*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500"ziyaret ! *her cümle"5846" sayılı yasa korumasında ! *fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir ! *sağ alttakiküçük dünya?
daktyl yunan mitolojisinde “parmak cini ” anlamına geliyor.
mitolojiye göre,
zeus’u doğururken büyük acı çeken annesinin, toprağı sıktığı anda
türemiş “daktyl” cinleri. "daktylos & daktilo” ilişkisi böyle olunca ;
yazan çizenlere, insanlık tarihi boyunca "cinlenmiş huysuz” kişiler olarak bakılması çok da manasız görünmüyor bu durumda :))
O genç adam da pürtealaş arabadan indi,ben de oradayım.
Artık ne olacaksa olacaktı !
"amcacım, masmavi kocaman gözlerinden
ve şu gümbür gümbür sesinden
hem korktum hem de kendimden utandım
vallahi çok haklısın, ver elini öpeyim ...."
deyip sarılıverdi babama....
Birden ışık hızıyla yumuşadı yine Taşkın Hocam....
Teselli edici ve akıl veren bir kaç cümle kurdu o gence ayaküstü...
Biz de bindik otomobilimize....
"Ulan Baba :))) senin yanında trafikte kavga da edemeyeceğiz,
en çok ben korktum yahu olacaklardan" dedim....
Döndü bana babam sakince;
"Sen bu milletin büyüğe saygısını yaşayacak yaşa yeni yeni geliyorsun . Ben 40 yıldır bu duyguyu yaşadım. En saygısızında bile utanma duygusu vardır....Sen de gençsin diye sana karşı alttan almazdı ama bana karşı gönülden geri adım atar ve gördün geri adımını attı, çünkü özünde efendidir bizim insanımız " deyiverdi...
Sonra baba oğul sustuk epeyi bir süre, yol boyunca....
Ben de içimden "ulan muratörem, gör işte Taşkın Hoca nasıl olunurmuş" dedim...
Mutlaka iki de minnet cümlesi kurmuşumdur babama, kırık dökük,
ama biz öyle birbirini pohpohlayan pop kültürlü baba oğul olmadığımız için
kapatmışızdır hemen mevzuu...yalnız söz verdik, bu hikayeden ikimiz de bahsetmeyecektik aile fertlerine. durduk yere kimseye telaş vermemek lazımdı...
İşte sevgili okurlar;
baba evinde bulduğum
6 MAT B / 1987-1988 MEZUNLARININ MEKTUBU
aylardan sonra bu yazıyı yazdırdı bana....
6 MAT B'nin
1987-1988 mezunlarının hepsine
bu MEKTUPLARI vesilesiyle
ve bu mektubun bana yazdırdığı bu yazıyla
sevgilerimi selamlarımı iletiyorum
Taşkın Hoca'larının evladı
ve onlardan bir dönem önce
yine 6 MAT B'den mezun, okuldaşları olarak....
mezunların hepsi, babaları yaşıyorsa onlara çok iyi baksınlar
babalar öyle evlatlarına tezahüratı , mıç mıç öpmeleri duyguları
kadınlar kadar asla profesyonelce ! bilip yapamaz...
Düz adamdır babalar....Dümdüz adamlardır....
Bazen bu düz hallerini ruhsuzluk sevgisizlik bile zannedersiniz...
Oysa ve sonra aradan 40 yıl geçince, bir bakarsınız ki
klas babaların evladı olmak,
tarifsiz bir onur olarak daima durur göğsünüzde gönlünüzde....
berber ömer amca ve babam taşkın hocam / mart 2005
fotoğrafa iyi bakın.... benim gibi yaş durumundan gözünüz yakını az görüyorsa büyüterek bakın artık :))
fotoğraf, sanıyorum şimdilerde yayında olmayan SUSURLUK'un yerel gazetelerinden DOĞANGÜN gazetesinin 21 MART 2005 tarihli sayısı...
yani gazete şu aşağıda..... net görünsün diye sayfayı, sağ tarafı ve sol tarafı olarak ayrı ayrı çektim...
yazının başındaki berber ömer amcalı babam taşkın hocalı fotoğraf gazetenin ilk sayfasının sağında....
aşağıdaki de sayfanın solu... yayın tarihi net olarak okunuyor; 21 mart 2005 diye...
bu aralar blogda habire susurluk yazıyor oldum ama bazen böyle olur... hadiseler arka arkaya gelir...
hele bir de, susurluk'tan kasap fuat saran biraderim bana 5 ağustos'ta messenger'den haber verince "muratcım, berber ömer abi emekli oldu sen bunu mutlaka bir şekilde yazarsın..." deyince bu yazıyı sıcağı sıcağına yazmak biraz da farz oldu :))
işte şimdi okuduğunuz UZUUUN yazı biraz da fuat saran biraderimin vesilesiyledir... ona da, selam sevgi olsun buradan...
**** şimdi biraz gerilere gidelim.... biraz dediğim; taaa 1970'lerin başına... neredeyse 50 yıl öncesine (!)
işte 50 yıl önce, susurluk lisesi yokuşundaki evimizde ben daha 2 yaşında bile olmayan süt bebesiyken:)) aylar önce çok ağır iskelet sistemi ameliyatı olmuş taşkın hocam daha dışarı çıkamayıp evde saç traşı olurken ve çok çok büyük ihtimalle, o traşı berber ömer amca bizim evde yaparken büyük bir deprem olmuş susurluk'ta... yıkılan dökülen olmasa da herkesin yüreği ağzına gelmiş... yaşı yetenlerden hatırlayanlar çıkacaktır o depremi.
bu yazıyı yazmadan önce olayları teyit etmek için annem müjgan hocanımı aradığımda, 50 yıl önceki o sert depremi hatırladı...
konuşmada ömer amcanın emekliliğini gazeteden okuduğunu söyledi, hayırlı olsun dedi, sonra da"sorduğun olayda, ömer bey olması lazım, çünkü baban 1969'da buraya geldikten sonra hiç başka berbere traş olmadı fakat yine de yüzde yüz, ömer bey'di diyemeyeceğim" dedi...
ben de belki de kalfasıydı anne dedim... bu yazıyı okursa , belki ömer amca hatırlar...
bu detayları da, sorumlu gazetecilik ve yazı ahlakı gereği not düşüyorum. çünkü şu yaşıma dek BİN'lerce program yaptım, 10 BİN'lerce yazı yazdım ne sözlü ne de yazılı tek bir TEKZİP yemedim, ... "bu yazdığın, bu söylediğin doğru değil şurası eksik...burası fazla ... o yazdığın öyle değildi murat ! diyen de hiç olmadı, çok şükür... yalnızca gerçeği aktarmak ve yazmak o kadar önemlidir ki hayatta... yazının namusu GERÇEKTİR....
çünkü, murat örem bir olayı yazarsa, kayıtsız kuyutsuz belgesiz desteksiz ASLA ! ve KAT'A yazmaz... hilafı hakikat tek bir kelime etmez ! tüm yazılarım programlarım için hodri meydan... halep oradaysa arşın burada...
ama bazen, bazı olayları hikaye olarak aktarırsam hikayeleştirirsem, senaryolaştırırsam o zaman isimleri yerleri bilerek değiştirebilirim kişiler istemiyorsa, belli olmasınlar diye... bunu da okura hissettiririm...
ama "GERÇEK" bir hadise anlatıyorsam bir yazı yazıyorsam, bir program kaleme alıyorsam canlı yayınlarda soru soruyorsam her şey ama her şey harfi harfine HAKİKATTİR !
neyse, bu hatırlatmalardan sonra yazıya devam edelim...
berber ömer amca'da ben de çok traş oldum... önce o koltuğun üzerine konulan tahtaya oturdum :))) çünkü boyum ancak yetişirdi daha okullu bile değilken... ve ağzıma da bir susurluk yalı gazozu şişesi tutardım kesilen saçlarım ağzıma girmesin diye :))
o zaman çalı süpürgesi gibi tomar tomar saçım vardı... şimdi yine var, ama nerede o "tarak kıran sık saçlar :)))" hepsi , yandı bitti kül oldu....
daha okul öncesi yaşlarımda traş olurken başımda babam taşkın hocam da olurdu daima...
her erkek çocuğunun hatıralarında vardır tahta konmuş berber koltuğunda traş olmalar gazoz şişesiyle ağzını kapatıp oyalanmalar ve traş bittiğinde de berber amcanın "hooop diye" sizi o koltuktan kaldırırken bekleyen müşterilerin tezahüratlariyla büyük adam oldum sanmalar :)))
sonrasında, biraz biraz büyüdükçe kendim gider oldum berber ömer amca'ya...
1970'lerin ikinci yarısıydı... daha, 10 yaşında bile değildim...
lise yokuşundaki evimizden çıkar yokuşu inip sağa dönüp ilkokulların duvarındaki yolu takip eder yol bitiminde yine sağa döner ve o zamanlar üstü kapatılmamış derenin üstündeki derme çatma köprüden temkinlice geçer kireççi ilhan amca'nın dükkanının az ilerisinden sağa dönünce şıp diye berber ömer amca'ya giderdim... çok net hatırlıyorum o hallerimi...
yıllardır her vesileyle yazdığım gibi ülke; sağ sol şu bu diye birbirine girerken hızla 12 eylül 1980 darbesine ! giderken her gün onlarca insan ölürken
SUSURLUK'umuz bir huzur adasıydı biz çocuklar için , 1970'lerde, ne mutlu ki... bir tehdit, bir taciz, şu bu da hiç yaşamadık ne ben, ne de yaşıtlarım, o yıllarda...
o yıllarda çocuklar herkesindi... herkes sahiplenirdi o çocukları... çocuğuna bir simit alan yanında kim varsa, o çocuklara da alırdı. ve herkes bugünkünden kat kat dar gelirliydi ! ama yine herkes hakikaten gani gönüllüydü... bunu defalarca yaşadım ben ne mutlu ki...
işte o yaşlarımda yine bir gün gittim berber ömer amca'ya ...
bir cumartesi günüydü... kalabalıktı içerisi... sıramı bekledim ama hep acele işi olanlar çıkınca benim sıra bir türlü ilerlemedi... arada oyalanayım diye, bir de gazoz çıktı bana tombaladan :))) benim için, hava şimdi daha da hoştu...
bilenler bilir, berber ömer amcanın o yıllarda dükkanı sohbet & haber ve siyaset merkezi :))) gibiydi..
her yeni gelen bir şeyler anlattıkça , mevzular derinleştikçe benim traş sırası da kaynadı gitti... ben de artık sıkılır oldum koltukta. gazozumu içmiştim... gazeteleri de okumuştum koca adamlar gibi :))
radyoda hafta sonu programı bile bitti bu arada... ki en az iki saattir hafta sonu programları... oysa ben traşa gittiğimde program yeni başlamıştı... oradan anlayın, geçen neredeyse iki saati...
tam 13 haberleri okunacaktı ki , o anda bambaşka bir şey oldu, merakla şaşkınlıkla, alı al moru mor nefes nefese babam taşkın hocam giriverdi dükkanın kapısından... beni görünce , yüzündeki ifade de gevşedi, rahatladı... nihayet sıra bana geldi ve traş olunca çıktık... oğlum, bir şey olmaz da, merak ettim yahu, annen de çok meraklandı... dedi yolda giderken babam.
ben olsam ben de merak ederdim en çok da çocuğumun dereye düşmesinden korkardım dedim ben de babama, yine koca adam gibi... böyle cinsliklerim hep vardı yani :))) sonra biraz ilerideki harika tatlıları olan seyyar arabası da bulunan tulumbacı amcanın dükkanından tatlı alıp evin yolunu tuttuk baba oğul... 2005 yılında postadan çıkan SUSURLUK gazetesinde gördüm ki berber ömer amca 36 (!) yılın ardından babam taşkın hocamı müşterilikten emekli etmiş
ÖMÜR BOYU BEDAVA TRAŞ:))) kazanmış taşkın hocam... yerel gazete de haber yapmış.... aslına bakarsanız ne kadar güzel bir ahenk bu, bir jest bu...
o dönemde basılı gazeteler çalıştığım kuruma gelirdi. odamda gülerek okurken haberi yine benim gibi yapımcı (prodüktör) olan arkadaşım gördü kim bunlar yahu...ne güzel işler bunlar...deyince bana biri babam, diğeri de neredeyse 40 yıllık berberi dedim ben de. abi ben bu işi haber yaparım, GECENİN İÇİNDEN programında canlı yayına bağlarım ikisini de dedi... beni karıştırma da :)) ne yaparsan yap... bak orada gazetenin numarası var...dedim ben de... sonra olanlar oldu bir gece canlı yayına bağlandı ikisi de... ben de dinledim... böyle durumlarda o kadar tatlı tatlı heyecanlanırdı ki taşkın hocam sanki binlerce öğrencisine neredeyse 30 yıl boyunca o en bela kimya derslerini a'dan z'ye tane tane anlatan taşkın hocam giderdi. heyecanlı bir çocuk gelirdi böyle anlarda....
-benim mesela kimyam kötüdür, çünkü lisede kimya dersini babam taşkın hocamdan almadım !!!-
o gençliğin ukalalığında, evde de tek bir harf sormadım kimyadan babama, babam da oğlum gel şunu bir anlatayım demedi... deseydi de "he he" der geçerdim... çok ama çok kıl adamdım ben gençliğimde de Allah akıl fikir verdiyse bana 50'sinden sonra bilemem :)))
bu gençlik huyumu bildiği için, çok arıza çıkarmadıysam, hiç bir konuda topa sert girip otoritesini asla aşındırmazdı taşkın hocam...
bunlar hep büyük hayat dersleri olmuştur bana nur içinde yatası taşkın hocamdan...
yıllar sonra 40'lı yaşlarımın sonunda 500 kişinin müdürü olduğumda hep o yaklaşımı aklımda olmuştur babamın...
bilgi yaş tecrübe hayat ve statü olarak yukarıdaysan, gereksiz topa girip, otoriteni asla aşındırma... ama iş son söze gelirse de. o son sözü söyle ve MAÇI BİTİR !!!
konuya dönersek; işte bu yazının başındaki fotoğraflı haberin hikayesi de böyle...
*******
aradan çoook yıllar geçti... takvim şubat 2017'yi gösterdiğinde uğurladık taşkın hocamı dualarla rahmetle sevgiyle...
bütün SUSURLUK ve talebeleri, sel oldu aktı, camiye de, kabristana da, evimize de....
babamdan sonra, sanki üzerimize dağ devrildi.... ben, bir iki hafta daha kalırken SUSURLUK'TA güneşli bir şubat günü çocukluk arkadaşım hüseyin'le Adnan Menderes parkında çay içerken bir daha gördüm berber ömer amca'yı...
ben onu hemen tanıdım ama muhtemelen o beni tanımadı...
bu da normaldi... gençlik yıllarımdan sonra hiç gitmemiştim ona traşa... aradan 1000 yıl geçmişti... baktım, yine ufak tefek ama dimdik duruyor ömer amca... merhaba ömer amca dedim... merhaba dedi ama uzaktan ve donuk. tanıyamadığını düşündüm...
demedim artık ona ben taşkın hocanın oğluyum diye...
çünkü taşkın hoca diye her cümle kurduğumda iki değirmen taşı arasındaki buğday tanesi gibi unufak oluyordu kalbim....
aradan yine yıllar geçti.... bir gün sevgili fuat saranhaber verdi, berber ömer abi emekli oldu murat sen bu konuyu kesin yazarsın...diye...
yazmam mı yahu :)) dedim... berber ömer amca, babamı müşterilikten emekli etmişti... para vermezdi babam traşa gittiğinde... bedava traş hakkı vardı ömürlük :)) diye yazdım suat'a...
şunu da ekleyeyim para vermezdi babam ama hiç de eli boş gitmezdi... kolonya havlu şu bu...
zaten bedava traş :))) olayını ilk duyduğumda ben de it murat örem halimle :)) hemen takılmıştım babam taşkın hocama... yahu baba sende kaç tel saç var... şov yapmış ömer amca kolaysa o bedava traş hakkını bana versin :))) diye...
densiz densiz konuşma :)) deyip yalandan bir de şaplak vurmuştur babam taşkın hocam bana... o kadarını hatırlamıyorum artık...
ama ölümünden önceki son 10 yılda ben de epeyi büyümüştüm:)) babam da, ermiş adam olmuştu ve biz baba oğul her şeyi en sakin en keyifli haliyle yaşar olmuştuk...
şimdi düşünüyorum da ne güzel bir dostluk varmış babam taşkın hocamla berber ömer amca arasında...
bunlar ne güzel ahenklermiş...
kaldı mı hala bu dostluklar.... kaldı mı bu abilikler bu kardeşlikler... kaldı mı ???? diye sorsam
kaldıııı diyen çıkarsa aranızdan, ne iyi...
bana sorarsanız herkesin elinde elma şekerinin yalnızca sapı kaldı !!!
***********
berber ömer amcaya eşi evlatları ve torunlarıyla ağız tadıyla yaşayacağı daha nice nice emeklilik yılları diliyorum...
berber ömer amca'ya mutlaka söyleyin kullandığı mesleki eşyaların bir kısmını sakın atmasın, en az 20 yıldır yazıp söylemekten dilim şişti ama, bir gün susurluk tarih ve insan müzesi kurulursa
esas böyle şeylerin de belediyelerin en temel görevi olduğu, bir gün "beeelkiii" idrak edilirse,
berber ömer amca'nın da mutlaka bir köşesi olacak o müzede...
tıpkı ibrahim balkangibi... tıpkı tahsin bozoğlu gibi... tıpkı yıllaaar önceki ahmet akın gibi... tıpkı ayrancı şükrü amca gibi... tıpkı ömrü uzun olsun fehim dikmen gibi... ve daha onlarca kıymetli isim gibi...
( murat örem / 14 ağustos 2020 / ankara )
unutulmuş birer birer / eski dostlar !!!
yazıya dipnot
; en acar ve doktoralı moktoralı okurlarımdan biri aradı, "abicim yazı
güzel de, traş kelimesi traş olarak yazılmaz t(ı)raş olarak yazılır..."
dedi. tren kelimesini t(i)ren olarak mı yazıyoruz, elektrik kelimesini
elekt(i)rik olarak mı yazıyoruz :)) " dedim ben de...TDK kuralına göre traş kelimesi t(ı)raş oldu dedi...TDK, bir çok kelimede 3 yılda bir karar değiştirir. ona kulak verirsek yandık...hayırlısı olsun :))) hadi hayırlı t(ı)raşlar" dedim ben de...arzu edenler yazıda geçen traş kelimelerini yüksek sesle t(ı)raş olarak okuyabilir :)))) ayrıca TDK kılavuzuna sorsak yukardaki dipnot kelimesini de pat diye "dip not" diye ayırabilir...! sağol kelimesini bile sağ ol...diye ayıranlar bunu da yapar alimallah :))))
son söyleyeceğimi "EN BAŞTAN" epeyi de üzülerek söyleyeyim...
bu "SUSURLUK" kitabı başka koşullarda yayınlansaydı çok daha profesyonel reklamıyapılırdı...
çünkü bu kitap genellikle yapıldığı gibi
"ben de sayıklamalarımı matbaaya gidip hikaye ! diye bastırayım hevesimi bir de buradan alayım..." kitabı asla ! değil...
yine üzüntüyle söylüyorum ki kitabın kapağında alakasız bir suluboya çalışma yerine tarihi bir susurluk fotoğrafı da MUTLAKA olmalıydı...
kitabın GİRİŞ ve ARKA KAPAK yazıları da çok daha çarpıcı olmalıydı...
bu kitap bunca sessizlikle yayına VERİLMEMELİYDİ...
çünkü bu kitapta ülkemizin de sosyolojik raporu var hem de kılcal damarlarına kadar... evet başka koşullarda yayınlansaydı bu kitap bütün kitap eklerinde ve dergilerde hakkında yorumlar yapılırdı...yazılırdı...
kitabı okuduğunuzda her akşam koşa koşa gittiğiniz "susurluk parkının" 1960 darbesinden sonra !!! nasıl gerilimle yapıldığını en ince ayrıntısına kadar bileceksiniz...
ve parkın geçmişte mezarlık :( olduğunu tam açılış günü büyük sel yaşandığını halkın bu olayı büyük çoğunlukla yatırları ve mezarları yıkmayla ilişkilendirdiğini bu kez yazıyla öğreneceksiniz... şeker fabrikasının açılmasının susurluk halkının ekonomik koşullarına nasıl büyük İVME kazandırdığını okuyacaksınız, belgeli cümlelerle...
ve tarihsel olarak ülkede ve susurluk'ta da görülen "MENDERES'le" başlayan sağ siyasi ekolü sahiplenmenin refah artışına dayalı gerçek nedenlerini göreceksiniz.. bu sahiplenmenin "ekonomik haklılığını" anlayacaksınız...
susurluk'un özellikle 1950 - 1960 arasında yakaladığı ekonomik sıçramadan sonra, 1960 darbesi (!) ve sonrasında yaşanan yerel seçim iptali uygulamaları da bütün örnekleri ve tanıklarıyla var kitapta.
AKIN minibüslerinin tarihi de var... 24 HAZİRAN gazetesinin kuruluşu da... çarşamba pazarının yerel tarihteki yeri de... kitapta , susurluk'tan yola çıkarak yapılmış güçlü gözlem ve analizler satırlarda geziniyor...
yazar magnarella, çok zeki ve birikimli bir akıl... antropolog & insan bilimci...
ülkemiz kültürüne dair ayakları yere sağlam basan gözlemler analizler ve gelecek öngörüleri yapmış...
ramazan güzelliğimiz olan PİDEye dair bile çok çarpıcı analizleri var... bu örneği, kültürümüze ne kadar vakıf olduğunu vurgulamak için yapıyorum...
zaten kitabı okurken göreceksiniz ki, magnarella, bir susurluklu ailenin yanında kalıyor aylarca ve "ah(i)ret kardeşliğini" dahi bilip anlatıyor...
bu kadar güçlü "Türk"ve"İslam" kültürümüzün içine doğup da bir çok zenginliğimizi küçümseyen (yerli) oryantalistler 50 yıl önceki emek çaba ve bilgi karşısında biraz düşünmeliler.. hatta utanmalılar da.... siz de bu yazıyı okuduktan sonra gerekirse kendi aranızda birlik olup bu kitaptan 200 adet 500 adet topluca getirtin... bunu MUTLAKA yapın.
böyle düşünmezsiniz ama ben yine de hatırlatayım; LÜTFEN 15 liranın & 20 liranın cimriliğini yapmayın. çünkü hemşehrilik yalnızca facebooklarda falan olmaz... tarih bilinci ve hemşehrilik böyle günlerde olmalıdır... böyle eserlere, emeklere sahip çıkarak olmalıdır...
kitabın biz susurluklular için bir başka anlamı da 1960'ların ikinci yarısının susurluk'una dair her şeyi bütün olaylarıyla insanlarıyla aktarması...
kitabı okuyanlarınız içinden özellikle belirli yaş grubundan büyüklerinin anılarıyla karşılaşacak o kadar çok isim olacak ki...
şaşıracaksınız...
ben kitabı okuyalı bir hafta oldu ama bir haftadır zihnimin içinde bu yazımı kurguladım nereden başlayayım nasıl anlatayım diye diye dolandım durdum evin içinde...
sonrasında da "sen hele bir yazıya başla, arkası zaten gelir murat örem :))) " dedim...
250 sayfalık kitabı özetlemek bir yazıda mümkün değil. aktarmak istediğim o kadar çok detay olsa da...
sizlere kitabı özetlemeyeceğim...
ben bir pencere açayım bu yazıyla siz o pencereden kapıdan girip gezinin 1970'lerin eşiğindeki susurluk ve Türkiye'sinde... kitabın yazarı magnarella; italyan asıllı bir amerikalı. italyancayı çağrıştıran adından da tahmin edebilirsiniz benim gibi kitaplara tarihe ve isimlere meftunsanız... ciddi çalışmalar yapmış ABD'li akademisyen magnarella. bu kitap harvard üniversitesinde dosya olarak da yayınlanmış.
italyan asıllı yazarla kitabın ardından Türkçe de yazıştık. o kadar da hakim yazı dilimize bile... bugün 80 yaşında ve üretmeye devam ediyor ABD'de.
basit bir hesapla uzun yıllar geçirdiği susurluk'a geldiğinde 30'lu yaşların eşiğindeymiş magnarella...
1960'ların ikinci yarısında susurluk'ta uzun yıllar kalmış MAGNARELLA ama ülkemizin başka bir çok yerini de gezmiş ve yazmış yıllar içinde...
tam burada
"evladımız daha 30'ların başında hele biraz daha aylaklık etsin nasıl olsa günün birinde hayata karışır !!! bizim de kıyıda köşedekilerimiz idare eder !" diyen anne babalar varsa, şu cümlemi iyi okuyun...
"20'li yaşların özellikle ikinci yarısından itibaren her evlat, bedenen ya da fikren üretken olmak zorundadır bahane yaratmadan..."
konuya ve kitaba dönersek; ben kitabı, tesadüfen internette gezerken gördüm... susurluk ibaresini görünce hemen siparişi verdim... 25 lira bedeli olan çalışma kitapyurduüzerinden 15 lira bedelle ve 3 günde geldi ankara'ya... elbette böyle bir kitabın çevirmenini de çok merak ettim... feyyaz polat ismini görünce, internet sağolsun bir kaç kısa araştırmayla ulaştım feyyaz'a... o da varolsun, centilmenlikle hemen döndü bana... susurluk evladıydı feyyaz da ne mutlu ki... ben gazeteci refleksimle sorularımı sıraladıkça çok mutluluk verici şekilde anladık ki, feyyaz'ın annesi, Atatürk ilkokulunda asil ve güzel annem müjgan hocanımın 5 yıl talebesi olmuş 1970'lerde...
feyyaz'ın gönderdiği fotoların diğerinde okul mezuniyeti için çekilen sınıfın başında rahmetli okul müdürü ERDAL EREN amcam da var... ne klas insandı erdal amca da her yönüyle...
feyyaz'la telefon görüşmemizin ardından şaşkınlık ve mutlulukla hemen aradığımda annemi feyyaz'ın annesini tak diye hatırlayıp, bir de evlenmeden önceki soyadını söyleyiverdi canım müjgan hocam... bir kez daha anladım; zihin hafıza bilgi ve zeka yönünden hem anne hem babadan ne kadar zengin bir evlat olduğumu... şükürler olsun.... yazının başına dönersem; ben bu kitapla ilgili sayfalarca yazabilirim... ama burada bırakacağım....
fakat şunu da ekleyeyim taa 1970'de magnarella, dünya için ve gelişmekte olan ülkeler için öyle bir gelecek öngörüsü yapmış ki
tam isabet...olmuş... şu salgın dahil buna bile ihtimal olarak değinmiş....
-bu arada, tarihi, kendince(!) bilenler her şeyin altında bir şey arayanlar magnarella'yı o dönem ülkemizde bulunan ve soru işaretleriyle karşılanan ABD'li BARIŞ GÖNÜLLÜLERİ'nden sanabilir. olabilir de...
olup da saklamış da olabilir... hiç alakası da olmayabilir... kitapta satır aralarında değinmiş de olabilir...
ama bendeki ana izlenim öncelikle SOSYAL BİLİMCİyle antropologla hatta gelecek bilimciyle karşı karşıya olduğumuz...
ve SUSURLUK'u hatta o dönemin Türkiye'si ve dünyasını çok çok iyi gözleyip analiz ettiği yönünde... bu ara bilgiyi de , barış gönüllüleri konusunu da septik (abartılı şüpheci) okurlar için detaylıca vermiş olayım-
ve şimdi yazının sonunda kitabı ingilizceden başarıyla çeviren sevgili FEYYAZ POLAT kardeşime & hemşehrime tarifsiz emekleri için bir kez daha GÖNÜLDENteşekkür edeceğim... bir kez daha BİN KEZ daha söylüyorum; ülkemizin bütün sosyal bilimler fakültelerinde ve sosyoloji bölümlerinde kaynak olacak kadar iyi olan bu kitabı alın...
siz okumasanız da yakınlarınız okusun diye alın. çocuklarınıza kalsın diye alın... SUSURLUK'umuzun hatırı için alın... FEYYAZ POLAT kardeşimin emekleri için alın... yaşadığınız yerin, nereden nereye geldiğini belgelerle öğrenmek için alın.... kızdırmayın beni; alın şu kitabı yahu... başka SUSURLUK yok işte.... hadi, hepinize sevgiler...
yıllar önce de hep yazıp söyledim; yazıyla asla inatlaşmak olmaz diye. yazı kendini yazdırana kadar efendice beklemektir aslolan.
en son bu sayfada, bandırma'da içtiğim/iz çayın lezzetini yazmıştım uzun uzun. aylardan ŞUBAT'tı...
o şubat gecesinde yazıyı yayına verip facebookta da paylaşmıştım ki o meşum, o hüzünlü haberler girmişti bizim evden de içeriye, tüm ülkeyle birlikte.
onlarca mehmetçik'in acısı dağlamıştı yüreklerimizi. donup kalmıştım ben de... ana kuzusu o mehmetçiklere mi yanayım 6 aylık askerlik için uzaklarda olan büyük oğlumu mu düşüneyim; yanımdaki küçük oğlumla mı avunayım bilememiştim...!
küçük oğlum & büyük oğlum dediğime de bakmayın 22 ve 26 yaşında, taşı sıksa suyunu çıkaracak iki kocaman, dağ gibi adamdan bahsediyorum... ama bilirsiniz, kaç yaşında olursa olsun evlat, evlattır işte !
aylar olmuş bloga iki satır yazmayalı...
oysa buraları benim oksijen adalarım.
şimdi aylar sonra burada şöyle bir cümle kursam size
"kendini anlat(a)mayan kişi kimseleri de anlamaya niyetli değildir..
ben, herkesi anlamak istediğim için habire anlatıp yazıyorum" desem anlar mısınız ki beni ? vakti zamanında aynı çatı altında yaşadığım iki çocuğumun annesine sorsanız "bütün hayatım boyunca ben herkese, bildiğimin doğrusunu o kadar çok ve o kadar fazla anlatmaya kalkmışım ki, ne gerek varmış tüm bunlara..." yarım asırdan fazladır kahrımı çeken, ve daha konuşma başlamayıp telefonu açışımızdan birbirimizin halini şıp diye bildiğimiz anneme sorsanız, "insan doğrularını, bazen kendine saklamalıdır, hatta çoğu zaman kendine saklamalıdır."
eskiden, onlarca yıl boyunca kız kardeşime de anlatırdım anlatırdım çok şeyi, onu da dinlerdim, dinlerdim anlattığında. ama ne diyor şairlerin hası, cahit külebi "kamyonlar yine kavun taşır ama içimdeki şarkı bitti....!"
kardeşimin, esenlik ve sağlık içinde olması bin bir konuşmaya değiyor artık . fazlasında gözüm de yok, hevesim de...
babam taşkın hocam sağ olsaydı, sorsaydınız, sorsaydık, sorsaydım "oğlum, herkesi kendinle bir tutma, herkese her şeyi anlatamazsın sıkma artık canını şueblehler için..." derken kalın abdal sesiyle masmavi gözlerini gözlerime dikerdi kocaman kocaman, baba baba...
babam 1940'ların çocuğuydu, kuşakdaşları gibi. dönemin en prestijli makamlarından koca ptt müdürünün ortanca oğluydu. bir gün, ben üniversiteliyken ikimiz yürürken susurluk gecelerinde, baba oğul birden kaldırımda durmuş, "maliye bakanlığının ayrı bir sınav yapıp çok yüksek puanla aldığı teftiş imtihanlarını kazanmıştım, ama parasız yatılı, öğretmen enstitüsüne devam etmem için aynı yere göndermek zorundaydı deden beni... şartlarımız buydu. bütün ülkenin şartları çok daha zordu oraya gitsem, hayatım kimbilir nasıl olurdu..." deyivermişti.
babamın sesinde hiçbir kızgınlık pişmanlık keşke sitem yoktu. sanki bu yemeğin tuzu azıcık fazla kaçmış deyip lokmasına iştahla devam etmiş bir usta gibiydi sesi. sayıların işlemlerin hesapların ve mantığın hepsine gençken, kırk takla attıran çok zeki adamdı taşkın hocam... yaşlandıkça, minik minik karıştırır olunca isimleri kavramları işlemleri şaşkınlıkla bakardım babamın yüzüne. olmayacak bir şeydi bu çünkü... olamayacak bir şey !
babamı öyle görünce ciğerim sızlar, işi şakaya vururdum herkesin acılarla baş etme yolu başkadır çünkü.
işte yıllar önce, o günlerden birinde inandım, babaların da ihtiyarlayabileceğine....!
oysa babalar ihtiyarlamamalı... ayağı taşa takılıp düşmemeli babalar sayıları isimleri karıştırmamalı evlatlarının yanında.
zamanı gelince, küt diye gitmeli babalar. bok gibi kalsa da evlatlar arkalarından küt diye gitmeli babalar. karne günü, lisede en yüksek ortalamayla iftihar listesi birincisi olduğunda okul müdürünün sahneye çağırdığı anda ayağında, dedesinin kocaman ayakkabılarıyla sahneye tangır tungur çıktığını anlatırdı gülümseyerek "nur içinde yatası taşkın hocam" bizlere en ufak bir üzüntü utanma kırgınlık hissetmeden.
dedim ya, 1940'ların çocuğuydu babam. hepiniz gibi, hepinizin annesi babası gibi az olanın, yok olanın, iktisatlı olanın çocuğuydu...
şimdi içinizden bazıları, "yok öyle değildi, biz hep varlıklıydık derse HA SkTİR (!) ulan, hepimiz hepimizi biliyoruz turlarla oralara gidip, iki boktan eyfel resmi paylaşınca masaya iki şarap kadehi koyunca sosyal ve iktisadi olarak sınıf mı atladınız da; HALKIMIZI ve BU YÖNETİMİ KÜÇÜMSÜYORSUNUZ KELEK HERİFLER" derim... sonra da adım, küfürbaza :) çıkar.
ey SEVGİLİ OKUR; az önce küçük oğlumla yerken gofretleri, ülker dokuz katları lüp lüp babamın, o yokluk günleri geldi aklıma... sonra kendi lise günlerim.
ben de bundan 35 YIL ÖNCE hatta 36, 37, 38 yıl önce susurluk lisesi yıllarımda, yanımda o zamanki isim hakan'la liseden eve dönerken sohbet ede ede ya cebimizdeki demir paraları birleştirip bir ülker dokuz kat alıp paylaşırdık ya da bakkal cafer amca'dan birer şam tatlı..
şimdi artık yıkılan beşeylül ilkokululun köşesindeydi bakkal cafer amca... yanında da naci subaşı hocamın kitapçı dükkanı vardı.
ne zaman o köşeden şam tatlı alacak olsak hemen dükkanından fırlayıp çıkar hep aynı espriyi yapardı yalnızca bana naci amcam, ki Türkçe öğretmenim de olmuştu ortaokulda.
ama öncelikle amcamızdı teyzemizdi bütün öğretmenlerimiz, ta çocukluğumuzdan...
naci amcam, hakan'a değil de, ısrarla bana laf atar "murat, evladım nerede bakalım benim şam tatlı hakkım..." derdi.
her seferinde "naci amcacım hemen" diye hareket etsem "almış kadar oldun oğlum, deftere yazdım hakkımı" derdi. çok seyrek naci amcam alırdı şam tatlıyı "emekli maaşımı aldım, bu sefer benden..." diyerek...
o köşede ne zaman denk gelsek, önce aramızda aynı şam tatlı diyalogu olur sonrasında da uzun uzun sohbet ederdik naci amcamla.
memleketin, evrenli, özallı yıllarından, kitaplardan konuşur susurluk'un kitapla arasının olmadığından yakınır, sen artık bunları konuşacak kadar genç oldun derdi bana naci amca... biz bunları konuşurken hakan hiç söze girmez ayakkabısının ucuyla yerde küçük diyagoneller çizerdi tatlısından da ısırıklar alarak. bazen bizim sohbetimiz uzun sürerse minik minik yola revan olurdu, şam tatlı arkadaşım.
sonra saygıyla naci amcamdan izin ister, yoluma hızla devam eder, yakalardım ileride.
işte ülker dokuz katları lüp lüp yerken bunları anlatmaya çalıştım arda'ya... kibarlığından yarım kulak dinledi beni küçük oğlum arda.
bir de sordum arda'ya bugün aldık ya, kaç paraydı bu ülker dokuz katlar. diye
"1" BİR liraydı galiba dedi arda...
dank etti zihnim... dank dank etti...!
yani biz hakan'la iki kocaman liseli bugünün 50 kuruşlarını mı birleştiriyorduk ? dedim. öyle olmalı dedi arda bana. öyle olmalı ama bunu pek anlayamam ben. diye de ekledi kibarca ....
ben nasıl, babam taşkın hocamın dedesinin ayakkabılarıyla sahneye çıkıp okul birincisi ödülünü aldığındaki maddi yokluğunu tam anlayamadıysam oğlum da, benim lise yıllarımdaki şam tatlı almak için, ülker dokuz kat almak için 50 kuruşlarımı yanımdakiyle birleştirdiğimi anlayamayacaktı.
ki burada; bir parantez açayım da söyleyeyim; babam , döneminin epeyi yüksek gelirli yüksek memur statülü babası, selahi örem'in oğluydu.
ben de öyleydim... koskoca taşkın hocanın ve müjgan hocanımın oğluydum... kendimi bildim bileli evimize iki öğretmen maaşı girmişti.
ben çok erken evlenip barklanıp bir de baba olup yıllarca kafatasım çatlaya çatlaya ama büyük mutluluklar da duyarak yayıncılığın her kademesinde çalışırken de en az üç, "hatta dört öğretmen maaşı" almıştım yıllarca...
dolayısıyla; benim çocuklarım onların dedeleri benim de babam taşkın hocam gibi, kendi dedelerinin emanet ayakkabılarıyla almamışlardı iftihar listesi ödüllerini, karne günlerinde sahneye çıkıp !
ya da babaları murat örem gibi lise yıllarında, 50 kuruşları arkadaşıyla birleştirip ülker dokuz kat gofret de almamışlardı çocuklarım.
daha lise yıllarında dahi, 50 kuruşla alınmış gofretler değil dünyanın her yerine uçan uçak biletleri vardı elinde, büyük oğlumun.
ona sorsanız; eskiden prensti:) büyük oğlum... laf aramızda, yakışıklılığı, duruşu, eğitim başarısıyla prens gibi de adamdır hala.
işte böyle, yavaş yavaş yazının ağzını bağlayalım sözü toparlayalım;
babam taşkın hocam, çok daha zor yılların çocuğu olmuş dedesinin ayakkabılarını giyerek okulda iftihar ödülünü almıştı....
babamın oğlu olan ben de, babamla kıyaslanmayacak kadar rahat koşullarda yetişmiştim.
rahat koşullarımı da anlattım işte 50 kuruşları birleştirip gofret almaktı :) parkın önündeki çerezciden alıp bir efelik yapıp 100 gram fındık yemekti...
ama o zaman da şunu biliyordum ki benim 50 kuruşumu birleştirip gofret aldığım 1980'lerde belki iki ekmek alınıyordu o paraya ! 100 gram fındığa da belki yarım kalıp peynir ! ve çoğu eve giremiyordu o YARIM KALIP peynir ...
şimdi kaldırın kafanızı da bakın evinize eşyalarınıza harcama kalemlerinize. sonra da bir susun, efendi gibi.... !
ben ki, üniversite yıllarımda çok yakın yurtlarda kaldığım benden birkaç yaş büyük, üniversiteli hemşehrim için susurluktan taaa istanbullara, o çizgili naylon pazar torbalarıyla kamil koç bagajlarında haşlanmış yumurta, pişmiş yufka taşımış adamım. ki yıllar sonra özel aracımla bile kimseler taşıtamadı bana kendim için böyle şeyleri... öyle de kıl bir adamımdır...
"baba, gözünü seveyim sen söyle buradan oraya haşlanmış yumurta mı gider yahu " diye istanbul'a yola çıkmadan sesimi yükselttiğimde, taşkın hocam bana en kalın BABA tonuyla "hatır için bazen her şey yapılır, konuyu uzatma ve yaşananların hatırını unutma adam olmak biraz da budur evladım" diye kestirip atmıştı..
babam; taşkın hocam ; inan ben dünü unutmadım. dünün hatırını da unutmadım. ama bu dününü unutan bir de kalın kalın akıllar vermeye kalkan DÜMBÜKLER var ya, bir de fiyakalı fiyakalı laflar ediyorlar ya alayının, önce şarap çanağını sonra da kafasını kırasım geliyor babam...
sen yaşıyor olsan; "oğlum herkesi kendin sanma sıkma canını, ne yapabilirsin bunlara al gel şu tavlayı..." derdin.
iki daha söylenir susardım, babam... dinlerdim taşkın hocamı...
ben ilkgençliğimdeyken öyle çok kılıç çekmiştim ki kelimelerimle sana, sabır taşın çatlasa da çatlatmazdın.
sonra ben aynı yollardan geçtim babam bu kez, ben baba olarak ... son yıllarda hep gönülden saygıyla dururdum karşında. uzaktan bakardım oturmana kalkmana bu ihtiyar adam mı taşıdı yıllarca ben küçücük çocukken at kafalı bisikletimi park yollarında bir kere bile bana "of " demeden gençliğinde derdim...
şimdi sen olsaydın telefonu kaldırır "BABAAA, ilk torunun en büyük torunun gitti aslan gibi 6 ay askerliğini yaptı şükürler olsun çakı gibi döndü... elini öpmeye gelecek ağanın eli tutulmaz hazır mısın :) diye latife yapar kah kah gülerdim sana, filmlerdeki kötü adam erol taş gibi...
şimdi baba; çocuklarımın annesine sorsan "ne gerek vardı bunca lafa bunca yazıya" diyebilir...
50 yıllık karın, anneme sorsan, "benden çok şükür yalnızca iki satır bahsetmiş lafı uzatmamış..." diyebilir.... oysa baba yıllar önce uzun uzun senden bahsettiğim yazılarımda kalemime klavyeme tek bir manevi sınır koymamış "oğlum yaşadıklarımı/zı kelime kelime anlatmışsın benim hayatımı ben unuttum, sen yine unutmamışsın nasıl bir hafıza var sende...helal olsun" demiş sonra da bulmacana gömülmüştün....
bu yazıya gecenin tam yarımında başladım baba... saat 5.30 (!)oldu, gün çoktan ağardı ankara'da baba... ama sustu bütün afralar tafralar sokakta.
huzurun ayak sesleri var her yerde...
hala bağlayamadım yazı torbasının ağzını. 8 sigara içtim, çat çat vururken klavyeye... koca bir tabak çerez koydum kendime. içinden 10 leblebi fındık fıstık ya aldım ya almadım. ağzımı değdire değdire bir iki kadeh de beyaz şarap...
kulağımdaki kulaklıkta fatih kısaparmaklı hep aynı şarkı belki 50. belki 60. kez dönüyor baba
"türkülerin ninnin olsun dinle de uyu,
paylaşmayı dürüstlüğü öğren de büyü,
say ki bizim hayatımız burada bitti
farzet ki ; ÖLMEDİ BABAN ATTA'YA (!) GİTTİ ...."
kalsın bu yazı da burada babam taşkın hocam...
birilerinde, içi boş siyasi vaat çoksa başka birilerinde duygusal baskılar çoksa bende de yaşanmış anılar çok. bende de gerçeğin terazisi çok...
buralarda COVİD 19 diye bir bela dolanıyor baba...
biliyor musun baba; ağzını burnunu büze büze "ama şu da eksik yapıldı, ama maskeler kargoya takıldı diye ama yazlığa gidemedik ama "y.r.k" oldu ama kürek oldu...." diye cızırdayıp tangur tungur konuşanların, alnının çatına çatına ağzının ortasına ortasına vurasım geliyor baba.
bu dümbüklerin hepsine "ulan, çakma ZADEGANLAR; siz daha düne kadar bir somun ekmeği yoklukla paylaşırken mozaik taşlı helalara sıçarken ne kadar zamanda çoluk çocuğunuzdan bile ŞIMARIK olup HİÇBİR ŞEYİ BEĞENMEZ OLDUNUZ...
memleketinizin geldiği gururlu yerleri beğenmez oldunuz....
bunları söyleyince de, bir hakkı teslim edince de beni sevenleri , ailemi sevenleri şaşırtıyormuşum baba...
iktidarı övüyormuşum baba... hayatı boyunca hayatın içindeki bütün iktidarlara çatır çatır restini çeken murat örem'e diyorlar bunu küçücük akıllarıyla:)) baba....
ulan, övülecek işi kim yapıyorsa ben onu övüyorum...
bunların aklı feraseti vicdanı kuş olup uçmuş baba...
yıllar önce belediye başkanı adayı olduğu şehrin "kağıthane" semtinin adını bile bilip öğrenmeyip "kağıttepe (!) " diyen kişinin peşinden gidersem 2 yaşındaki torununu eski yasadan yararlansın diye sigortalı yapanın peşinden gidersenm gerçek yolu bulacakmışım ...!!!
gazetesinde ilkokul yazıları yazıp, millete akıllar verip kendine kaşaneler yapan utanmaz arlanmazlara
gerçek gazeteci diyecekmişim bir de baba...!
hadi len oradan.... siz taşkın hocamın SAÇI SAKALI AĞARMIŞ oğlunu ne sanıyorsunuz...
elindeki ispirtolu teksir kağıtlarını duvara hışımla çarpıp masmavi gözlerini belerte belerte "başlatmayın son dakika değişikliğinize lafınızın arkasında duracak, kalıbınız olsun" diyen adam gibi adamın taşkın hocamın tek oğluyuz biz çok şükür.... BİN ŞÜKÜR.
halkı da halkçılığı da memleketimizi sevmeyi de bu lumpenlerden çakma halkçılardan
öğrenecek degiliz...
biliriz , HELVA demesini de... HALVA demesini de....
biz, hacı selahi örem'in, hacı bedia örem'in torunuyuz.
içim çok sıkıldı... tavlayı alıp geleyim mi babam taşkın hocam ? ama çocukluğumdaki gibi 3 avansımı yine peşin peşin:)) alırım babam...
başka türlü ben seni yenemem ki babam. iyi ki de yenemem babam...
sen taşkın örem hocaydın... ben, senin delibaş oğlun murat örem'im, babam... ellerinden aklından bin saygımla öperim babam... ( murat örem / 04 haziran 2020 / ankara )