*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

30 Haziran 2017 Cuma

"denizde kalp krizi geçirip öldü muratçım..." dedi notaların kadını...ben de dondum kaldım....


                               göz gördü, gönül sevdi seni ey yüzü mâhım
                                  kurbânın olam var mı benim bunda günâhım
                                                                                                             nahifi
                                                           *****

ben onu tanıdığımda da çok güzeldi...
kumral kestane saçları vardı , küt küt kesilmiş....
bembeyaz bir yüzü vardı, üzerinde ergenlik sivilcesi izleri olan...



ben onu tanıdığımda da hüzünlü bir sesi vardı...
kocaman kocaman açtığı gözleri vardı...
endamlı bir silueti vardı... 
ona sorsanız asla inanmazdı o endamlı haline...



oysa gerçek;  ışıklı bir yaz günü gibi ortadaydı...


yıllarca dünyanın her yerine gidip gelmişti...
bir kaç dili sular seller gibi konuşurdu...
uluslararası  kuruluşlara referans makaleler yazmıştı...
kameraların mikrofonların yabancısı değildi...



müziğin  ve notaların dilinde konuşurdu benimle...
sosyolojinin  dilinde konuşmak isterdim onunla en çok...



aşık olunacak bir kadın değildi ...
hayran olunacak bir kadın da değildi...


hem aşık   hem de hayran  olunacak bir kadındı :))) 


hakiki dostlarımdandı ama...
notaların kadını derdim ona... 
soruların adamı derdi bana....


hem aşık hem de hayran olmanın yükünü biliyordum...
bin kere eşekten düşe düşüre hem de :)))


insan ya aşka batmalıydı  ya hayranlığa sığınmalıydı...


ikisi birden  olursa  perişanlıktı....
bu duyguların  biri bile dağları unufak ederdi çünkü...


artık sisli dağın ardında kalan ses, her med cezirimde hep aynı cümleyi kurardı bana üzgün üzgün kızgın kızgın,  mavi gri gözlerinden ateşler çıkararak;  bir büyü artık :))  50 yaşındasın,  haksız değildi...ama ben de haksız değildim...

ikimiz haklı da değildik...
ama birimiz daha haksızdı....




oysa baş/ım/a gelenin  huzursuz akıldan olduğunu ikimiz de bilirdik...akıl denen olgunun en büyük suç ortağının kabına sığamamak olduğunu  da  bilirdik  ikimiz de...




doğrusu; 
ben yaşardım , o bilirdi....!!! 
bu durum hem adaletsizlik hem eşitliksizdi...
ama öyleydi....

                                              
                                                    ****
notaların kadınıyla yıllarca ama yıllarca görüşmemiştik...bir gün uzun ve tombul bardakların arasında dertleşeceğimiz tuttu...hakiki dostlardık biz...aradan bin yıl geçse de kaldığımız yerden devam ederdik...ilk telefonu kim etmişti hatırlamıyorum...ama aradan çok yıllar geçmişti...ben biraz daha ak saçlı olmuştum...notaların kadınının sarı kestane saçları hala duruyordu...fakat,  yüzüne, çok ama çok çok  büyük acılar yaşamışların fırça darbeleri  gelip oturmuştu...herkes göremezdi o kontuarları  bir yüzde...en az bir kere o cehennemi kapının önüne gidip gelmiş olmanız gerekirdi...




ama ben bilirdim o fırça darbelerini..
ben görürdüm o izleri....
değirmende ağarmamıştı 
bu saçlar sakallar...




anlat artık dedim...
neyi dedi...
hepsini...dedim...
hiç mecalim yok....dedi....
olmalı...anlat artık...hiç susmadan anlat....
insan insanın zehrini alır...dedim....


masada  balon kılıklı iki kocaman bira bardağı vardı...
masada elma dilimli patatesler vardı...
masada sigara paketim çakmağım vardı...
masada telefonum vardı...
masada emekçi (!) garsonların  ter kokuları da vardı...
olmasa çok daha şık olurdu....



hızlı bir hareketle sessize aldım telefonumu...
anlatamazdım çünkü bu dostluğu bir başka gönül yangınına...
her an arayıp,  yedi ceddimi sorgulamaya başlayabilirdi....
"nerrrdesinnn...kiminnnnlesin...." diye  başlardı yine...
"kainatta bir yerdeyim " dersem ip  bir daha  kopardı...
düğümsüz yeri kalmamıştı bilek kalınlığındaki urganın :))



kırk kere haklıydı aslında....
kırk kere de haklıydım aslında...
ikimiz de biliyorduk olacakları....


"allahtan ümit kesilmez..."  günlerimiz bile bitmişti....
kimin daha erken susacağıydı beklediğimiz...
az kalmıştı.....




bu duygular geçerken aklımdan , ciğerimin en derinine nefesler çekip, bıyıklarım biramın içinde reverans yaparken usul usul başladı anlatmaya notaların kadını...her kelimesinde ben de kaldım o dağdan düşen kayaların altında...ben de yıkıldım...ben de sisifos gibi  hissettim kendimi....ben de perişan oldum...perperişan oldum..ve ben de öyle bir boğuldum ki o denizin içindeki dalgalarla...dolunaylı bir yaz akşamıydı....her şey o kadar aydınlık içindeydi ki kör olmuştu dünya...


ben ki asla sulugöz bir adam değilimdir...ama  tutamadım sümüklü göz yaşlarımı...iki saatin sonunda notaların kadınına sarılıp hüngür hüngür ağlarken, garsonlar limon kolonyası getiriyordu masaya...hepsi tanırdı beni yıllardır...ve hiçbiri görmemişti bu halimi...akıllarına bile getirmeleri mümkün değildi...yıllardır; korkuyla karışık büyük saygı uyandıran,  kaşının biri daima havada,  gözünün biri her an her yeri görmeye hazır,  nemrut ve mesafeli,  çok ama çok şeyi çok iyi bilen,  sakallı ve ak saçlı , bol dumanlı, keyfim olursa bol kahkahalı bol sohbetli bir garip adamdım  garsonlar için de...bunu hepimiz bilirdik....


sabrediniz...
yazarken bile gözlerim dolu dolu...
ama anlatıyorum...
hızlıca anlatıyorum...




hikaye şuydu... 
dram şuydu...
trajedi şuydu...


notaların kadınının üniversite yıllarından çok  ama çok sevdiği bir yakışıklı delikanlı var/dı/mış...güzel ve çoğaltan bir sevgiydi aralarındaki....bilirsiniz işte...sevgi denen şey çoğaltmayı bıraktıysa  alışkanlıktır kalan...arkanıza bile bakmadan kaçın derim size böyle durumda eğer tüm emekleri harcadıysanız...okulun ardından oğlan en uzak kıtalardan birine yeni dünyaya gitmişti 80'lerin sonunda...mezuniyetiyle hiç alakası olmayan biçimde  müzik üzerine yoğunlaşmış, dünyada çok iyi bilinen ülkemizde de konuya yakın isimlerce adeta ermiş muamelesi gören büyük bir isim olmuştu... 



notaların kadını uzun yıllar boyunca uzaklardan bir haber bir mektup beklemiş, tek bir  seda çıkmayınca da yeni bir yol çizmişti kendine...internet minternet çağında değildik daha...kenarı mavi kırmızı antetli uçakla gidip gelen zarflara hayranlıkla baktığımız, o mektuplardan medet umduğumuz masum günlerin çocuklarıydık...notaların kadınına kendi çizdiği yol da muhteşem bir kariyer getirmişti...en bilinen uluslararası kuruluşlarda gün gün basamakları tırmanırken kendisine yapılan evlilik tekliflerini de kibarca hep geçiştirmişti...evliliğin kendisi bile yeterince ürkütücüyken, sevmeyerek yapılan evlilik bir kabustu onun için...aslında herkes için öyle olmalıdır...da....bir de, yıllar önceki o genç adamın yerine, başka  birini asla koyamamıştı benim arkadaşım...


derken yıllar biraz daha geçmiş,  hepimiz akran olduğumuz için 40'lı yaşların kapısından içeri girer olmuştu onlar da....milenyum başlayalı neredeyse 10 yıl olmuştu...uzaklardaki adam bu arada evlenmiş ayrılmıştı...vakitlerden bir vakit bir telefon gelmişti notaların kadınına....telefonun ucundaki erkek ses artık cenevre'deydi...notaların kadını da bir sosyal sorumluluk projesinin koordinatörü olarak roma'daydı...dünya biraz daha küçülünce kısa bir dijital araştırma sonucunda buluvermişti yıllar öncesinin delikanlısı , ilk aşkı notaların kadınını...telefonu kapattığımda tepeden tırnağa sırılsıklamdım murat...heyecandan...şaşkınlıktan diye anlatmıştı bana o anı...sonra da eklemişti; karşımdaki ses de ağlıyordu biliyor musun...küçük bir erkek çocuğu gibi ağlıyordu..



ağlar tabi...insan bin yıl sonra çok özlediği bir sesi duyduğunda ya ağlar ya kaskatı kesilir...diye bilgiç bilgiç cümleler kurarken ben,  birazdan hikayenin devamını dinlediğimde hüngür hüngür ağlayacağımı inanın bilmiyordum..



o telefondan sonra her şey başka olmuştu...bir büyü bir tılsım yaşanmıştı...9 gezegen,  sanki 9 bin yılda bir denk geldiği gibi yanyana dizilmişti...bir mucizeydi yaşanan...aylarca yazışmışlar, ellerindeki telefonlar adeta kulaklarına yapışmış , dijital fotoğraflar falan gidip gelmiş ama ısrarla birbirlerini görmeyi ertelemişlerdi....oğlanın fikriydi bu...ülkeler arasında geçen koşturmalı yaşamı varken,  gün içinde genellikle oturmak zorunda kaldığı için hızla kilo almıştı...notaların kadını onu öyle görmemeliydi yıllar sonra...ısrarla böyle demişti...temmuzun sonlarına doğru diye buluşma gününü belirlemişlerdi...notaların kadını artık babasız kalan ve yıllardır annesinin yaşadığı bodrum'daki yazlık eve bir kaç gün önce geçecek ve o gençliğinin erkeğini bekleyecekti...aşk hep vardı da aralarında...yıllara bile yenilmemişti...bunu başarmışlardı...umutları buydu...cenevre'den istanbul aktarmalı kalkan uçak tekerlerini havaalanına değdirdiğinde adam üç beş eşyasını eline almıştı...2 gün kalacak...ev halkıyla tanışacak...25 kilo vermiş haliyle notaların kadınına sarılacak ve geleceği hesaplayacaklardı...belki o gelecekti artık tümüyle buralara...belki yine valizini toplayacaktı bizim notaların kadını...erimedik kar mı vardı...aşılmadık dağ mı vardı..



bana adresinizi ver...karşılama...eve ben geleceğim kahvaltıya yetişirim..sonra da denize gideriz hemen demişti artık orta yaşlı olan adam...hakikaten saat 10 olmadan kapıya bir ticari araç yanaşmış kapı açılmış sonrasında gözyaşları ve çığlıklar arasında iki yaşlanmış beden onlarca yıl sonra bile birbirine tıpkı çok eski yıllarda olduğu gibi sımsıkı sarılıp dakikalarca öylece kalakalmıştı...uzaklardandı notaların kadınının annesi...suyun öte yanındandı...bir kenarda tam bahçenin önünde sessizce kızını ve arkadaşını izlemiş  artık kahvaltı zamanı diyerek gözünün yaşını silmişti...yenilmiş içilmiş gülünmüş elele dokunulmuş ağlanmış anılar denizinde yüzülmüş sabah kahveleri de içilince "ilacımı hemen alayım...senden uzak kalmak yaramadı bana...kronik tansiyon hastasıyım ben 10 yıldır .." demişti orta yaşlı adam...ben bakarım sana bundan sonra, hep ama hep bakarım....hiçbir şeyin kalmaz 1 yıla demişti notaların kadını adamın suyunu bardağa koyarken...


mayolar giyilmiş...sakince denizin kenarına inilmiş...birlikte girmişler suya bir kaç semt sakini ve uzaklardan gelen orta yaşlı adam...güneş biraz daha tepedeymiş artık...suyun içindeydik..arkam dönüktü...daha üç dakika olmamıştı...bir ses duydum...hiç unutmayacağım bir ses murat...diye anlatırken bana hüngür hüngür ağlıyordu artık notaların kadını ve devam ediyordu...sanki çehov'un dediği gibi oyunun başında duvarda asılı olan tüfeğin patlama anı gelmişti... suyun içinde çırpınan birinin gürültüsüydü bu murat...boğulması mümkün değildi...çünkü inan daha bir karış yerdeydik , evet ancak belimizi geçen  sudaydık...ve bröveleri olan yüzücüydü...boğulmadı...kalp krizi geçirirken çırpındı ve bir kaç saniye içinde suyun üstünde kalıp kalmamak arasında durdu cansız bedeni....


sonrası bilindik şeylerdi işte...
çığlıklar çığlıklar dövünmeler....
acılar acılar acılar..


günün sonrasını hem hatırlıyor hem hatırlamıyordu notaların kadını...yazlık eve ölümün soğuk rüzgarı girmişti bir anda....hem de taa cenevrelerden kalkıp gelip...babasını da yıllar önce yine kalp krizinden kaybetmişti....ama bu başkaydı muratçım derken ben habire ha...tir...has...tir...ha...tir...çekiyordum...sigaranın yanan filtresi parmağımdan elime uzanıyordu...



ölümden bir kaç saat sonra habire çalmıştı genç adamın telefonu...en sonunda açtım ki, bir kadın sesi...evladım ben annesiyim bugün sizinle buluşmak için oralara gelecekti...biz de çiceğimizi aldık geldik ama adresi sormak için bir kaç kere aramak zorunda kaldım dediğinde...yığılmışım artık,  derken notaların kadını bana...ben de salya sümük ağlıyordum...işte tam o anda getiriyorlardı garsonlar da limon kolonyasını bana , yılların mülkiyeliler birliğinde...


küçük çantasını açtıklarında bir büyük zarf çıkmış artık ölmüş olan orta yaşlı adamın eşyaları içinden....ve 10'a yakın mektup...yazılıp yazılıp kenarı mavi kırmızı antetli uçak postası zarflarının içinde duran ama gönderilmesine cesaret edilemeyen...zarflara bakarsak taaa 90'lı yıllarda yazmış ve bana göndermemiş...hala açamadım o zarfları diye anlatmıştı bana o gece hissettiklerini notaların kadını...küçük çantanın içinden iki de alyans düşmüş yere kırmızı bir ipek sicimle birbirine bağlanan...küçücük de bir broş duruyormuş çantanın içinde yusufçuk kuşu şeklinde...


                 ve bir de not iliştirilmiş o kırmızı ipek sicime; 

                           "biz aleme, 
                           bir yar için,  
                           ahh  etmeye 
                              geldik.." 
                                                                                       
                                                 yenişehirli avni....

                         ol yaşanmış hikayenin serencamı da tam böyle işte değerli kar'ii....

             ( murat örem / 30 haziran 2017 / ankara....)
                   yazıdaki fotoğraf / umur örsan örem / 2002 / dalyan

                                   







20 Haziran 2017 Salı

"objektif ölü bir gözdür / ölmüşünü görür / göz, görmüş bir objektiftir / gördüğünü öldürür..." özdemir asaf...



               abd silikon vadisinde  yeni telefon gözlüğü denerken:))



dünya;  ocağın üstündeki  kahve tavasına benziyor…

sanki her bir ülke de o tavanın içindeki kahve tanesi…




bilenler bilir ; zordur kahve kavurmak…

mis gibi kokuyor derken bir duman çıkıverir tavadan…




kahve tavası ocağın üstündeyken

bir an gözünüz kayarsa başka bir yere…

kavrulup kömür olur  güzelim taneler…


bu yüzden sürekli sallamanız gerekir tavayı…

her bir kahve tanesinin sürekli  alt üst olması gerekir…




işte dünya tam da böyle bir kahve tavası yıllardır….

tavanın içindeki kahve taneleri de ülkeler sanki…



biri biraz az kavrulurken diğeri kapkara oluyor…

birinin üstünde tahta kaşıklar dolanırken

diğer taneler de kavur kavur yanıyor…



gördüklerimiz de yoruyor gönlümüzü....
görmediklerimiz de yoruyor aklımızı...




ben size aslında bugün 
her ne hikmetse aklıma düşüveren 
nazan öncelden söz edecektim uzun uzun...

bu seferlik  böyle olsun...
hakkıyla kısa keselim sözü...

ama en kısa zamanda hakkını vere vere
nazan öncel'le yürüyelim kelime kelime müzik müzik...


(murat örem / 20 haziran 2017 / ankara....)