aylar olmuş bloga iki satır yazmayalı...
yıllar önce de hep yazıp söyledim;
yazıyla asla inatlaşmak olmaz diye.
yazı kendini yazdırana kadar
efendice beklemektir aslolan.
en son bu sayfada,
bandırma'da içtiğim/iz
çayın lezzetini yazmıştım uzun uzun.
aylardan ŞUBAT'tı...
o şubat gecesinde yazıyı yayına verip
facebookta da paylaşmıştım ki
o meşum, o hüzünlü haberler girmişti
bizim evden de içeriye, tüm ülkeyle birlikte.
onlarca mehmetçik'in acısı dağlamıştı yüreklerimizi.
donup kalmıştım ben de...
ana kuzusu o mehmetçiklere mi yanayım
6 aylık askerlik için uzaklarda olan
büyük oğlumu mu düşüneyim;
yanımdaki küçük oğlumla mı avunayım
bilememiştim...!
küçük oğlum & büyük oğlum dediğime de bakmayın
22 ve 26 yaşında, taşı sıksa suyunu çıkaracak
iki kocaman, dağ gibi adamdan bahsediyorum...
ama bilirsiniz, kaç yaşında olursa olsun
evlat, evlattır işte !
aylar olmuş bloga iki satır yazmayalı...
oysa buraları benim oksijen adalarım.
şimdi aylar sonra burada
şöyle bir cümle kursam size
"kendini anlat(a)mayan kişi
kimseleri de anlamaya niyetli değildir..
ben, herkesi anlamak istediğim için
habire anlatıp yazıyorum" desem
anlar mısınız ki beni ?
vakti zamanında aynı çatı altında yaşadığım
iki çocuğumun annesine sorsanız
"bütün hayatım boyunca ben
herkese, bildiğimin doğrusunu
o kadar çok ve o kadar fazla
anlatmaya kalkmışım ki,
ne gerek varmış tüm bunlara..."
yarım asırdan fazladır kahrımı çeken,
ve daha konuşma başlamayıp
telefonu açışımızdan
birbirimizin halini şıp diye bildiğimiz
anneme sorsanız,
"insan doğrularını,
bazen kendine saklamalıdır,
hatta çoğu zaman
kendine saklamalıdır."
eskiden, onlarca yıl boyunca
kız kardeşime de anlatırdım anlatırdım çok şeyi,
onu da dinlerdim, dinlerdim anlattığında.
ama ne diyor şairlerin hası, cahit külebi
"kamyonlar yine kavun taşır
ama içimdeki şarkı bitti....!"
kardeşimin, esenlik ve sağlık içinde olması
bin bir konuşmaya değiyor artık .
fazlasında gözüm de yok,
hevesim de...
babam taşkın hocam sağ olsaydı,
sorsaydınız, sorsaydık, sorsaydım
"oğlum, herkesi kendinle bir tutma,
herkese her şeyi anlatamazsın
sıkma artık canını şu eblehler için..."
derken kalın abdal sesiyle
masmavi gözlerini gözlerime dikerdi
kocaman kocaman, baba baba...
babam 1940'ların çocuğuydu, kuşakdaşları gibi.
dönemin en prestijli makamlarından
koca ptt müdürünün ortanca oğluydu.
bir gün, ben üniversiteliyken
ikimiz yürürken susurluk gecelerinde, baba oğul
birden kaldırımda durmuş,
"maliye bakanlığının ayrı bir sınav yapıp
çok yüksek puanla aldığı
teftiş imtihanlarını kazanmıştım,
ama parasız yatılı, öğretmen enstitüsüne
devam etmem için aynı yere göndermek zorundaydı deden beni...
şartlarımız buydu. bütün ülkenin şartları çok daha zordu
oraya gitsem, hayatım kimbilir nasıl olurdu..." deyivermişti.
babamın sesinde hiçbir kızgınlık pişmanlık keşke sitem yoktu.
sanki bu yemeğin tuzu azıcık fazla kaçmış deyip
lokmasına iştahla devam etmiş bir usta gibiydi sesi.
sayıların işlemlerin hesapların ve mantığın hepsine
gençken, kırk takla attıran çok zeki adamdı taşkın hocam...
yaşlandıkça, minik minik karıştırır olunca
isimleri kavramları işlemleri
şaşkınlıkla bakardım babamın yüzüne.
olmayacak bir şeydi bu çünkü...
olamayacak bir şey !
babamı öyle görünce ciğerim sızlar, işi şakaya vururdum
herkesin acılarla baş etme yolu başkadır çünkü.
işte yıllar önce, o günlerden birinde inandım,
babaların da ihtiyarlayabileceğine....!
oysa babalar ihtiyarlamamalı...
ayağı taşa takılıp düşmemeli babalar
sayıları isimleri karıştırmamalı
evlatlarının yanında.
zamanı gelince,
küt diye gitmeli babalar.
bok gibi kalsa da evlatlar arkalarından
küt diye gitmeli babalar.
karne günü, lisede en yüksek ortalamayla
iftihar listesi birincisi olduğunda
okul müdürünün sahneye çağırdığı anda
ayağında, dedesinin kocaman ayakkabılarıyla
sahneye tangır tungur çıktığını anlatırdı gülümseyerek
"nur içinde yatası taşkın hocam" bizlere
en ufak bir üzüntü utanma kırgınlık hissetmeden.
dedim ya,
1940'ların çocuğuydu babam.
hepiniz gibi, hepinizin annesi babası gibi
az olanın,
yok olanın,
iktisatlı olanın
çocuğuydu...
şimdi içinizden bazıları,
"yok öyle değildi,
biz hep varlıklıydık derse
HA SkTİR (!) ulan,
hepimiz hepimizi biliyoruz
turlarla oralara gidip,
iki boktan eyfel resmi paylaşınca
masaya iki şarap kadehi koyunca
sosyal ve iktisadi olarak
sınıf mı atladınız da;
HALKIMIZI ve
BU YÖNETİMİ
KÜÇÜMSÜYORSUNUZ
KELEK HERİFLER" derim...
sonra da adım, küfürbaza :) çıkar.
ey SEVGİLİ OKUR;
az önce küçük oğlumla yerken
gofretleri, ülker dokuz katları lüp lüp
babamın, o yokluk günleri geldi aklıma...
sonra kendi lise günlerim.
ben de
bundan 35 YIL ÖNCE
hatta 36, 37, 38 yıl önce
susurluk lisesi yıllarımda,
yanımda o zamanki isim hakan'la
liseden eve dönerken sohbet ede ede
ya cebimizdeki demir paraları birleştirip
bir ülker dokuz kat alıp paylaşırdık
ya da bakkal cafer amca'dan birer şam tatlı..
şimdi artık yıkılan
beşeylül ilkokululun köşesindeydi bakkal cafer amca...
yanında da naci subaşı hocamın kitapçı dükkanı vardı.
ne zaman o köşeden şam tatlı alacak olsak
hemen dükkanından fırlayıp çıkar
hep aynı espriyi yapardı yalnızca bana naci amcam,
ki Türkçe öğretmenim de olmuştu ortaokulda.
ama öncelikle amcamızdı teyzemizdi
bütün öğretmenlerimiz, ta çocukluğumuzdan...
naci amcam, hakan'a değil de, ısrarla bana laf atar
"murat, evladım
nerede bakalım
benim şam tatlı hakkım..."
derdi.
her seferinde "naci amcacım hemen" diye hareket etsem
"almış kadar oldun oğlum, deftere yazdım hakkımı" derdi.
çok seyrek naci amcam alırdı şam tatlıyı
"emekli maaşımı aldım, bu sefer benden..." diyerek...
o köşede ne zaman denk gelsek,
önce aramızda aynı şam tatlı diyalogu olur
sonrasında da uzun uzun sohbet ederdik naci amcamla.
memleketin, evrenli, özallı yıllarından, kitaplardan konuşur
susurluk'un kitapla arasının olmadığından yakınır,
sen artık bunları konuşacak kadar genç oldun
derdi bana naci amca...
biz bunları konuşurken hakan hiç söze girmez
ayakkabısının ucuyla yerde küçük diyagoneller çizerdi
tatlısından da ısırıklar alarak.
bazen bizim sohbetimiz uzun sürerse
minik minik yola revan olurdu, şam tatlı arkadaşım.
sonra saygıyla naci amcamdan izin ister,
yoluma hızla devam eder, yakalardım ileride.
işte ülker dokuz katları lüp lüp yerken
bunları anlatmaya çalıştım arda'ya...
kibarlığından yarım kulak dinledi beni küçük oğlum arda.
bir de sordum arda'ya
bugün aldık ya, kaç paraydı bu ülker dokuz katlar. diye
"1" BİR liraydı galiba dedi arda...
dank etti zihnim...
dank dank etti...!
yani biz hakan'la iki kocaman liseli
bugünün 50 kuruşlarını mı birleştiriyorduk ? dedim.
öyle olmalı dedi arda bana.
öyle olmalı ama bunu pek anlayamam ben.
diye de ekledi kibarca ....
anlayamazdı elbette
50 kuruşları birleştirmeyi (!) arda...
ben nasıl, babam taşkın hocamın
dedesinin ayakkabılarıyla sahneye çıkıp
okul birincisi ödülünü aldığındaki
maddi yokluğunu tam anlayamadıysam
oğlum da, benim lise yıllarımdaki
şam tatlı almak için, ülker dokuz kat almak için
50 kuruşlarımı yanımdakiyle birleştirdiğimi anlayamayacaktı.
ki burada;
bir parantez açayım da söyleyeyim;
babam , döneminin epeyi yüksek gelirli
yüksek memur statülü babası, selahi örem'in oğluydu.
ben de öyleydim...
koskoca taşkın hocanın ve müjgan hocanımın oğluydum...
kendimi bildim bileli
evimize iki öğretmen maaşı girmişti.
ben çok erken evlenip barklanıp bir de baba olup
yıllarca kafatasım çatlaya çatlaya
ama büyük mutluluklar da duyarak
yayıncılığın her kademesinde çalışırken de
en az üç,
"hatta dört öğretmen maaşı"
almıştım yıllarca...
dolayısıyla;
benim çocuklarım
onların dedeleri benim de babam taşkın hocam gibi,
kendi dedelerinin emanet ayakkabılarıyla almamışlardı
iftihar listesi ödüllerini, karne günlerinde sahneye çıkıp !
ya da babaları murat örem gibi
lise yıllarında, 50 kuruşları arkadaşıyla birleştirip
ülker dokuz kat gofret de almamışlardı çocuklarım.
daha lise yıllarında dahi,
50 kuruşla alınmış gofretler değil
dünyanın her yerine uçan
uçak biletleri vardı elinde, büyük oğlumun.
ona sorsanız; eskiden prensti :) büyük oğlum...
laf aramızda, yakışıklılığı, duruşu, eğitim başarısıyla
prens gibi de adamdır hala.
işte böyle,
yavaş yavaş
yazının ağzını bağlayalım
sözü toparlayalım;
babam taşkın hocam,
çok daha zor yılların çocuğu olmuş
dedesinin ayakkabılarını giyerek
okulda iftihar ödülünü almıştı....
babamın oğlu olan ben de,
babamla kıyaslanmayacak kadar
rahat koşullarda yetişmiştim.
rahat koşullarımı da anlattım işte
50 kuruşları birleştirip gofret almaktı :)
parkın önündeki çerezciden alıp
bir efelik yapıp 100 gram fındık yemekti...
ama o zaman da
şunu biliyordum ki
benim 50 kuruşumu birleştirip
gofret aldığım 1980'lerde
belki iki ekmek alınıyordu o paraya !
100 gram fındığa da belki yarım kalıp peynir !
ve çoğu eve giremiyordu
o YARIM KALIP peynir ...
şimdi kaldırın kafanızı da bakın
evinize eşyalarınıza harcama kalemlerinize.
sonra da bir susun, efendi gibi.... !
ben ki, üniversite yıllarımda
çok yakın yurtlarda kaldığım
benden birkaç yaş büyük,
üniversiteli hemşehrim için
susurluktan taaa istanbullara,
o çizgili naylon pazar torbalarıyla
kamil koç bagajlarında
haşlanmış yumurta, pişmiş yufka taşımış adamım.
ki yıllar sonra özel aracımla bile
kimseler taşıtamadı bana kendim için böyle şeyleri...
öyle de kıl bir adamımdır...
"baba, gözünü seveyim sen söyle
buradan oraya haşlanmış yumurta mı gider yahu "
diye istanbul'a yola çıkmadan sesimi yükselttiğimde,
taşkın hocam bana en kalın BABA tonuyla
"hatır için bazen her şey yapılır,
konuyu uzatma ve yaşananların hatırını unutma
adam olmak biraz da budur evladım"
diye kestirip atmıştı..
babam;
taşkın hocam ;
inan ben dünü unutmadım.
dünün hatırını da unutmadım.
ama bu dününü unutan
bir de kalın kalın akıllar vermeye kalkan
DÜMBÜKLER var ya,
bir de fiyakalı fiyakalı laflar ediyorlar ya
alayının, önce şarap çanağını
sonra da kafasını kırasım geliyor
babam...
sen yaşıyor olsan;
"oğlum herkesi kendin sanma
sıkma canını, ne yapabilirsin bunlara
al gel şu tavlayı..."
derdin.
iki daha söylenir susardım, babam...
dinlerdim taşkın hocamı...
ben ilkgençliğimdeyken
öyle çok kılıç çekmiştim ki
kelimelerimle sana,
sabır taşın çatlasa da çatlatmazdın.
sonra ben aynı yollardan geçtim babam
bu kez, ben baba olarak ...
son yıllarda hep gönülden saygıyla dururdum karşında.
uzaktan bakardım oturmana kalkmana
bu ihtiyar adam mı taşıdı yıllarca
ben küçücük çocukken
at kafalı bisikletimi park yollarında
bir kere bile bana "of " demeden gençliğinde derdim...
şimdi sen olsaydın
telefonu kaldırır
"BABAAA,
ilk torunun
en büyük torunun
gitti aslan gibi
6 ay askerliğini yaptı
şükürler olsun
çakı gibi döndü...
elini öpmeye gelecek
ağanın eli tutulmaz
hazır mısın :) diye latife yapar
kah kah gülerdim sana,
filmlerdeki kötü adam erol taş gibi...
şimdi baba;
çocuklarımın annesine sorsan
"ne gerek vardı
bunca lafa
bunca yazıya" diyebilir...
50 yıllık karın, anneme sorsan,
"benden çok şükür yalnızca iki satır bahsetmiş
lafı uzatmamış..." diyebilir....
oysa baba yıllar önce
uzun uzun senden bahsettiğim yazılarımda
kalemime klavyeme tek bir manevi sınır koymamış
"oğlum yaşadıklarımı/zı kelime kelime anlatmışsın
benim hayatımı ben unuttum, sen yine unutmamışsın
nasıl bir hafıza var sende...helal olsun" demiş
sonra da bulmacana gömülmüştün....
bu yazıya gecenin tam yarımında başladım baba...
saat 5.30 (!)oldu, gün çoktan ağardı ankara'da baba...
ama sustu bütün afralar tafralar sokakta.
huzurun ayak sesleri var her yerde...
hala bağlayamadım yazı torbasının ağzını.
8 sigara içtim, çat çat vururken klavyeye...
koca bir tabak çerez koydum kendime.
içinden 10 leblebi fındık fıstık ya aldım ya almadım.
ağzımı değdire değdire bir iki kadeh de beyaz şarap...
kulağımdaki kulaklıkta
fatih kısaparmaklı hep aynı şarkı
belki 50. belki 60. kez dönüyor baba
"türkülerin
ninnin olsun
dinle de uyu,
paylaşmayı
dürüstlüğü
öğren de büyü,
say ki
bizim hayatımız
burada bitti
farzet ki ;
ÖLMEDİ BABAN
ATTA'YA (!) GİTTİ ...."
kalsın bu yazı da burada
babam taşkın hocam...
birilerinde, içi boş siyasi vaat çoksa
başka birilerinde duygusal baskılar çoksa
bende de yaşanmış anılar çok.
bende de gerçeğin terazisi çok...
buralarda
COVİD 19 diye
bir bela dolanıyor baba...
biliyor musun baba;
ağzını burnunu büze büze
"ama şu da eksik yapıldı,
ama maskeler kargoya takıldı diye
ama yazlığa gidemedik
ama "y.r.k" oldu
ama kürek oldu...."
diye cızırdayıp
tangur tungur konuşanların,
alnının çatına çatına
ağzının ortasına ortasına
vurasım geliyor baba.
bu dümbüklerin hepsine
"ulan, çakma ZADEGANLAR;
siz daha düne kadar
bir somun ekmeği yoklukla paylaşırken
mozaik taşlı helalara sıçarken
ne kadar zamanda
çoluk çocuğunuzdan bile ŞIMARIK olup
HİÇBİR ŞEYİ BEĞENMEZ OLDUNUZ...
memleketinizin geldiği
gururlu yerleri beğenmez oldunuz....
güzelim ülkenizin şu salgın belasında
canını dişine takan yöneticilerini beğenmez oldunuz
alayınızın ....
diyesim geliyor baba....
bunları söyleyince de,
bir hakkı teslim edince de
beni sevenleri ,
ailemi sevenleri şaşırtıyormuşum baba...
iktidarı övüyormuşum baba...
hayatı boyunca
hayatın içindeki bütün iktidarlara
çatır çatır restini çeken
murat örem'e diyorlar bunu
küçücük akıllarıyla:)) baba....
ulan,
övülecek işi kim yapıyorsa
ben onu övüyorum...
bunların aklı feraseti vicdanı
kuş olup uçmuş baba...
yıllar önce belediye başkanı adayı olduğu şehrin
"kağıthane" semtinin adını bile bilip öğrenmeyip
"kağıttepe (!) " diyen kişinin peşinden gidersem
2 yaşındaki torununu eski yasadan yararlansın diye
sigortalı yapanın peşinden gidersenm
gerçek yolu bulacakmışım ...!!!
gazetesinde ilkokul yazıları yazıp,
millete akıllar verip
kendine kaşaneler yapan utanmaz arlanmazlara
gerçek gazeteci diyecekmişim bir de baba...!
hadi len oradan....
siz taşkın hocamın
SAÇI SAKALI AĞARMIŞ oğlunu
ne sanıyorsunuz...
elindeki ispirtolu teksir kağıtlarını
duvara hışımla çarpıp
masmavi gözlerini belerte belerte
"başlatmayın son dakika değişikliğinize
lafınızın arkasında duracak, kalıbınız olsun"
diyen adam gibi adamın
taşkın hocamın tek oğluyuz biz
çok şükür....
BİN ŞÜKÜR.
halkı da
halkçılığı da
memleketimizi sevmeyi de
bu lumpenlerden
çakma halkçılardan
öğrenecek degiliz...
biliriz ,
HELVA demesini de...
HALVA demesini de....
biz,
hacı selahi örem'in,
hacı bedia örem'in torunuyuz.
"hafız & başöğretmen" ferit akbaşlı'nın torunu
TAŞKIN ÖREM'in oğluyuz...
BİN ŞÜKÜR....
içim çok sıkıldı...
tavlayı alıp geleyim mi
babam taşkın hocam ?
ama çocukluğumdaki gibi
3 avansımı yine peşin peşin:)) alırım babam...
başka türlü
ben seni yenemem ki babam.
iyi ki de yenemem babam...
sen taşkın örem hocaydın...
ben, senin delibaş oğlun
murat örem'im, babam...
ellerinden
aklından
bin saygımla
öperim babam...
( murat örem / 04 haziran 2020 / ankara )