günlerdir , elim klavyeye gidemez oldu...
ruhum çürüdü...
gözlerimin altı çöktü...
anlam veremedim yaşadıklarımıza...
bir ülkenin uçaklarının kendi meclisini bombalamasına
darbe yaparken vatandaşına mermiler sıkmasının acısına
katlanamadı ruhum vicdanım gönlüm...
ama ağız dolusu söyleyeyim ki
bir çok olaydaki gamsızlığına
gönül koyduğum milletin ferdi olmaktan
gurur duydum...
darbeye hayır darbeye hayır diye diye
duyguların hepsini yaşadım....
hepiniz gibi....
48 yıllık ömrümde
hepiniz gibi ben de çok
darbe gördüm…
70 küsur yaşındaki babam
da,
20 li yaşlardaki
çocuklarım da gördü darbeyi…
ama inanıyorum ki bu son
olacak…
çünkü aklını ve vicdanını
kaybedenler dışında
iktidarı ve muhalefetiyle birlikte
“herkes ama herkes neye
gücü yetiyorsa…”
darbeye hayır…
dedi…
bazı şeylerin yarımı
olmaz…
ya hamilesinizdir ya
değil…
ya demokratsınızdır ya
değil….
ya darbenin her türlüsünü
her zaman lanetlersiniz…
her zaman lanetlersiniz…
ya da “ama / fakat /lakin…” diye
kaypak cümleler kurarsınız…
kaypak cümleler kurarsınız…
tarihte hiçbir darbe
hiçbir sorunu çözmemiştir…
aksine
katmerlendirmiştir…
bugün yaşadığımız ihanet dolu günlerin tohumu
ilk darbenin ardından atılmıştır…
şimdi
geçmişin defterlerini açma zamanı değil…
ama
bilenler bilir ki ,
bu
kötülük onlarca yıldır adım adım büyüdü…
gözümüzün
önünde büyüdü…
büyütüldü…
sesimiz
ne kadar çıktıysa
bu
yüzden dedik 500 yazıda
4
kocaman yıldır ;
önce sorgulayan akıl
önce felsefe
önce sanat
önce bilim
önce
iyi insanlık
önce liyakat
önce işini iyi yapan milliyetçilik ahlakı
diye…
25 yıl
öncesinin anısını bunları da bilerek okuyun…/murat örem...
*****
1990’ların tam
başıydı…
yeni evli gepgenç bir adamdım…
bir çok yazımda özlemle saygıyla anlattığım erhan
dilligil dayımla istanbulda bir taksinin içindeydik biz yeni evliler…onlarca yıldır
şehir tiyatrolarında aktördü erhan dayım...tiyatro tarihimizin unutulmaz
isimleri avni dilligil ve annemin halası aktris nezahat tanyerinin
oğluydu erhan dayım…annemle kardeş
çocuklarıydılar ve ben de erhan dayı
diyordum gerçek dayım olmamasına rağmen….
ve eğilin
kulağınıza söyleyeyim;
en gerçek
dayımdır erhan dilligil yıllardır…
sarı taksi gecenin karanlığında
anadolu yakasından levente götürüyordu
bizi…karanlık ve sessizdi ortalık….dünya ve türkiye körfez savaşı
belirsizliğinin tam
içindeydi…
onlarca yıldan sonra savaş tam
kapımızdaydı…
mı acaba eni konu ???
mı acaba eni konu ???
erhan dilligil
dayım arabanın içinde adeta
sigarayı yiyordu… biz arabanın arkasındaydık yeni evli gençler olarak…birden direksiyonun
başındaki taksici dayıma dönüp savaşa hazır olalım işler çok
ciddi dedi ve
“neyse amca
seni askere almazlar, gençler düşünsün,
yaşın 50’yi geçmiş diye ekledi gülümseyerek…belki rahatlatmak istemişti erhan
dayımı…belki yaşlılıkla ilgili densiz bir şaka yapmıştı…bilemiyorum…
tam karacaahmetin , ölümün ve hayatın solunduğu o
tarihi mezarlığın önünden geçiyorduk arabayla…şoförün cümlesinin ardından büyük bir gümbürtü koptu arabanın içinde…ama
öyle böyle değil…
“sen ne diyorsun oğlum…
biz memleket harbe girince
yaşımız başımız mesleğimiz deyip
siyasetçilere kızıp
evimizde oturacak adam mıyız…
savaşta kenarda duracak adam mıyız
ettiğin lafın ayarı olsun…
diye kükredi erhan dayım davudi
denebilecek aktör sesiyle…
sonra devam etti;
“bak bu mezarlarda kimler
yatıyor sen biliyor musun…gerekirse daha kimler yatacak biliyor musun…böyle
günlerden sonra elli yıldır evimin
duvarındaki atatürkün yüzüne bakamamanın
nasıl olacağını sen biliyor musun…ettiğin laftaki serseriliğin ne olduğunu
biliyor musun…”
mütemadiyen kükrüyordu erhan
dayım…susmuyordu…
“bu topraklara kim gelirse
gelsin…
geldikleri gibi giderler….
biz bu memleketi sokakta
bulmadık…
alırımız elimize silahımızı,
silahımız yoksa sopamızı ne gerekiyorsa
yaparız yaşımız kaç olursa olsun ”
diye haykırıyordu…
biz arkada
donup kalmıştık….
şoför defalarca özür
diliyordu…
dayı tamam… üzülme sinirlenme…
biz seni biliyoruz
diyordum…
duymuyordu beni bile…
ki ben konuşunca susardı hep !!!
çok saygı duyardı genç ve aykırı aklıma....
ki ben konuşunca susardı hep !!!
çok saygı duyardı genç ve aykırı aklıma....
uzun öksürük nöbetleri yaşayacaktı
bağrışı sonrası erhan dayım…onlarca defa tecrübe etmiştik…ama nafile, susmuyordu…gözlerinden
alevler çıkıyordu erhan dayımın…ağzından ejderhalar…
sağda bir yerde hemen
durdurdu arabayı…
attı parayı şoförün
yüzüne…
indik arabadan…
56 yaşındaydı erhan dilligil dayım…
kalp hastasıydı…
ve bunu bilmiyordu…
bu memleket sevgisi dersinin ardından
iki ay bile yaşamayacaktı…
kalp krizi geçirip evinde tek başına ölecekti…
bunu da hiç/birimiz bilmiyorduk….
o kadarını tahmin de etmiyorduk…
kıyameti ve ihaneti yaşadığımız
15 temmuz gecesi önce erhan dilligil dayım geldi aklıma…onun
yüzü geldi…kekre ve dumanlı sesi geldi…”geldikleri gibi giderler..” cümlesini tekrar ederken kaygıyla
kararan yüzü ama dibine kadar kararlı sesi geldi…
daha dört yaşındayken, atatürk öldüğünde annesine “ atı
kime kaldı…bayrak kime kaldı…” diye ağıt yakan erhan dilligil dayım, atatürkün meclisinin, milletin
meclisinin bombalandığı günleri iyi ki yaşarken görmedi…iyi ki görmedi…ya oracıkta
kahrından ölür ya da katil olurdu…
ben küçücük çocukken , kıbrıs çıkarmasını ağlaya ağlaya izleyen behzat
tanyeri dedem de iyi iki
görmedi…ya oracıkta kahrından ölür ya katil olurdu…
hiçbir millet devletsiz
yaşayamaz diyen selahi örem dedem
de iyi ki görmedi…ya oracıkta kahrından ölür ya da katil olurdu…
acıların en büyüğünü ben gördüm…
siz gördünüz…
yaşarken...
görmez olaydık…
ama hepimiz şunu da gördük…
büyük şairin , nazım'ın dediği gibi
ateş ve ihanet
varsa
millet de var…
ateş ve ihanet varsa
şucu bucu ayrımı yapmadan
anlamsız muhalefetin şehvetine
takılmadan
her şeyi ben bilirim kibrine
saplanmadan
döne döne bin kere ama bin kere
demokrasi
cumhuriyet hukuk diyerek
ve düştüğümüz yerden hemen ayağa
kalkarak
geçireceğimiz güzel günler de var…
( murat örem / 21 temmuz 2016 /
ankara…)