*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

27 Şubat 2020 Perşembe

BANDIRMA SİMİT DÜNYASI'nda muhteşem ÇAY ❣️ HAŞHAŞLI & TAHİNLİ ÇÖREKler....ve sevgili fatih demir'le , sevgili hatice tekin....


cüce şubat'ta, tan  ağarırken  vardık bandırma'ya...
bandırma rüzgarı yine vazife başındaydı :))) 

bilenler bilir, meşhurdur rüzgarı bandırma'nın...
canından bezdirir adamı....

ve yazın en alevli sıcaklarında,  
tam lazım olduğunda da 
hınzırca alır başını gider...
hasretle bekletir kendini :))) 

bankalar gibidir (!) bandırma rüzgarı da...
en lazım olduğu zamanda kapıdağın arkasına saklanır...
çağırmadığınızda da,  bacadan bile girmek ister :))  

bandırma otogarından sahile & limana indiğimizde 
tatlı bir telaşsızlık vardı şehirde...

büyük şehirlerin de büyüğü istanbul'u (!) ayrı tutarsak
batının, egenin, marmaranın böyle gamsız :))  bir yanı vardır....

dünyanın 24 saat koşturan şehirlerinden  buralara geldiğinizde
akrep ve yelkovanın , tembelliğine şaşırırsınız :))
öyle aheste , öyle laubali ilerler ki saatler buralarda...


insanlar mı saatlere uyar
saatler mi insanlara benzer 
buna siz karar verin artık ...


tam 40 yıldır , 
gecelerin huzurunu  
gündüzlerin sıradanlığına 
yeğleyen bir adam olarak
öyle romantik gündoğumu
izlemelere falan 
eni konu ayar olurum:))

fanilerin işidir 
gündoğumlarını 
günbatımlarını  izlemek...


marifet 
aydınlıkta görüneni,  görmek değildir, 
asıl marifet , karanlıkta görülmeyeni görmektir ...! 

YARADAN
gündüzleri,  sıradan insanlar ve faniler :)) için 
geceleri de,  nietzche'nin tanımladığı gibi 
üst insanlar için yaratmıştır...



hasılı kelam, bandırma limanına inince
gündoğumuna falan romantikçe:))   takılmadan
bir an önce  sıcak sütlü ballı tereyağlı 
iki lokma yemekti amacım...


35 yıl önce, üniversite yıllarımda, susurluktan istanbul'a indiğimde önce elimdeki ıvır zıvırı bırakır sonra da üniversiteme yürüme mesafesinde olan laleli & aksaray'daki meşhur hacıbozanoğlunda yapardım kahvaltımı...her zaman harika olurdu...en son bir kaç yıl önce gittiğimde,  yine uğradım ve sütteki kaymaktaki baldaki bozulmayan  kalite için oradakilere teşekkür ettim... 


binaların bile 35 yıl yaşayamadığı bir ülkede
35 yıl aynı lezzeti tutturmak bir devrimdir...


devrim;  facebooklarda , rakı sofralarında falan 
klavye başında büyük laflar etmek değildir sevgili okurlar...

istikrarlı olmak, iç disiplinini kaybetmemek 
işte, meslekte, evde ve hayatta aşkta 
tutturduğun çizginin altına düşmemek
en büyük DEVRİM'dir... 

şimdilerde hazır kahvaltı paketleri, serpme kahvaltılar, 
antin kuntinler pek revaçta ya...
gelmeyin böyle oyunlara...

bunlar da yeni çağın uydurmaları...
gözü doymayan, ruhu açlıktan zafiyet geçiren
yeni çağın doyumsuz insanlarına sunulan oltalar bunlar....

işte;  nur'la sabahın alacasında bandırma sahilinde yürürken ve  zihnimin içinde yine kırk fikir dolaşırken, yolda bir  gök gözlü  hemşehrime rastladım...bize bir yer söyle, balı sütü olsun...mekan kıyıda köşede olsa da ürünlerinin lezzeti olsun...dedim...gök gözlü hemşehrim, balı sütü var mı bilmem ama tee :)) şuradan sapınca bir yer var dedi bize...


adresi yeterince açık tarif etmişti işte :)))
ben de 50 yıldır te şuradan adres  bulmaya alışık olduğum için
elimizle koymuş gibi bulduk SİMİT DÜNYASI'nı...



içeri girdik ki , 
o şımarık bandırma rüzgarından sonra 
sıcaklık iliklerime kadar işledi çok şükür...

süt bal kaymak var mı dedik...
yok  dedi bir hanım kız...
fırından yeni çıkmış simitler börekler çörekler
sütü balı kaymağı unutturacak kadar güzeldi ama...

hiç de  zamanımız yoktu süt bal kaymak pazarlığı yapacak...
iki lokma yenip eve gidilecek , 
nurdilek hanım'ın eşyalarıyla güreş :)) tutulup 
lüzumlu görülenler memlekete götürülecekti...

zihnimden bunlar geçerken 
önce çay rica ederim dedim ben görevli kızımıza...
çayla simit ve peynir de lütfen dedi nur...

ben bu arada içeriyi tarıyordum hızlıca, 
her şey fazlasıyla lezzetli ve sıhhiydi....
tahinli çöreklerle de aramda  katolik nikahı vardı...
her yörenin tahinli çöreğini yemeye ahdım vardı :))


abi bir 10 dakikaya çıkar fırından çörek dedi bir genç adam...
sonradan öğrenecektim o samimi genç adamın da fatih olduğunu...

oturduk dışarı, kapı önüne...
yazının başındaki fotoğraf işte o andan...
o fotoğrafı ben çektim 
somon renkli ve yorgun   ı-phone s 5'imle......
diğer fotoları, sevgili fatih'ten istedim de gönderdi....

otururken çaylar  geldi hemen...
nur'un simitleri de geldi peynirle...
benim tahinli çörek daha yoldaydı...
o gelene kadar nur'un simitlerine pike yaptım elbette:))) 

fakat bu arada çaydan iki yudum aldım ki, 
bayıldım o kekre tada...
o güzelim kekre tada...
BAYILDIM...
BA YIL DIM....


nur'a dönüp yahu bin yıl oldu ben böyle çay içmedim dedim...
nur her zamanki saraylı prenses edasıyla, "eh meh ıh mıh:))" dedi....


bize servis yapan genç kızımız masaya yaklaşınca da
pat diye sordum "bu çayı kim demledi abicim" diye...
kızımız , bir an duraksayıp "ben demledim..." deyince
yahu,  ben memleketin her yöresinde
80 küsur  vilayetinde yüzlerce kasabasında 
çayın anavatanında  ne çaylar içtim 
böyle GÜZELİNİ  yıllardır içmedim görmedim dedim...  


yüzüne bir gülümseme yerleşti kızımızın...
bir emek harcayan insanın 
o emeğine dair  iki güzel cümleyi 
hiç esirgemeden  söylemenin 
ne kadar kutsal ne kadar anlamlı olduğunu
bir kez daha mutlulukla yaşadım işte
o güzelim çayları demleyen hatice tekin kızımınızın 
yüzüne kocaman bir gülümseme oturunca...


oysa çocukluktan beri, pek de sevmem ben çayı...
entel dantel :))) adam olarak hala  kahveciyimdir ben ...


fakat,  ankara radyosu  müdürlük zamanlarımda
elleri dert görmesin kulakları da çınlasın
ismi de hatun hanım olan 
bir çalışan hanım kardeşimiz vardı ki, 
benim için,  çayın tadını unutulmaz lezzetler arasına koyduran 
hatun hanım'ın demlediği o güzelim kekre çaylar  olmuştu...


o acı o kekre çayların  öyle farklı bir lezzeti olurdu ki...
her seferinde, gelen çayla birlikte 
bir de cigaramı yakar, o çayla içerdim tütünümü...


bu arada da; toplam  çalışan sayısı 100'lerce  olan 
10'larca nitelikli sanatçının & yayıncının 
görev yaptığı kurumun tepesinde oturmanın 
ne büyük ne tarihi mesuliyet olduğunu  düşünür,
kendi kendime bile olsam da derlenip toparlanır
ve o emanete hem layık olmak  için çabalar
hem de, vakti gelince vazifeyi hayırlısıyla teslim etmenin 
düşünceleri içine dalardım bir yandan da....


işte tüm bu zamanlarda
hatun hanım 'ın 
o kekre o güzelim çayları
yol arkadaşım olmuştu, aylarca...


aradan yıllar geçtikten sonra
bir bandırma sabahında, limanda
gepgenç hatice tekin'nin demlediği çay da 
bana o günlerin unutulmaz anlarını 
ve lezzetini hatırlatmıştı işte.... 

hayat ne kadar güzeldi, görmek istersen...
yükseliyordun, yürüyordun, kah iniyor kah çıkıyordun...
ve o hayat bir yerden sana güneşini yine gösteriyordu
sen eğer görmek istersen ve doğrunun yanında olursan...

 
hatice'yle sohbet ederken 
aralıklarla da hep çay getirdi bize, sağolsun..

bir ara , hatice başını hafif yana eğip 
eğer yanlış anlamazsanız
saygısızlık demezseniz
ben size bir de 
haşhaşlı çörek 
ikram etmek isterim
dedi hatice....


vallahi pek de güzel olur...dedim hemen...
haşhaşlı ve tahinli çörekler
benim için bir yanıyla da 
annemin babası , behzat dedem demekti çünkü...
çocukluğum demekti... 


behzat tanyeri dedemle, 
selahi örem dedemle
ramazan günlerindeki  iftar öncesinde 
tahinli pide kuyruklarında beklediğim,  güzelim günlerdi....

simit dünyasında yedik içtik...söyleştik....
kalkıp gitme zamanı gelince, 
içeri girdim ve önce hemen hesabı ödedim....


sonra da
hepinize ayrı ayrı teşekkür etmek isterim, 
ne güzel bir ahenkle karşılıyorsunuz her geleni 
ne güzel çeşitleriniz var, emeğiniz daim olsun dedim...

mekanın kıdemli ustası 
gönlümüzün patronu fatih'le tanışmak istedim...
telefon numaralarını, sosyal medya hesaplarını
birbirimizden aldık verdik,  karşılıklı...
fatih bembeyaz giysiler içinde en sağda bu fotoda da...

hatice bizi uğurlarken 
ayak üstü öyle güzel cümleler kurup
öyle can alıcı sorular sordu ki bana...
üniversite bitirdiğini öğrenince daha bir sevdik hatice'yi...

tam kapıdan çıkarken , sevgili nur,
murat abiniz , yazar şimdi burayı , sizleri, hepinizi dedi...


gönül izni aldım hepsinden...
yazayım mı sizi , burayı , bu güzelim lezzetleri  dedim...


aslında sevgili okurlar
yazı  yazan kişi,  yazmak için kimseden izin almaz...

evladından anasından babasından 
karısından kocasından bile
ASLA izin almak zorunda değildir....  
yazan kişi...



bu yüzden, aklınızda bulunsun
günün birinde yazı yazarsanız
ve size en yakınlarınız bile manevi baskılar yapıp 
onu öyle bunu böyle yaz, şunu anlatma küserim derse

bana tavsiye vereceğine al eline kalemi sen de yaz,
yazmıyorsan da,  sen yazdıklarımı okuma 
okuduklarına itirazın varsa cevap ver
ama bana duygusal baskı yapma...deyip,  
gülün geçin söylenenlere...

siz yazmak istiyorsanız , 
yazacaksınız, yazmalısınız...

çünkü 
söylenen insan olmak yerine
söyleyen insan olun...

yazmak, söylemektir....
konuşmak , söylenmektir...

arada bir harf değişikliği olsa da 
söylenmek başka
söylemek bambaşkadır....

ayrıca , yazı yazmak da bir ibadettir....
bunu da hiç unutmayın...

insanlığa, harflerden kelimelerden anılar bilgiler bırakmak
evladınıza otomobil bırakmaktan, kasada para bırakmaktan
çok çok daha zor, çok çok daha kıymetlidir ve kutsaldır...

eminim ki , çok daha da makbuldür tüm dinlerde....

hasılı kelam , oturdum yazdım işte ben o güzel günü...
çıkarken bir de elimize tahinli çöreği tutuşturdu fatih...
öyle çok yemiştik ki, tahinli çöreğe bile o an için
hayııırrr :))) demişim....

oturdum yazdım işte o günü...
hatice tekin'in güzelim demli çayını yazdım...
güler yüzünü, işine duyduğu saygıyı yazdım...

fatih kardeşimin cana yakın esnaflığını yazdım...

bandırma simit dünyasının 
lezzetini, klasını yazdım...

gidin görün....
sizin oradaki alışverişlerinizden kar payı alacak değilim...
bir daha yolum bandırma'ya kimbilir ne zaman düşer..

ama biliyorum ki , 
orada, bandırma'da
işini gönülden ve çok ustaca yapan 
SİMİT DÜNYASI çalışanları var...

gidin görün...
susurluktan ankaradan 
eskişehirden vandan 
trabzondan hatta bandırmanın içinden
nereden yolunuz düşerse 
bandırma limandaki
simit dünyasına gidin 
ve karnınız toksa bile 
hatice'nin bir çayını için....

selamımı söylerseniz 
belki ilk çayı,  benim hesabıma yazar fatih :))) 

ben de yolum düştüğünde hepinizin çayını öderim:)))

şu murat örem'i kim neyle korkutabilmiş ki
sizin çay çorba paralarınız korkutsun :)))

kaldı ki fatih'e de kefilim, 
allah selamet versin, afiyet olsun
der, kuruş bile almadan gönderir sizi....

daha ne yapayım sevgili okurlarım ...
daha ne yapayım...
size bir de yeme içme adresi verir oldum
yazar çizer kitap adlarının yanında...
bir de bu işler için çabalar oldum...

korkum odur ki vedat milor  okuyacak bu yazıyı
ekmeğimle oynuyor:))) murat öremmmm diyecek...

işte o zaman yandı gülüm keten helva :))))

neyse,  öyle bir şey olursa da artık
murat örem'in siyasaldan sınıf ve kantin arkadaşı
bandırmanın sevilen  kaymakamı diye çok yerden duyduğum
halen bandırma'da kaymakam olan günhan yazar'a  gidip 
vedat milor'a bir anket daha yaptırırız
menemen soğanlı mı soğansız mı olmalı :)))  
anketinden sonra
murat örem, yeme içme yazılarında 
vedat milor'un ismini anabilir mi anamaz mı diye :))))

çıkan sonuca göre de , 
anlatırız artık başka şeyler :)))
memlekette mevzuu mu yok...

eh, murat örem'in de okurları çok...
gelsin de , vedat milor düşünsün bundan sonrasını :)))
ıt's not my pırablım ....!

(murat örem / 27 şubat 2020 / ankara ) 

           tarihi görüntüler eşliğinde bandırma türküsü 






16 Şubat 2020 Pazar

ESKİŞEHİR'e 1980'lerde bir kez daha gittiğimde, Türkiye turgut ÖZALlı, ben de istanbul SİYASALlıydım :)))

                                                heykel / ESKİŞEHİR / odunpazarı

ben, küçücük bir çocukken “balıkesir & ankara & balıkesir” trenleri hep  "gecenin kör vaktinde"  dururdu eskişehir’de...

çubuğa takılı simitler satardı yolculara, yorgun yüzlü adamlar(!) ... yanında da şişe ayranı olurdu...öyle teneke kutular, plastik şişeler falan bilinmezdi daha...

o tren yolculuklarında çoğunlukla yanımda olan taşkın hocam her molada mutlaka alırdı ikimize de yenecek bir şeyler...bir de sabah gazetelerinin gelip gelmediğini sorardı hemen taşkın hocam satıcılara...bulduğu her şeyi iman edercesine satır satır okumayı çok severdi babam...

lezzetli bir yemeği gürültülü bir mutlulukla tadını çıkara çıkara yemek, eve giren tomar tomar gazeteleri ve tüm dergileri iştiyakle okumak ve bir de beşiktAŞK'ımızın maçlarını coşkuyla izlemek,  hayatının ciddi manada saadet sıralamasıydı, huzur içinde uyuyası taşkın hocamın... 


eskişehir uzun yıllar  çocuk  anılarımdaki bu haliyle yaşadı zihnimde...


yıllar sonra yine trenle bu kez "istanbul & ankara & istanbul" yolculuklarını yaparken artık gençtim...eskişehir yine mola durağıydı...

takvim 1980lerin tam ortasını gösteriyordu...ve türkiye turgut özallıydı,  ben de istanbul üniversiteliydim. 


bu yolculuklarda yanımda taşkın hocam yoktu ve büyüyen bir adamdım...mutlaka sigara içmeye inerdim, eskişehir'deki  molalarda, geceyarısı  ya da gündüz  olduğunu umursamadan...

trenlerde de sigara içilen zamanlardı daha, ama o mola zamanlarında  kısa süreliğine inmenin ayrı bir ritüeli ayrı bir hazzı vardı...ve ben de hemen taşkın hocam misali gazete bayiine koşardım yeni yayınları almak için....

eskişehir'in zihnimdeki karşılığı hala en çok tren garıydı yıllarca...
bilenler bilir cumhuriyetin simge yapılarındandır eskişehir garı da...
1980'lerde de, garda tahta çubuklarla simit satanlar hala tek tük vardı.. 

80'lerin en sonunda, dönemin AKBANK genel müdürü hamit belli'nin de çabalarıyla aktör dayım erhan dilligil bir resim sergisi de eskişehir köprübaşında açtı....GASSARAY:)) lisesi'nden arkadaşıydı genel müdür hamit belli , erhan dayımın...

ben de  uzatmalı ve 5 yıllık:))  istanbul siyasallıydım...
aşktı sevdaydı şiirdi tiyatroydu derken, okul biraz beklesindi:)) 

çok soğuk bir ekim günü haydarpaşa'dan bindik trene...dayımın uzun camellerini dayı yeğen içe içe vardık eskişehir'e...üzerimde erhan dayımın 30 yıl önce fransa'dan aldığı, çok havalı pötikareli bir trençkot vardı...

murat örem'de de kapkara sakallar ve upuzun saçlar vardı...
gençlik de vardı, gençlik de....


-ilk evliliğimin ilk yıllarında, günlerden bir gün, çocukların  annesi, o güzelim trençkotu çamaşır makinesinin içine atarak :((  5 yaş çocuğunun  giyebileceği ebada indiriverdi :))) ....zaten erhan dayım da küt diye ölmüştü  1991 ocak'ında....çok üzüldüm...çok üzüldük...erhan dayımdan kalan o anılar da, çamaşır makinesinin içinde  küçülmüş burulmuş gibi gelmişti bana...tek kelime etmedim eşime o anda yine de...-


eskişehir'e vardığımızda, hemen anadolu üniversitesi rektörlüğünün aracı karşıladı bizi...çünkü her dönemin efsane rektörü yılmaz BÜYÜKERŞEN de 35 yıl önceki tiyatro günlerinden arkadaşı & kardeşiydi erhan dayımın...onlarca tablo da vardı yanımızda....bir çırpıda yükledik tabloları ve hemen salona götürdük..disiplinli bir işçi gibi çalıştım saatlerce galeride...20'li yaşlarımın başındaydım...sonra da attık kendimizi anadolu üniversitesi misafirhanesine, akşamı beklemek için...

akşam olduğunda dönemin valisi bahaiddin güney dahil bütün protokol oradaydı...öyle çok davetli vardı ki...ve postacı dakika başı bir de kutlama telgrafı getiriyordu dört bir yanından memleketin, beni ressam sanarak:))) 


ben de her seferinde dayımdan bir kenarda para alıp bahşişi postacıya veriyordum ressam:))) olarak...etrafım gittikçe kalabalıklaşmaya başlamıştı...en sonunda dayım; oğlum resimleri biz yaptık, tebrikleri sen kabul ediyorsun, kaymağını sen mi yiyeceksin:))  deyince bir konuşma yaptım , ressam dayımı adres gösteren....

o geceyi, öncesi ve sonrasını anlatan çok uzun bir yazımı yıllar önce yazdım zaten burada...merak edenler google'a "yedigünyazıları dinçer çekmez" diye yazarlarsa hemen ulaşırlar o yazıya da....

kızkardeşim de, aynı yıl bin tane mülakatı büyük başarıyla aşarak anadolu üniversitesi sinema tv öğrencisi olmuştu zaten...onunla da görüştük eskişehir'de kısa aralıklarla o dönemde...üniversite mülakat dönemlerinde de ne çok gidip gelmiştim/k eskişehir'e...her yer toz toprak içindeydi eskişehir'de 1989'da....şehrin kanalizasyon şebekesi değişiyordu...şehir garajı da o kadar metruk ve bitikti ki ....

sonraki yıllar içinde kız kardeşimin eğitim yıllarında da ailecek çok gidip geldik eskişehir'e...annemler susurluktan, biz ankaradan ulaştık her zaman...anne babamız kızkardeşime evler tuttu, döşedi...ilk evladımız umur örsan'ın ilk ziyareti de annesinin karnında:)))  oldu zaten,  halasının eskişehir'ine....

belki de eskişehir sevdası daha anne karnındayken başlamıştı umur'un, kimbilir :)) 


çünkü aradan çok yıllar geçti, üniversite sınavlarına girdi o anne karnındaki büyük oğlum umur örsan örem ve üniversite sınavında ülke çapında ilk BEŞ BİN'e girdiğinde bile, yine de tutturdu eskişehir sinema tv'de okuyacağım diye..."oğlum istersen hukuk mukuk yaz, tercihlerinin hepsini gözü kapalı kazanırsın , harçlığın dahil üzerine tam burs alacağın fakülteler de dahil..." dediğimde  "BABA , hukuk asla yazmam !...ama istiyorsan MUKUKLARI :))) yazayım..." dedi umur, it it bakarak :))) bana....


bunları da hep yazdım....buradaki yüzlerce yazıyı okuyanlar biliyor...30 yıl önce babam taşkın hocam, benim hayattaki tüm tercihlerime tek kelime müdahale etmemişken, benim babamdan öğrendiklerimin dışında ve gerisinde davranmam söz konusu olmazdı...bana hiç yakışmazdı...dolayısıyla bıraktım umur'a, hayatının tercihlerini....

çünkü ben de, taşkın hocamın & müjgan hocanımın oğluydum çok şükür ki....


hasılı kelam, umur da öğrenciliğini eskişehir'de ve aynı bölümde geçirdi tıpkı halası gibi...ve onun gibi çok başarılı da bir öğrencilik yaptı....bu dönemde yine gitti geldi defalarca :)) murat örem eskişehir'e de...

beş , on , on beş , yirmi , belki otuz kez....!

murat örem bir kaç ev de:))   umur'a tuttu bu arada...
Allah var, helali bin kere hoş olsun, umur da güle oynaya bitirdi okulunu tek fire vermeden...bir de, büyük başarıyla geçirdiği o 4 yılda, dünyayı da kırk kere dolandı, hem erasmus'la hem de bababank :))) vasıtasıyla...

aslına bakarsanız, bunca yazıyı bana yazdıran, anıları dipsiz kuyudan çıkaran, yazının başındaki odunpazarı belediyesinin yaptırdığı heykelin,  güzelim fotoğrafı oldu... 


aslında kaç  bu kadar daha yazabilirim ESKİŞEHİR'İ...ama şimdilik yetsin...sırf KARAKEDİ bozası bile sayfalarca anlatılabilir...


hasılı kelam ben ESKİŞEHİR'i severim...çok severim...


eskişehir , ülkemizin en güzel, en klas şehirlerindendi dün de...

bugün de, onca ŞEHİRCİLİK emekleriyle ve yaşayan en centilmen şair,  haydar ergülen'le de çok çok çok daha güzel eskişehir...


bu arada, bir gün, amigo birollu eskişehirspor'u da  anlatırım size belki...kimbilir....

( murat örem / 16 şubat 2020 / ankara ) 
                     KIRAÇ / zaman akıp gidiyor, dur demek olmaz.....!



9 Şubat 2020 Pazar

TAŞKIN HOCAMın ölümünden hemen önce bir rüya gördüm...dişlerimden biri "pat" diye ağzımın içine düşüyordu...elim yüregimde bekliyordum ki , üç gün sonra çaldı telefon !!!

                               taşkın hoca , evinin balkonunda çayı & sigarasıyla
                                                  1980'lerde  çekmiştim, bu fotoyu... 

insanlar  
anne babalarını, 
kardeşlerini, 
eşlerini,  
evlatlarını   
kaybettikten sonra
onları yalnızca
badem gözlü, 
sırma saçlı olarak 
anmak  ister...


ÖLÜM darmadağın eder....
ve bir yerlere sığınmak ister kalanlar...

ölülerini yalnızca övgüyle anma hali
ilk zamanlar için  anlaşılsa da 
uzun dönemde asla sağlıklı değildir....


hepiniz biliyorsunuz ki
taşkın hocamız  
sırma saçlı  değildi :))
ama masmavi gözleri vardı...

ömrü boyunca milyon kere yaptığı esprilerden biri de
benim başım kel mi yahu :)) cümlesi olmuştu...

biz, son yıllarda, babamın bu esprisine değil de, 
aynı espriyi milyon kere duymuş olmaya gülerdik :)))


taşkın hocam, badem gözlü de değildi :))
ama  gençliğimde,  bana çok kızarsa 
o masmavi gözleri  hazar gölü gibi koyu kararırdı...


böyle durumlarda 
ya olay mahallini hemen terk ederdim ben  
ya da benim de deli & genç zamanlarımsa 
daha da üstüne giderdim...


ne zordur yahu baba olarak
ergen bir erkekle didişmek...

dövsen dövülmez
sövsen sövülmez...
lafını anlamaz...
laf zaten dinlemez...
nereden mi biliyorum...
kendimden biliyorum
baba olan yanımdan biliyorum

ama erkek evlat babası olmak
dünyanın en tarifsiz de hazzıdır...

tanıdığınız birinin 
tarifsiz mutluluklar 
ve gerilimler  yaşamasını istiyorsanız; 
"dilerim erkek evlat babası olasın" 
demeniz yeterlidir  o kişiye:)))


işte çok yıllar önce, baba oğul yüksek gerilim zamanlarımızda, bir an gelir, taşkın hoca evin içindeki koridorda  hemen ters U çeker :))  ecza dolabından gürültüyle bir ağrı kesici alır, dolabın kapağını da sert bir yumruk hareketiyle kapatırdı...  


ATEŞKES demekti bu....
beden dilimiz böyle oluşmuştu:))) ben gençken...

ki şimdi bakıyorum da, 
o dönemde taşkın hocam da gepgençmiş...
40 yaş nedir ki yahu:)))
gençliktir, gepgençliktir 40 yaş....


o ateşkes anından itibaren tek kelime etmemeye çalışırdım...
ömrüm boyunca babamın aniden ölmesinden korktum...
ama yine de korkularım babamla tartışmama engel olmadı...
beni yetiştiren büyüten de  o tartışmalar oldu.
babamın o yaşlarımda beni ezmeyen tavırlarını minnetle anıyorum.


yazının başlangıç cümlesine geri dönersek; geride kalanların, ölülerini badem gözlü sırma saçlı diye anmak istemelerinin arkasında ya pişmanlık duyguları vardır ya da duygusal hafızaları yanıltır onları. 


bazı insanlar da ölülerini hep abartılı güzelliklerle anarak geçmişteki günahlarını bağışlatmak isterler, ölülerine karşı...


ölülerinden örtülü bir af dilemek isterler yani...
bir grup insan da, ölüleriyle ilgi görüp gündem olmak ister...


oysa yaşanan yaşanmıştır,  anılar kalmıştır. zaten  ölen kişinin, kalanların pişmanlıklardan falan haberi olmaz...yetişkin bir ruh ve akıl da, ölüleri üzerinden habire gündem olmayı falan  zaten düşünemez...hastalıktır bu....ilgi hastalığıdır...


çünkü doğum herkes için vardır..
ölüm de herkes için vardır... 


çünkü atalarımızın mükemmel  ifadesiyle
osuruk değmeyen yorganın olmadığı gibi
ölümün girmediği ev de yoktur....!


ayrıca , yalnızca, sizin ölünüz yoktur ki bu dünyada...
bunu diyen her insan da haklıdır,  sonuna kadar....


işte babamın ölümü üzerine dönüp dönüp  anlatıp yazdıklarımla benim  de gündemde kalmak gibi bir niyetim hiç olmadı... 


laf aramızda, ömrü boyunca,  yeterince kendi gündemimi yaratmış ve doya doya yaşamış bir adem oğluyum:))) ben...


ve ne mutlu ki, babamın yalnızca ölüsünü & ölümünü yazıp  anlatmadım...babam yaşarken de, bir çok anımızı, acımızı, mutluluğumuzu defalarca anlatıp yazdım, arkadan gelen kuşaklara baba evlat ilişkileri konusunda bir tecrübe olsun diye...


bu yazdıklarım da zaten, 
o yazdıklarımın devamı...


bir gün,  kızkardeşim, hep biraradayken, "abi amma çok yazıp anlattın babamızı , eşim de benim gibi düşünüyor" dediğinde bana, biraz da  abi sesim ve tonlamayla; "ne var bunda....sen de anlat, sen de an...ben oğluyum sen de kızısın...ki sen de yazının kitapların tam içinden geliyorsun...senin anlatacakların yoksa ya da anlatmak istemiyorsan bana hangi aklı veriyorsun(!) bu bakış acısını  hiç yakıştıramadım... lütfen kendi cümlelerini kur..demişliğim de vardır....  



dolayısıyla ben, YALNIZCA kendi cümlelerimi kuruyorum...ne annem ne kardeşim ne evlatlarım adına değil bu cümlelerim...yazdığım her satıra, okurlar dahil,  HERKES itiraz edebilir...yanlış yazıyorsun, abartıyorsun, yanılıyorsun, tahrif ediyorsun (!) bile diyebilir....ben de itiraza cevabını veririm...ömrüm boyunca. hiç  abartmadan söylüyorum; ONBİNLERCE YAZI yazdım...BİNLERCE PROGRAM yaptım....ve tek bir TEKZİP / İTİRAZ almadı yazıp anlattıklarım....hem de en netameli konularda yazdıklarımda da böyle oldu...biraz bilirim yani meramını anlatmay...



bir de, çocukluktan beri, acılarla baş etmemin en büyük tercihi, kelimelere yaslanmak  olduğu için dinledim anlattım, dinledim anlattım, dinledim anlattım ve hala anlatıyorum anlatıyorum...


işte bu yüzden binlerce kere okunuyor bu yazılar...


bu okunmaların bir kısmı, insani dedikodu ve  merak duygusundan beslense de, derinlerdeki temel etken başka...dedikodu ve merak duygusu da, nitelikli okurluğa açılan ilk kapıdır, bunu yapanlara da sözüm yok :)) doğru yoldalar...buyursunlar baksınlar ardına kadar açık kapının anahtar deliğinden:)))


o, derinlerdeki temel etkene gelince, anlatayım onu da; aslına bakarsanız; babam taşkın hocamı da  anlattığım  bu yazıların 10 BİNLERCE KEZ okunmasının  kerameti bende değil...evet, ben yazılarımla  yaşanmış hikayeleri  olduğu gibi abartmadan çarpıtmadan ama çok etkileyici biçimde anlatan biri olabilirim....bu bir yetenek de olabilir...yılların emeği de olabilir.



fakat bu yazıların 10 BİNLERCE KEZ OKUNMASININ KERAMETİ,   babamın 30 yıl boyunca her öğrenci kuşağa değen ÇOK GÜÇLÜ İNSAN yanının olmasıydı...


öğrencilerindeki ortak anıları da suyun yüzüne çıkardı yazdıklarım..
kah  gülümseterek, kah özlemle kah sevgiyle, kah hüzünle...
işin tılsımı biraz da bu işte...


çünkü 
suyun yüzüne çıkan anıların
yeniden derinlere inmesi için
o anılarla bir süre ilgilenmeniz gerekir...

bir evcil hayvanı sever gibi
o anılarla ilgilenmeniz
ve sonra elinizden bırakıvermeniz gerekir....


şunu hiç unutmayın 
ORTAK GEÇMİŞ; 
o geçmişe 
bir yerinden değen
tüm insanları 
birbirine 
yeniden yakınlaştırır....


artık tüm okurlar da biliyor ki
öğretmendi babam...
hem de en hasından öğretmendi....
susurlukta lise çağına gelmiş herkesin öğretmeni olmuştu...


aslında, yıllanmış çok öğretmeni vardır hala susurluk'un...
ama babam  biraz farklı bir iz bırakmıştı. 
işin en güzeli de, bu yanıyla bir kere övünmemişti.  


belki de 
bu büyük farkının, 
farkında bile değildi...

öyle de doğal bir adamdı taşkın hoca.... 



babamın daha delifişek ve genç zamanlarında, ben de ergenlik kapısındaydım...ve taşkın hocamla ne zaman susurlukspor'un, balıkesirspor'un maçlarını izlemeye stadyuma gittiysek, maç bitene kadar ömrüm çürürdü:))) bakalım başımıza yine ne gelecek diye...


çünkü o munis , halim selim görünen taşkın hocanın  içinden tam bir canavar çıkardı maçlarda...hakeme söylenmeler de vardı, tel örgüleri yerinden koparacak kadar sarsmak da vardı yaptıkları arasında...size, taşkın hocamın, kaymakamlık kupasında yenimahalle sporun teknik direktörüyken sahadan atılmışlığı da vardı, bir kaç sezon hak mahrumiyeti cezası almışlığı da:))) vardı diyeyim de, gerisini siz tamamlayın:))) bu hak mahrumiyeti cezasını, eski halk eğitim merkezinin panosunda taşkın örem ibaresiyle gözlerimle okuduğumu dün gibi hatırlıyorum....evde de az mavrasını yapmamıştım hani, bu hadisenin ....


hele hele bazı maçlarda, orta hakem babamın liseden sınıf arkadaşı olan balıkesirli  ayva cengiz'se taşkın hoca daha da frensiz giderdi hakeme karşı:))) işte böyle de yanları vardı, sırma saçsız badem gözsüz taşkın hocamın...ama maç biterdi, ayva cengiz'le babam ayak üstü tatlı tatlı sohbet ederken ben bu kez düşünürdüm "yahu, sen az önce bu adama ağzına geleni söylemiyor muydun:)) ne bu muhabbet" diye...



kin tutmayan bütün insanlar gibi 
negatiften pozitife duygu geçişi 
çok hızlı olurdu taşkın hocamın...


hararetli bir fikir tartışmasının ardından
o tartışmayı yaptığı kişiyle, 
az önce  hiçbir şey olmamış gibi
büyük bir iştahla 
koca bir dilim karpuzu 
güle oynaya yiyebilirdi
bir bulmacayı ilmek ilmek çözebilirdi...


annem ve ben, 
negatiften pozitife
bu hızlı duygu geçişini hala pek bilmeyiz...
ikimizin de çetele defterleri hala doludur:)))


hele, hararetle tartıştığımız biriyle 
değil karpuz dondurma yemek, bulmaca çözmek
aynı masanın etrafına bile yanaşmamız,  bir asır sürer:))  


annecim bu yazıyı okursa 
belli etmese de, içinden kızar :)))  bana ama, 
gerçeği nerede söyleyeceğiz....


gördüğünüz gibi;  babam dahil yaşayanların da ölenlerin de daima sırma saçlı badem gözlü taraflarını anlatmıyorum...zaten benim gibi sevimsiz olma hatta düşmanlarını arttırma pahasına ultra gerçekçi olmayı seçen birine bunu  yaptıramazsınız...ayrıca ben taşkın hocamı yalnızca   öldükten sonra değil, ne mutlu ki yaşarken de çok anlattım...ne yaşadıysam, ne gördüysem ne anladıysam onu yazdım dün de...bugün de onu yapıyorum...ne mutlu ki taşkın hocamdan geriye daha çok güzellikler kaldı ve ben de onları hatırlarken kaleme alıyorum, sizler de okuyorsunuz işte...


yukarıda maç örneklerini vermişken 
bir benzetme yaparak  ekleyeyim ki ,
taşkın hoca, asla kimsenin tribüne göre  oynamamıştı...
kimsenin evladına farklı davranmamıştı.
öğretmen olmayı seviyordu...
işini de çok iyi biliyordu...


ve talebelerinin hepsini de 
günahıyla sevabıyla bilip
içtenlikle sahipleniyordu...


çok zeki bir adam olduğu için
hangi talebeye hangi metodla yaklaşacağına karar vermesi için  
öğrencisini bir kez görmesi yeterdi taşkın hocanın,



bu sevgiyi  bu içtenliği ve bu samimi çabasını da 
bütün  talebeleri yıllar boyunca hissetmişti işte...
esas, alameti farikası buydu taşkın hocamızın...


dolayısıyla, yaşı kaç olursa olsun,  taşkın hoca'nın öğrencisi olan herkes bu yazılarda ve bu facebook paylaşımlarımda  kendini yeniden buldu,  buluyor...


ayrıca şimdi şimdi çok daha iyi idrak ederek görüyorum ki; babam bilgisizliklerini, yoksulluklarını, yalnızlık ve çaresizliklerini hiç küçümsemeden, tüm öğrencilerinin hayatına değen, onları bir şekilde kalbinden de yakalayan bir öğretmendi...halktan bir öğretmendi...



dışarıdan bakıldığında asık suratlı ve  sert gibi görünse de, öğrencilerini hayatının tam merkezine koyan insancıl bir öğretmendi...hayatın içindendi..bir kibri yoktu...samimi sahih ve sarihti taşkın hoca...çok kızarsa, politik davranmazdı. çok kızdığını da hemen anlardınız...saman alevi gibi parlar ve sönerdi... hüzünlü bir film izlerken de, bir üzücü haber aldığında da şıp şıp akardı yaşlar hemen gözünden...


çok içten halleriyle,  çekirdek ailemizin en doğal insanıydı...



bu detayları yazıyorum çünkü o anlamlı sözdeki gibi, anlattıklarım  benim ve yakınlarımın hikayesi gibi görünse de, aslında  hepimizin herkesin hikayesi...hepimiz bir anne babadan geliyoruz ve anne babalarımızdan aldıklarımızı tümüyle biz seçemiyoruz...ve yıllar geçtikçe görüyoruz ki, bir yanımız başka, öbür yanımız bambaşka...



aslına bakarsanız
bir dönemin 
bir çağın yaşanmışlığı 
bu okuduklarınız...


ve tüm bunların dışında da, neredeyse 30 yıl boyunca kaç kuşağın öğretmeni olmuş taşkın hoca'nın, her öğrencisinin hayatına dokunan yanının baskın olması, beni bu anıları yazan kişi olarak, sizleri de okurlar olarak biraraya getiren gerçekliğin ta kendisi..


yazı çok uzun oldu,  biliyorum; 
ama siz en fazla yarım saatte bitireceksiniz bu yazıyı..
belki gözünüzün kenarıyla okuyup geçeceksiniz...
ama ben daha şimdiden 5 saati devirdim bile
klavyenin başında :)))


işin aslına bakarsanız;
yıllarca yeminliydim...

çok VASAT bulduğum facebooka  
ASLA dahil olmayacaktım... 

ama babam öldükten  üç hafta sonra bozdum bu yeminimi. 
çünkü ANKARA'ya işime, geri dönmüştüm. 

bu travmadan sonra habire duvarlarla konuşmak, 
benim gibi yalnızlığı çok seven biri için bile zordu...

yazının başlığında değindiğim o ürkütücü  rüyamı da, sıra gelirse anlatacağım...ama zihnimdeki yazı akışı  şöyle...



bir cuma gününde ( 10 şubat 2017 )  derelerden tepelerden koşup gelen o güzelim kalabalık   "gönülden gelen dualarla" gömdü babam taşkın hocamı...


bu dua kısmını da özellikle vurguluyorum
çünkü işin özüne bakarsak hakkıyla inançlı bir adamdı babam...
hiç göstermeden, sağa sola baskı, afra tafra  yapmadan inançlıydı...


babamın anababa tarafında, hafızlar hocalar  hacılar ganiydi..

mesela , 1970'lerin sonunda, balıkesir'de babaannemlerdeyken
evin hemen yakınında patlayan bombanın sesini duyduğunda
herkesten önce getirmişti kelime-i şahadet'ini  o davudi sesiyle  
"eşhedü enna la ilahe..." diyerek. 


taşkın hoca, inançlı olduğu kadar da demokrat adamdı...
inancını da , demokratlığını da içselleştirmişti...
yalanla abartıyla falan hiç işi olmazdı...


hakkıyla demokrat bir adamdı çünkü ben 10'lu yaşlarıma girdiğimde bir gün bana; "artık cuma namazlarına gitme yaşın geldi, yetişkin oldun oğlum" demişti sakince, sofradayken....ben de "baba bu şimdi nereden çıktı, sen hatırlattın baba olarak, ama son kararı vermek benim hakkım olmalı, madem yetişkin oldum" diye boyumdan büyük laf ettiğimde de asla baskı yapmadı...bir daha da bu konularda tek kelime etmedi...


bilmiyorum aradan yıllar geçtiğinde, içinden keşke zamanında  baskı yapsaydım, ısrar etseydim diye düşündü mü...çünkü ben tüm dinlerin felsefesini bilen,  hatta uygulayanlardan çok daha fazla bilen ama pratikte hiç uygulamayan biri oldum çıktım...


ben böyle bir adam oldum ama
taşkın hocam, çok daha  güzel bir sentezdi...
anadolunun , türkiyenin senteziydi...


daha önce de yazdığım gibi; o eski balıkesir/ susurluk akın dolmuşlarına bindiğimizde şoför kontağı çevirirken, taşkın hoca da aynı anda "cümleten hayırlı yolculuklar" derdi, çok içten bir sesle...ben öğretmenim şuyum buyum, diye kibirlenmeden arka koltuktaysa, yaşlıların yol paralarını toplar çıkarır şoföre kuruşu kuruşuna verirdi...bunların hepsini yaşadım ben...

çok zeki ve esprili de bir adamdı diye defalarca yazıyorum ama hakikaten öyleydi....bir gün, 1970'lerde, izmir garajında otobüs saatini beklerken, yanımıza gelen dilencinin halinden sahtekarlığını anlayıp, ağlayıp sızlanmasına bakmadan "ikimiz de cebimizdekileri çıkaralım, çok parası olan, az olana versin...olur mu" dediğinde dilenci ışık hızıyla:)) kaçmıştı yanımızdan....


taşkın hocamın ölümünden sonraki günlerde de gelenler gidenlerle kah sustuk kah ağladık evde... güldük de...cenazenin hemen ertesinde,  taaa siyasal günlerimden can kardeşlerim ibrahim türkiş yanında mehmet ali dostumla koşup geldi istanbul'dan...o zaman anladım bir daha, bir cenazede bir büyük acıda, hakiki dost soluğunun ne olduğunu...


dostlarımı evine uğurladığımda, günlerdir yaşadığım yalnızlık duygumun azaldığını hissettim ilk defa...aynı ibrahim türkiş, sevgili  kardeşim, bu acımdan iki yıl  sonra, bu kez de nikah şahidim olarak gelecekti yine uzaklardan, bu kez ankara'ya....


cenaze sonrasında,  gelenler gidenlerle de andık babamı...sonra an geldi yine daldık uzaklara...bir kaç gün boyunca kız kardeşimin arkadaşları, benim de kardeşlerim ece ve filiz'in varlığı da öylesine büyük bir huzur olmuştu ki evin içinde...bir hafta sonra kız kardeşim döndü ankara'ya...önce arkadaşları döndü sonra da kız kardeşim...


herkes gün gün  evine giderken, ben bir süre daha kaldım baba ocağında...aklımın erdiği işlere bir faydam olur mu diye... sağa sola gittim falan filan...ölümün de ciddi bürokrasisi (!)  kaydı kuydu var ... bilirsiniz...


sonra bir gün,   artık zamanı geldiğinde
sırtıma çantamı alıp susurluk garajına yürüdüm...
dönme vaktiydi....

istemedim birileri beni garaja bıraksın ...
taşkın hocam yaşasaydı zaten kimselere bırakmazdı o işi...
babamın koyu lacivert otomobili,  evin önünde duruyordu..
eşyalar çoğunlukla insanlardan uzun yaşıyordu işte ! 


garaja giderken 
çocukluğumla gençliğimle birlikte yürüdüm, sokaklarda.... 

otobüsü beklerken de bir cigara yaktım...
dakikalar geçince bindim otobüse ve döndü tekerlekler....

o sekiz saatlik yolun, 6 saatinde sümüklü sümüklü  ağladım...
günlerin hüznüyle , ağladım ağladım... 
iki gözümün üzerine kocaman kağıt havluları koyup
her bir yaprak sırılsıklam oldukça da değiştirdim yol boyunca...

 
ve eskişehir ankara arasındaki 
güzelim MEZİTLERDEN geçerken otobüs 
fonda zeki müren şunları söylüyordu; 
"dünyanın bir yazı bir kışı vardır
her yolun bir sonu bir başı vardır...."


o kadar denk düşmüştü ki her şey...
ben şimdi karakışı yaşıyordum....
taşkın hoca da belki 
yolun en başını en güzelini yaşıyordu....


işte o anda daha bir sel oldu yaşlar gözümde....
ankara'ya vardığımda 
evimde TEK BAŞIMAYDIM 
ve kocaman evde babasızlığımı, 
olanları, son yaşananları düşünmeye
o kadar çok vaktim vardı ki...



iki erkek evladım eskişehir'deydi abi kardeş, adalar manzaralı porsuk kenarındaki evde besteler yapıp klipler çekiyorlardı...hayat ölümle bitmemeliydi elbette, hele gençlikte....


ama ben evlatlarım kadar genç değildim...babamı kaybettiğim zamanda, itinalı ve sistemli huysuzluklarımla(!) karşıyı bunaltırken benim de  yorulduğum uzuuun bir evlilikten çıkalı zaten çok olmuştu...sevgiyle başlayan bir başka yorucu ilişkiden de nihayet uzaklaşmıştım aylar önce...


yalnızdım...
YAPAYALNIZDIM.... 

yalnızlık bir taraftan çok güzeldi...


ama öbür taraftan da  o büyük yalnızlıktan, babasızlıktan da  kaçmak istiyordum...babam yaşarken de kaleme aldığım ve yayınladığım yüzlerce yazımı yeniden paylaşıp; acımı sağaltmak istiyordum...facebooka dahil olup babamın facebook sayfasına her an ulaşmak istiyordum...işte bu dönemde bile isteye ben dahil etmiştim facebooku hayatıma...


facebooka katıldığım ilk gece YÜZE YAKIN  talebesinden yani sizlerden arkadaşlık teklifi aldım ve gözümü sile sile hepsini kabul ettim...


İYİ Kİ ÖYLE YAPMIŞIM...
iyi ki ses vermişsiniz oralardan...
ben de duymuşum...


çoğunuz  benden büyüktünüz yaş olarak...ki ben bile, şu dünyada  yarım asırlıktım...işte zaman içinde taşkın hocamın genellikle benden büyük talebeleri olan sizlerle de bambaşka bir bağ oluştu aramızda...


her birinize her seslenmenize içtenlik, saygı ve özenle yazdım, yorumlarınıza onur duyarak cevap verdim...içimden hep şu geçti; benden büyük talebeleri bile sanki bana emanetiydi taşkın hocamın....babamdan unutulmaz anılardı...


ve bugün,  bir önceki  facebook paylaşımıma yaptığınız içten ve onur verici yorumlarınızla, yeniden gördüm ki, hepinizle ama hepinizle güzelim bir bağ kurmuşuz...


ve bir daha bir daha anladım ki
taşkın hocam yaşarken her gönüle dokunmuş

o en zor günlerimde ben de yazılarımla 
her gönüle her akıla dokunmaya çalışırken
kendi kırık kanatlarımı da
elimden ne kadarı gelebildiyse
onarmaya çalışmışım...


biliyorum, yazılacak daha çok şey var...
ama bazen, kelimeler bir yerde durdurur sizi...
kelimelerle inatlaşmak olmaz...
insanlarla inatlaşın, ama kelimelerle inatlaşmayın !
ömrünü harflere vermiş bir kardeşinizin tavsiyesi bu...
dikkate alın isterim....



hepiniz daha güzel günler görün....


ne diyor hakiki romancı hasan ali TOPTAŞ, 
"babalar, alınlarımıza yazılmış, YALNIZLIKLARDIR..."


böyle yalnızlığa can kurban taşkın hocam....
böyle babaya,  canım kurban...
ellerinden aklından saygıyla öperim taşkın hocam....

( murat örem /  09 şubat 2020  /  ankara...)  
                dünyanın bir yazı bir kışı vardır...!
                        zeki müren.....