binaya sinema perdeli (!) kapıdan giriyorsunuz....
koskocaman adamlar bordo kırmızı pelerinleriyle karşılıyor...
öyle bir kapı var ki; ortaçağ şövalyeleri gibi kas gerektiriyor açmaya...
sizin yerinize açıyor pelerinli adamlar kapıları serf halleriyle...
size de içeri girerken kont olmak , dük olmak kalıyor :))
21. yy metaforlar çağı, biliyoruz da, suyu çıktı bu işin de...
ne diyeceğiz yani;
atakuleye girerken
hayatım bir film şeridi gibi
gözümün önünden geçti gitti mi
diyeceğiz....
bu dünya bir pencere;
her gelen baktı geçti
mi diyeceğiz....
ıngmar bergman'ın
"bir evlilikten manzaralar"
"yaban çilekleri"
filmlerini mi hatırlayacağız....
yoksa bütün bu metaforlardan azade biçimde pelerinli adamlara selam mı vereceğiz...
bana sorarsanız,
siz yine de bana sormayın ama
bembeyaz bir hastane gibi atakule'nin içi...
temiz, aydınlık, steril ve ezen bir beyazlık hakim her yerde...
30 yıl öncesine gidiyor aklım her seferinde....
yıllar öncesindeki Atakulenin o insan kalabalığının telaşı....
alışveriş zehrini daha yeni yeni yutan 1980'lerin insanları....
soluk sarı ışıklar altında sıralanan dükkanlar...dükkanlar....
en aşağıya konuşlanan dream land'in büyüsü....
pamuk şekerler...jetonlu örümcekler...
kumpirle tanışan (!) başkent insanı...
en tepeye gar gar gar çıkan asansör...
döndüğü rivayet edilen en üst kulede yediğimiz yemekler...
erhan dilligilli, turgut özallı anılarım...
büyüyen evlatlarımı/zı atakuleye götürmelerim/iz defalarca...
hepsi ama hepsi sisli bir dağın ardında sanki...
her şey ama her şey ziya osman saba şiirleri gibi sanki...
( murat örem / 19 ocak 2019 / ankara )