruşluk maket bıçaklarıyla, kretuvarlarla bile tanışmamıştı daha…
bir jileti alırdınız ortasından
ikiye böler kullanırdınız maket yapmak için…
jilet de bir an gelir jiletliğini (!!!)
mutlaka yapardı dalgın anınızda…
sonra bir gün balıkesir’de
görmüştüm ilk maket bıçağını bir kırtasiyecide…bugünün parasıyla hacimli bir
kitaptan daha pahalıydı altı üstü bir maket bıçağının fiyatı çünkü yeni çıkmıştı piyasaya…hemen almıştım
yüklüce bir para vererek öğrenci harçlığımdan…maket bıçağından sonra daha az kesip kanatır olmuştum uçak maketleri
yaparken ellerimi parmaklarımı…bugün maket bıçaklarının bile yüzlerce çeşidi
var hem de her keseye uygun olan haliyle…o zamanlar yoktu işte…
****
ama kötü çok kötü bir de anım
vardır maket bıçağıyla ilgili…
bir gece vakti , lise
yıllarındayken, yarım kalan uçak maketini de maket bıçağını da masanın üzerinde o halde ortada bırakırken kız kardeşim ayşın’a sıkı
sıkı tembih etmiştim “çok ama çok keskin…bildiğin gibi değil…sakın ben yokken
eline alma…nasıl kullanıldığını merak ediyorsan sakin bir zamanda göstereyim öyle kullan…aman
dikkat….” diye diye…
bu cümlelerin ardından , dışarı
çıkıp susurluk sokaklarında lise arkadaşlarımla yarenlik edip eve döndüğümde
bir gariplik sezmiştim…mutsuz ve sessizdi herkes…kız kardeşim ayşın’ın eli ve
parmağı sarılıydı eni konu…beti benzi atmıştı herkesin…
hikaye şuydu…
sanki ben o hatırlatmaları
yapmamışım gibi benim hemen arkamdan eline almıştı maket bıçağını ayşın ve
neredeyse baş parmağını elinden ayırmasına ramak kalmıştı…bununla da
bitmemişti…ortaokul yıllarının çocuk aklıyla o eli suyun altına tutarak
kurtaracağını sanmış ama akan hatta fışkıran kanı durmamış aksine daha da
azmıştı…
babam/ız taşkın hoca fark etmişti
banyodaki telaşı…zaten öyle bir tarafı hep olmuştur babamız taşkın hocanın…hiçbir zaman baskı
kurarak izlemez denetlemezdi ama aynı anda kırk şeyi takip eder, uzaktan gözler
ve gerektiğinde sakince müdahale ederdi taşkın hoca…sitemini de işler bitince ederdi yarı gürleyerek…gençlik
yıllarımda çok didiştiğim babamın bu meziyetlerini son yıllarda daha çok görür oluyorum artık…dile
getirmekten yazıya dökmekten de onur duyuyorum…evlat yetiştirmenin ne olduğunu
iki erkek babası olarak her gün defalarca yaşadıkça daha da anlıyorum bu
duyguyu….elbette yine arada bizim baba evlat olarak didişmelerimiz sürüyor ama
bu durum kıymetli gerçekleri görüp söylememe engel değil…nasıl evlatlar kıymetlerinin
arada sırada dile getirilmesinden mutluluk duyuyorsa aynı gerçeklik anne
babalar için de geçerli çünkü…bunu iki tarafta da bulunan iki ayağımla
söylüyorum; evlat ve baba ayaklarımla…
ayşınlı hikayenin devamına gelince
…
olan biten fark edilince apar
topar hastaneye / acile gidilmiş ve yalnızca bir derinin tuttuğu kesilen baş parmak
dikişlerle tutturulmuştu yerine…belki biraz daha zaman kaybedilse, ayşın evde yalnız olsa, taşkın hoca biraz daha
dikkatsiz olsa çok daha başka şeyler olabilirdi ve ben de bir ömür kendimi
suçlayabilirdim…aslında söz dinleyen, açık çatışmalara kesinlikle girmeyen ve asla
risk almayan bir tarafı hep ağır basmıştır kardeşim ayşın’ın…ama bu olayda
neden söz dinlemediğini çocuksu bir merak duygusuyla açıklamak geliyor aklıma
en yakın olasılık olarak…
****
böyle böyle onlarca yüzlerce şaşırtıcı
ürkütücü tehlikeli görünmez kazalı olay yaşayarak geliyoruz her birimiz bu
yaşlara…yaşımız ilerleyip geriye dönüp baktığımızda bütün bu olan bitenlerden
sağ salim çıkmanın mucizevi bir tarafı olduğunu görünce de ürperiyoruz…
yaşamak
dediğin zaten ölümü ötelemek değil mi…
****
lise yıllarından sonra da çok
maket yaptım ben…
üniversitede de yaptım, evliliğimin ilk yıllarında da…
sonrasında çocuklarımla da…
ama çocuklarımla maket yaparken
artık yalnızca ortalarda dolandım…
çünkü özellikle büyük oğlum umur
örsan kulağı çoktan geçen boynuz olmuştu…
lisede yaptığım maketleri odamın
duvarlarına asar ev halkından da teşvik görürdüm…yine bir gün eve döndüğümde
yüzü allak bullaktı annem müjgan hocanımın…sanki evden bir cenaze çıkmıştı…çok
kötü bir şey oldu diye başladı söze annem…çok kötü deyince annem, saniyeler
içinde yakınlarımın ölüm ihtimalleri geçti aklımdan…sonra cümlenin devamı geldi
; “ murat, oğlum, eski öğrencilerimden
biri annesiyle misafirliğe geldi bugün…ben çay servisi yaparken öğrencim duvardaki
senin uçak maketini almış sonra da kaşla göz arasında kırmış yaptığın
maketi…ben çok sitem ettim hatta ağır konuştum annesine de öğrencime de ama olan oldu…” olan biteni öğrenince güldüm
ben…”anne dert ettiğin şeye bak…yine yaparım…tamir ederim…tamam o şımarık
çocuğa söylediklerin iyi olmuş da sen niye bu kadar üzüldün…dedim…
bu cümleleri duyunca, büyük çok büyük bir yük kalktı annem müjgan
hocanımın üzerinden…kararan yüzü yavaş yavaş aydınlandı…
sonra sonra çok düşündüm bu olayı
da ben…
sonuçta ortada can sıkıcı bir olay
vardı ama bunun sorumlusu bizden / aileden biri değildi ki…annem hiç değildi...neden bu kadar başkasının
kusurunu
sahiplenip üzülmüş kendini suçlamıştı o zaman annem…çünkü, emeğe çok saygı duyan
bir isim oldu benim annem hep…insana çok saygı duyan biri…belki benim
huysuzluğumdan da çekinmişti ama daha çok kendisiyle , yıllar içinde geliştirdiği
o püriten ve asla iltimas yapmayan
ahlakıyla ilgiliydi annemin bu tavrı…kendine de hiç iltimas yapmadı ki benim
annem ömrü boyunca…kendine iltimas yapmayan birinden çocuklarına hatta kocasına iltimas yapmasını , abartılı övgü
cümleleri kurmasını beklemek pek
gerçekçi değildi aslında…o yüzden hangi başarıları elde etsek de bizler “zaten
olması gereken bu evladım..” diye kapattı konuların üstünü annem müjgan hocanım…
oysa ortalama insan bu tavrı hiç göstermedi ülkemizde…
ortalama anne babalar da….
bu yüzden de ortalık kendini
tartamayanlarla doldu taştı…
haddini bilmeyenlerle doldu taştı…
bin yaşındaki evli barklı erkek
çocuklarına hala yemeğin etli tarafını
koymayı analık sananların yanında annemin bu tarafı duygusal olarak yıllar
boyunca çok kırıcı geldi bana ama bir yanımı da daha da güçlendirdi….mutlak bir
adalet duygusu verdi bana…bu yüzden hala takır takır tartışırım annemle de ama
annemin insanlık ve adalet terazisine gözü kapalı biçimde kendimden çok daha fazla
itibar edip saygı duyarım bazı durumlarda kendi bildiğim yoldan yürüsem de…
ama bu mutlak adalet duygum çok
işler açtı başıma benim…
en yakınlarıma pat diye söyledim
gördüklerimi…
pat diye söyledim olacakları on
adım yüz adım önceden…
oysa yakınlarım bile olsa onlar
gerçeği duymak istemiyordu ki…
onlar duymak istediklerini duymak
istiyorlardı…
onlar masal duymak istiyorlardı…
ve ben de kötü çok kötü bir
masalcıydım…
evlatlarım da payına düşeni aldı bu
adalet terazisi cümlelerimden…
o cümlelerimin keskinliğinden…
sonra yeri geldi aynı cümleleri
onlar kurdu bana…
ne diyordu o atasözü ;
“kime ok atmayı öğrettiysem
ustalığını önce bende denedi”
genellikle susarak dinledim iki
evladımın da gök gürültülerini…
evlatlarım deyince…
her vesileyle, hayatıyla rus ruleti
oynamaması gerektiğini söylediğim büyük oğlum umur örsan da çok yaptı uçak
maketleri, gemi ve otomobil maketlerini…çünkü neredeyse haftalarca yatağa
bağımlı kaldı lisenin tam öncesinde…
çünkü günün birinde babası yıllar boyunca kendisine hayatın kötü
sürprizlerine dair onca uyarıyı yapmamış gibi , bisikletiyle kumlu bir yolda yokuş aşağı
kanatlanmaya kalkınca ağzı burnu dağıldı ve kaval kemiğini kırdı umur örsan…
benim saçlarımın yüzer yüzer
aklaşmaya başlaması da o olayladır zaten…
insanın evladının sağlığıyla
sınanması ne acıdır bilen bilir…
yatağa kısmen bağımlı kaldığı o
dönemlerde çok teşvik ettim umur’un yaptığı maketleri…onlarca
maket aldım ankaradaki hobby marketten euroları onar onar sayarak….devir
değişmişti…artık bizim çocukluğumuzun markası jet model yoktu ve orta karar maket
uçaklar bile euro üzerinden alınıp satılır olmuştu…allah var hepsini de jilet
gibi yaptı yine umur milimetrik
hesaplarıyla….
evliliğimin ilk yıllarında, daha çocuklar yokken yaptığım maketlerde tek
bir cümle duymadım yanımdakinden , ne
teşvik eden ne eleştiren ne de kusur bulan ya da öven…yok saydı tüm bunları…yok
saydı…o kadar çok şeyi yok saydı ki onlarca yıl boyunca bir gün aklımdan
gönlümden fikrimden de yok oluverdi…
insan zihni böyle işte…
günün birinde ekranda gördüğünüz
bir fotoğraf; hangi anıların , hangi
hüzünlerin, hangi hesaplaşmaların kapağını açıveriyor işte …
bilemiyor ki insan…
bazı gündüzler, bazı akşamlar
hayatın çok üstümüze geldiği vakitlerde bahar dalıyla konuşuyoruz evde, yolda sokakta yemek
masasında hayata ve insanlara dair…bazen ikimiz yapıyoruz bunu…bazen sayısı az
olan dostlar da oluyor yanımızda…bazı durumlarda da arda…
artık bir sakinleş diyor bahar
dalı bana çok seferinde…
artık insanları ve dünyayı kabullen
oldukları halleriyle diyor…
ülkemiz , şartlarımız bu diyor aheste aheste bilgiç bilgiç...
oysa ikimiz de biliyoruz onun bildiklerini ben unutalı bin yıl oluyor..
her seferinde şaşırıyorum bu
gereksiz cümlelerine…
her seferinde yeniden sorguluyorum
kendimi, hayatımı…
oysa ben kendimi çok sakin çok
mutlu görüyorum yıllardır…
çok dolu bir hayat yaşadım…
çok ama çok dolu bir hayat yaşadım...
ömür kuyusunu en çok kendi
çabalarımla doldurduğum bir hayat…
doğruları yanlışlarından çok daha
fazla olan anne babanın evladı oldum…
iki dedemi ayrı sevdim ve onlardan
çok şey öğrendim….
hala saygıyla andığım ilkokul öğretmenim oldu…
dayılarım oldu ilk gençlik
yıllarıma kadar…
gerçek dayım olmayan erhan dayımı
apayrı sevip saydım ama…
bir kardeşim oldu…
bir kardeşten öte bin kardeşim
gibi oldu…
susurluk sokaklarında kardeşim
ayşın’ı koruyup gözetip her gün koluma
takıp gezdirirken imrenerek bakardı herkes aramızdaki o bağa, sevgiye,
muhabbete…çok uzun yıllar boyunca çok şeyi paylaştım kardeşimle…abi kardeş de
olduk, iki arkadaş da, iki sırdaş da…eyyamcılık yapmadık karşılıklı son
zamanlara kadar…ikimiz de evlenip ellere karışsak da çoluk çocuk sahibi olsak
da yalnızca ikimize ait olan o alanı hep
koruduk…günün birine kadar…artık kabullendim...insanın yaşadıklarına benzediğini kabullendim artık...
yine, yıllar boyunca bir hayat arkadaşım oldu….
kutup buzulunu yaşarken de çöl güneşinde yanarken de hakkını teslim
etmek için yanında olabilmek için yedi düvele kafa tuttuğum bir hayat arkadaşım…yıllar
boyunca işten çıktığım gibi koşarak yanına gittiğim…bilgi dahil görenek dahil
kazandığım iyi paralar dahil elimdeki
avcumdakini hilafsız yoluna serdiğim…ahde vefayı en kızdığım anlarda
bile unutmadığım…iki çocuk yaptık onunla…anne baba olmanın hazzını yaşadık…bebeklikleri
çocuklukları gençlikleri dahil tablo gibi yakışıklı evlatlarımız oldu…vicdanlı akıllı başarılı çocuklarımız oldu…
iki erkek evladım oldu…
oysa bilenler bilir baba olmayı
hiç istememiştim…
ama öyle inatçı öyle inatçıydı ki
sarı damarlı, günün birinde teslim oldum ısrarlarına vicdanımla….dünyanın bu
kadar zalim bir yer olduğunu daha çocukluğumdan
itibaren gördüğüm için hiç ama hiç istememiştim baba olmayı…onlara bir
şey olursa tahammül edemeyeceğimi kahrımdan deli divane olacağımı çok iyi bildiğim
için …ama iki evladım da olduktan sonra, ikisine de tarifsiz emekler verdim…ikisinden
de tarifsiz mutluluk ve hazlar yaşadım…
evlatlarından yana çok ama çok ama
çok zengin bir baba oldum….
büyük sevgiler yaşadım
çocuklarımla….
tarifsiz hazlar yaşadım yalnızca benim ve evlatlarımın bildiği...
büyük kavgalar da yaşadık ama sonunda
hep aynı masanın etrafında oturduk…
ben bir baba olarak hiç mangal
yapmadım çocuklarıma…
balık tutmadım onlarla…
bir denize saatlerce bakmadık boş
boş…
dünyanın şehirlerini konuştuk…
ülkemizi konuştuk…
anadoluyu konuştuk…
emeği, sinemayı, tiyatroyu, insanı
konuştuk…
en sert cümleleri çocuklarımdan
duydum…
en çok çocuklarıma kırıldım….
en keskin hatırlatmalarımı da
onlara yaptım…
aylar oldu yüzünü görmeyeli büyük
oğlum umur örsan’ın…
ben bu yazıyı yazarken çantasını
topluyor artık yurda dönüş için…
erasmus merasmus derken aradan geçen aylarda hangimiz ne
kadar yaşlandık görmemize az kaldı…
ve yıllardır çok şükür
bile isteye canı gönülden yanımda küçük oğlum arda erhan…
bugün bir öğle vakti bu uzun yazının başında da birkaçını paylaştığım nesin vakfındaki o çocukların
kendileri ve hayatla barışık mutlu yüzünü görünce , çocuklarımla geçirdiğim yıllar geldi geçti gözümün önünden ışık
hızıyla…
bazı geceler yanımdaki birilerine evlatlarımı anlattığım
rüyalar görüyorum….ve hiç değişmiyor cümlelerim…ben ne ara bu kadar ak saçlı
bir adam oldum ve çocuklarım ne ara bu kadar kocaman sakallı adamlar oldular…
şimdi biz artık, umurla ardayla
hiç uçak maketleri yap/a/mayacak mıyız…
biri onlu yaşlarının başında diğeri ondan da
dört yaş küçük haldeki iki evladımla balsa
ağaçlarla uğraşırken bir maket daha yapmak için, uzaklardan bir ses “yemekkkk hazırrrr,
herkes sofraya..." demeyecek....
hepimiz o kadar mı büyüdük…
ben o kadar mı yaşlandım…
hayat böyle bir şey mi ???
ne derdi pal sokağı çocukları
kitabının sonunda arkadaşlarının lideri yohan boka uğruna savaştıkları ve er nemeçek’in
öldüğü arsanın üzerine pat diye inşaat
yapılacağını öğrendiğinde gözünden yaşlar akarak; “bu hayat neyin nesiydi…”
sahi, bu hayat neyin nesi…
( murat örem / 25 ağustos 2016 /
ankara…)