*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

13 Ağustos 2020 Perşembe

berber ÖMER AMCA'dan ömür boyu BEDAVA TRAŞ kazanan babam TAŞKIN HOCAM'a takılmıştım "yahu senin traşında ne var :)) kolaysa bana versin bedava traş hakkını :))) diye...


 
          berber ömer amca ve babam taşkın hocam / mart 2005

fotoğrafa iyi bakın....
benim gibi yaş durumundan 
gözünüz yakını az görüyorsa
büyüterek bakın artık :))

fotoğraf, 
sanıyorum şimdilerde yayında olmayan
SUSURLUK'un  yerel gazetelerinden
DOĞANGÜN gazetesinin 
21 MART 2005 tarihli sayısı...


yani gazete şu aşağıda.....
net görünsün diye 
sayfayı, sağ tarafı ve sol tarafı olarak 
ayrı ayrı çektim...

yazının başındaki 
berber ömer amcalı 
babam taşkın hocalı fotoğraf
gazetenin ilk sayfasının sağında....

aşağıdaki de sayfanın solu...
yayın tarihi net olarak okunuyor; 
21 mart 2005 diye...


bu aralar blogda 
habire susurluk yazıyor oldum 
ama bazen böyle olur...
hadiseler arka arkaya gelir...


hele bir de,
susurluk'tan kasap fuat saran biraderim
bana 5 ağustos'ta messenger'den haber verince
"muratcım, berber ömer abi emekli oldu
sen bunu mutlaka bir şekilde yazarsın..." deyince
bu yazıyı sıcağı sıcağına yazmak biraz da farz oldu :))


işte şimdi okuduğunuz UZUUUN yazı 
biraz da fuat saran  biraderimin vesilesiyledir...
ona da, selam sevgi olsun buradan... 

                                        ****

şimdi biraz gerilere gidelim....
biraz dediğim; taaa 1970'lerin başına...
neredeyse 50 yıl öncesine (!)


işte 50 yıl önce, susurluk lisesi yokuşundaki evimizde
ben daha 2 yaşında bile olmayan süt bebesiyken :))
aylar önce çok ağır iskelet sistemi ameliyatı olmuş taşkın hocam
daha dışarı çıkamayıp  evde saç traşı olurken
ve çok çok büyük ihtimalle,
o traşı berber ömer amca bizim evde yaparken
büyük bir deprem olmuş susurluk'ta...
yıkılan dökülen olmasa da herkesin yüreği ağzına gelmiş...

 
yaşı yetenlerden hatırlayanlar çıkacaktır o depremi.


bu yazıyı yazmadan önce
olayları teyit etmek için 
annem müjgan hocanımı aradığımda,
50 yıl önceki o sert depremi  hatırladı...

konuşmada ömer amcanın emekliliğini 
gazeteden okuduğunu söyledi, hayırlı olsun dedi,
 sonra da "sorduğun olayda, ömer bey olması lazım,
 çünkü baban 1969'da buraya geldikten sonra
hiç başka berbere traş olmadı 
fakat yine de yüzde yüz, 
ömer bey'di diyemeyeceğim" dedi...


ben de belki de kalfasıydı anne dedim...
bu yazıyı okursa , belki ömer amca hatırlar...


bu detayları da, 
sorumlu gazetecilik ve yazı ahlakı gereği not düşüyorum.
çünkü şu yaşıma dek 
BİN'lerce program yaptım, 
10 BİN'lerce yazı yazdım
ne sözlü ne de yazılı  
tek bir TEKZİP yemedim, ...

"bu yazdığın, bu söylediğin doğru değil
şurası  eksik...burası  fazla ...
o yazdığın öyle değildi murat !
diyen de hiç olmadı, çok şükür...

 
yalnızca gerçeği aktarmak ve yazmak 
o kadar önemlidir ki hayatta...
yazının namusu GERÇEKTİR....


çünkü,
murat örem bir olayı yazarsa, 
kayıtsız kuyutsuz belgesiz desteksiz 
ASLA !  ve KAT'A yazmaz...
hilafı hakikat tek bir kelime etmez ! 
tüm yazılarım programlarım için
hodri meydan...
halep oradaysa arşın burada...


ama bazen, bazı olayları 
hikaye olarak aktarırsam
hikayeleştirirsem, senaryolaştırırsam
o zaman isimleri yerleri bilerek değiştirebilirim
kişiler istemiyorsa, belli olmasınlar diye...
bunu da okura hissettiririm...


ama "GERÇEK" bir hadise anlatıyorsam
bir yazı yazıyorsam,
bir program kaleme alıyorsam
canlı yayınlarda soru soruyorsam
her şey ama her şey 
harfi harfine HAKİKATTİR ! 



neyse, bu hatırlatmalardan sonra
yazıya devam edelim...


berber ömer amca'da ben de çok traş oldum...
önce o koltuğun üzerine konulan tahtaya oturdum :)))
çünkü boyum ancak  yetişirdi daha okullu bile değilken...
ve ağzıma da bir susurluk yalı gazozu şişesi tutardım 
kesilen saçlarım ağzıma girmesin diye :))

o zaman çalı süpürgesi gibi tomar tomar saçım vardı...
şimdi yine var, ama nerede o "tarak kıran sık saçlar :)))"
hepsi , yandı bitti kül oldu....


daha okul öncesi  yaşlarımda traş olurken 
başımda  babam taşkın hocam da olurdu daima...


her erkek çocuğunun hatıralarında vardır 
tahta konmuş berber koltuğunda traş olmalar
gazoz şişesiyle ağzını kapatıp oyalanmalar
ve traş bittiğinde de berber amcanın 
"hooop diye" sizi o koltuktan kaldırırken
bekleyen müşterilerin tezahüratlariyla
büyük adam oldum sanmalar :)))


sonrasında, biraz biraz büyüdükçe
kendim gider oldum  
berber ömer amca'ya...


1970'lerin ikinci yarısıydı...
daha, 10 yaşında bile değildim...


lise yokuşundaki evimizden çıkar
yokuşu inip sağa dönüp 
ilkokulların duvarındaki yolu takip eder
yol bitiminde yine sağa döner 
ve o zamanlar üstü kapatılmamış derenin üstündeki 
derme çatma köprüden temkinlice geçer
kireççi ilhan amca'nın dükkanının az ilerisinden sağa dönünce
şıp diye berber ömer amca'ya giderdim...
çok net hatırlıyorum o hallerimi...


yıllardır her vesileyle yazdığım gibi
ülke; sağ sol şu bu diye birbirine girerken
hızla 12 eylül 1980 darbesine ! giderken 
her gün onlarca insan ölürken 

SUSURLUK'umuz 
bir huzur adasıydı 
biz çocuklar için , 
1970'lerde, 
ne mutlu ki...

bir tehdit, bir  taciz, şu bu da hiç yaşamadık
ne ben, ne de yaşıtlarım,  o yıllarda...

o yıllarda çocuklar herkesindi...
herkes sahiplenirdi o çocukları...
çocuğuna bir simit alan 
yanında kim varsa, o çocuklara da alırdı.
ve herkes bugünkünden kat kat dar gelirliydi !
ama yine herkes hakikaten gani gönüllüydü...
bunu defalarca yaşadım ben ne mutlu ki...


işte o yaşlarımda 
yine bir gün  gittim 
berber ömer amca'ya ...


bir cumartesi günüydü...
kalabalıktı içerisi...
sıramı bekledim ama hep acele işi olanlar çıkınca
benim sıra bir türlü ilerlemedi...
arada oyalanayım  diye, 
bir de gazoz çıktı bana tombaladan :)))
benim için, hava şimdi daha da hoştu...


bilenler bilir, 
berber ömer amcanın o yıllarda dükkanı
sohbet & haber ve siyaset merkezi :))) gibiydi..


her yeni gelen bir şeyler anlattıkça , 
mevzular derinleştikçe
benim traş sırası da kaynadı gitti...
ben de artık sıkılır oldum koltukta. 
gazozumu içmiştim...
gazeteleri de okumuştum  
koca adamlar gibi :))


radyoda hafta sonu programı bile bitti bu arada...
ki en az iki saattir hafta sonu programları...
oysa ben traşa gittiğimde program yeni başlamıştı...
oradan anlayın,  geçen neredeyse iki saati...


tam 13 haberleri okunacaktı ki
o anda bambaşka bir şey oldu, 
merakla şaşkınlıkla,  alı al moru mor nefes nefese
babam taşkın hocam giriverdi dükkanın  kapısından...
beni görünce , yüzündeki ifade de gevşedi, rahatladı...
nihayet sıra bana geldi ve  traş olunca çıktık...

oğlum, bir şey olmaz da, 
merak ettim yahu, 
annen de çok meraklandı...
dedi yolda giderken babam.

ben olsam ben de merak ederdim 
en çok da çocuğumun 
dereye düşmesinden korkardım dedim 
ben de babama, yine koca adam gibi...
böyle cinsliklerim hep vardı yani :)))

sonra biraz ilerideki 
harika tatlıları olan 
seyyar arabası da bulunan
tulumbacı amcanın dükkanından tatlı alıp 
evin yolunu tuttuk baba oğul...

2005 yılında postadan çıkan 
SUSURLUK gazetesinde gördüm ki
berber ömer amca  
36 (!) yılın ardından 
babam taşkın hocamı 
müşterilikten emekli etmiş 

ÖMÜR BOYU BEDAVA TRAŞ:))) 
kazanmış taşkın hocam...
yerel gazete de haber yapmış....
aslına bakarsanız 
ne kadar güzel bir ahenk bu, 
bir jest bu...


o dönemde basılı gazeteler çalıştığım kuruma gelirdi.
odamda gülerek okurken haberi 
yine benim gibi yapımcı (prodüktör) olan arkadaşım gördü 
kim bunlar yahu...ne güzel işler bunlar...deyince bana
biri babam, diğeri de neredeyse 40 yıllık berberi dedim ben de.

abi ben bu işi haber yaparım, 
GECENİN İÇİNDEN programında
canlı yayına bağlarım ikisini de dedi...

beni karıştırma da :))  ne yaparsan yap...
bak orada gazetenin numarası var...dedim ben de...

sonra olanlar oldu 
bir gece canlı yayına bağlandı ikisi de...
ben de dinledim...

böyle durumlarda 
o kadar tatlı tatlı heyecanlanırdı ki taşkın hocam
sanki  binlerce öğrencisine 
neredeyse 30 yıl boyunca 
o en bela kimya derslerini 
a'dan z'ye tane tane anlatan taşkın hocam giderdi.
heyecanlı bir çocuk gelirdi böyle anlarda....


-benim mesela kimyam kötüdür, 
çünkü lisede kimya dersini
babam  taşkın hocamdan almadım !!!-


o gençliğin ukalalığında, 
evde de tek bir harf sormadım kimyadan babama,
babam da oğlum gel şunu bir anlatayım demedi...
deseydi de "he he" der geçerdim...
çok ama çok kıl adamdım ben  gençliğimde de 
Allah akıl fikir verdiyse bana 
50'sinden sonra bilemem :)))

bu gençlik huyumu bildiği için, 
çok arıza çıkarmadıysam, 
hiç bir konuda topa sert girip 
otoritesini asla aşındırmazdı taşkın hocam...

bunlar hep büyük hayat dersleri olmuştur bana
nur içinde yatası taşkın hocamdan...

yıllar sonra 40'lı yaşlarımın sonunda
500 kişinin müdürü olduğumda
hep o yaklaşımı aklımda olmuştur babamın...

bilgi yaş tecrübe hayat ve statü olarak yukarıdaysan,
gereksiz topa girip,
otoriteni  asla aşındırma...
ama iş son söze gelirse de. 
o son sözü söyle 
ve MAÇI BİTİR !!!



konuya dönersek; 
işte bu yazının başındaki 
fotoğraflı haberin hikayesi de  böyle...

                                   *******

aradan çoook yıllar geçti...
takvim şubat 2017'yi gösterdiğinde 
uğurladık taşkın hocamı  
dualarla rahmetle sevgiyle...


bütün SUSURLUK  ve talebeleri, 
sel oldu aktı, camiye de, kabristana da, evimize de....

babamdan sonra, sanki üzerimize dağ devrildi....
ben,  bir iki hafta daha kalırken SUSURLUK'TA
güneşli bir şubat günü 
çocukluk arkadaşım hüseyin'le 
Adnan Menderes parkında çay içerken
bir daha gördüm berber ömer amca'yı...

ben onu hemen tanıdım 
ama muhtemelen o beni tanımadı...


bu da normaldi...
gençlik yıllarımdan sonra 
hiç gitmemiştim ona traşa...
aradan 1000 yıl geçmişti...

baktım, yine ufak tefek 
ama dimdik duruyor ömer amca...
merhaba ömer amca dedim...
merhaba dedi ama uzaktan ve donuk.
tanıyamadığını düşündüm...

demedim artık ona 
ben taşkın hocanın oğluyum diye...

çünkü taşkın hoca diye her cümle kurduğumda
iki değirmen taşı arasındaki buğday tanesi gibi
unufak oluyordu kalbim....

 
aradan yine yıllar geçti....
bir gün sevgili fuat saran haber verdi, 
berber ömer abi emekli oldu 
murat sen bu konuyu kesin yazarsın...diye...


yazmam mı yahu :)) dedim...
berber ömer amca, 
babamı müşterilikten emekli etmişti...
para vermezdi babam traşa gittiğinde...
bedava traş hakkı vardı ömürlük :)) 
diye yazdım suat'a...


şunu da ekleyeyim
para vermezdi babam ama
hiç de eli boş gitmezdi...
kolonya havlu şu bu...


zaten bedava traş :))) olayını ilk duyduğumda 
ben de it murat örem halimle :))
hemen takılmıştım babam  taşkın hocama...
yahu baba sende kaç tel saç var...
şov yapmış ömer amca
kolaysa o bedava traş hakkını bana versin :))) diye...


densiz densiz konuşma :)) deyip 
yalandan bir de şaplak vurmuştur  
babam taşkın hocam bana...
o kadarını hatırlamıyorum artık...

ama ölümünden önceki son 10 yılda 
ben de epeyi büyümüştüm:))
babam da, ermiş adam olmuştu
ve biz baba oğul 
her şeyi en sakin 
en keyifli haliyle 
yaşar olmuştuk...


şimdi düşünüyorum da 
ne güzel bir dostluk varmış 
babam taşkın hocamla 
berber ömer amca arasında...

bunlar ne güzel ahenklermiş...

kaldı mı hala bu dostluklar....
kaldı mı bu abilikler bu kardeşlikler...
kaldı mı ???? diye sorsam


kaldıııı diyen 
çıkarsa aranızdan,
ne iyi... 

bana sorarsanız
herkesin elinde 
elma şekerinin 
yalnızca sapı kaldı !!!

                                       ***********

berber ömer amcaya
eşi evlatları ve torunlarıyla
ağız tadıyla yaşayacağı 
daha nice nice 
emeklilik yılları 
diliyorum...


berber ömer amca'ya mutlaka söyleyin
kullandığı mesleki eşyaların bir kısmını sakın  atmasın, 
en az 20 yıldır yazıp söylemekten dilim şişti ama,
bir gün susurluk tarih ve insan müzesi  kurulursa

esas böyle şeylerin de 
belediyelerin en temel görevi olduğu,
bir gün  "beeelkiii" idrak edilirse, 

berber ömer amca'nın da
mutlaka bir köşesi olacak o  müzede...

tıpkı  ibrahim balkan gibi...
tıpkı tahsin bozoğlu gibi...
tıpkı yıllaaar önceki ahmet akın gibi...
tıpkı ayrancı şükrü amca gibi...
tıpkı ömrü uzun olsun fehim dikmen gibi...
ve daha onlarca kıymetli isim gibi...


( murat örem / 14 ağustos 2020 / ankara ) 

                         unutulmuş birer birer / eski dostlar !!!


yazıya dipnot ;  en acar ve doktoralı moktoralı okurlarımdan biri aradı, "abicim yazı güzel de, traş kelimesi traş olarak yazılmaz t(ı)raş olarak yazılır..." dedi. tren kelimesini t(i)ren olarak mı yazıyoruz, elektrik kelimesini elekt(i)rik olarak mı yazıyoruz :)) " dedim ben de...TDK kuralına  göre traş kelimesi t(ı)raş oldu dedi...TDK,  bir çok kelimede 3 yılda bir karar değiştirir. ona kulak verirsek yandık...hayırlısı olsun :))) hadi hayırlı t(ı)raşlar"  dedim ben de...arzu edenler yazıda geçen traş kelimelerini yüksek sesle t(ı)raş olarak okuyabilir :)))) ayrıca TDK kılavuzuna sorsak yukardaki dipnot kelimesini de pat diye "dip not" diye ayırabilir...! sağol kelimesini bile sağ ol...diye ayıranlar bunu da yapar alimallah :))))



22 Temmuz 2020 Çarşamba

bir SUSURLUK kitabı...ingilizceden çeviren susurluk'un evladı "feyyaz POLAT" bu kitabı alın. başka SUSURLUK da başka TÜRKİYE de yok...!


son söyleyeceğimi  "EN BAŞTAN"  
epeyi de  üzülerek söyleyeyim...

bu "SUSURLUK" kitabı
başka koşullarda yayınlansaydı
çok daha profesyonel reklamı yapılırdı...


çünkü bu kitap 
genellikle yapıldığı gibi

"ben de sayıklamalarımı  
matbaaya gidip
hikaye ! diye bastırayım
hevesimi bir de buradan alayım..."
kitabı asla ! değil...

yine üzüntüyle söylüyorum ki
kitabın kapağında 
alakasız bir suluboya çalışma yerine
tarihi bir susurluk fotoğrafı da
MUTLAKA olmalıydı... 

kitabın 
GİRİŞ ve ARKA KAPAK yazıları da
çok daha çarpıcı olmalıydı...

bu kitap bunca sessizlikle yayına
VERİLMEMELİYDİ...


çünkü bu kitapta ülkemizin de sosyolojik raporu  var
hem de kılcal damarlarına kadar...
 
evet başka koşullarda yayınlansaydı bu kitap
bütün kitap eklerinde ve dergilerde 
hakkında yorumlar yapılırdı...yazılırdı...



kitabı okuduğunuzda
her akşam koşa koşa gittiğiniz  
"susurluk parkının"
1960 darbesinden sonra !!! 
nasıl gerilimle  yapıldığını
en ince ayrıntısına kadar bileceksiniz...

ve parkın geçmişte mezarlık :(  olduğunu
tam açılış günü büyük sel yaşandığını
halkın bu olayı büyük çoğunlukla 
yatırları  ve mezarları yıkmayla ilişkilendirdiğini
bu kez yazıyla öğreneceksiniz...

şeker fabrikasının açılmasının 
susurluk halkının ekonomik koşullarına 
nasıl büyük İVME kazandırdığını
okuyacaksınız, belgeli cümlelerle...

ve tarihsel olarak ülkede ve susurluk'ta da görülen
"MENDERES'le"  başlayan 
sağ siyasi ekolü sahiplenmenin 
refah artışına dayalı  
gerçek nedenlerini göreceksiniz..
bu sahiplenmenin 
"ekonomik haklılığını" 
anlayacaksınız...


susurluk'un 
özellikle 1950 - 1960 arasında yakaladığı 
ekonomik sıçramadan sonra,
1960 darbesi (!) ve sonrasında yaşanan 
yerel seçim iptali uygulamaları da 
bütün örnekleri ve tanıklarıyla var kitapta.


AKIN minibüslerinin tarihi de var...
24 HAZİRAN gazetesinin kuruluşu da...
çarşamba pazarının yerel tarihteki yeri de...

 
kitapta , susurluk'tan yola çıkarak yapılmış
güçlü gözlem ve analizler satırlarda geziniyor...

yazar magnarella, çok zeki ve birikimli bir akıl...
antropolog & insan bilimci...

ülkemiz kültürüne dair 
ayakları yere sağlam basan
gözlemler analizler ve gelecek öngörüleri yapmış...

ramazan güzelliğimiz olan PİDEye dair bile
çok çarpıcı analizleri var...
bu örneği, kültürümüze ne kadar vakıf olduğunu
vurgulamak için yapıyorum...


zaten kitabı okurken göreceksiniz ki, 
magnarella, bir susurluklu ailenin yanında kalıyor aylarca
ve "ah(i)ret kardeşliğini" dahi bilip anlatıyor...


bu kadar  güçlü  
"Türk"ve"İslam"  kültürümüzün içine doğup da 
bir çok zenginliğimizi küçümseyen (yerli) oryantalistler
50 yıl önceki emek çaba ve bilgi karşısında biraz düşünmeliler..
hatta utanmalılar da....


siz de bu yazıyı okuduktan sonra
gerekirse kendi aranızda birlik olup
bu kitaptan 
200 adet 
500 adet
topluca getirtin...

bunu MUTLAKA yapın.


böyle düşünmezsiniz ama 
ben yine de hatırlatayım; 
LÜTFEN 15 liranın  & 20 liranın
cimriliğini yapmayın.
 
çünkü hemşehrilik yalnızca facebooklarda falan olmaz...
tarih bilinci ve hemşehrilik böyle günlerde olmalıdır...
böyle eserlere, emeklere  sahip çıkarak olmalıdır...

kitabın biz susurluklular için bir başka anlamı da
1960'ların ikinci yarısının susurluk'una dair her şeyi 
bütün olaylarıyla insanlarıyla  aktarması...

kitabı okuyanlarınız içinden
özellikle belirli yaş grubundan
büyüklerinin anılarıyla karşılaşacak 
o kadar çok isim olacak ki...

şaşıracaksınız...


ben kitabı okuyalı bir hafta oldu ama
bir haftadır zihnimin içinde bu yazımı kurguladım
nereden başlayayım nasıl anlatayım diye diye
dolandım durdum evin içinde...

sonrasında da 
"sen hele bir yazıya başla, 
arkası zaten gelir murat örem :))) "
dedim...


250 sayfalık  kitabı özetlemek bir yazıda mümkün değil.
aktarmak istediğim o kadar çok detay olsa da...

sizlere kitabı özetlemeyeceğim...

ben bir pencere açayım bu yazıyla
siz o pencereden kapıdan girip gezinin
1970'lerin eşiğindeki susurluk ve Türkiye'sinde...

kitabın yazarı magnarella; italyan asıllı bir amerikalı.
italyancayı çağrıştıran adından da tahmin edebilirsiniz 
benim gibi kitaplara tarihe ve isimlere meftunsanız...
ciddi çalışmalar yapmış ABD'li akademisyen magnarella.
bu kitap harvard üniversitesinde dosya olarak da yayınlanmış.


italyan asıllı yazarla 
kitabın ardından Türkçe de yazıştık.
o kadar da hakim yazı dilimize bile...
bugün 80 yaşında ve üretmeye devam ediyor ABD'de.


basit bir hesapla uzun yıllar geçirdiği susurluk'a geldiğinde 
30'lu yaşların eşiğindeymiş magnarella...


1960'ların ikinci yarısında
susurluk'ta uzun yıllar kalmış MAGNARELLA  ama
ülkemizin başka bir çok yerini de gezmiş ve yazmış yıllar içinde...

tam burada 

"evladımız daha 30'ların başında
hele biraz daha aylaklık etsin
nasıl olsa günün birinde hayata karışır !!!
bizim de kıyıda köşedekilerimiz idare eder !"
diyen anne babalar varsa, şu  cümlemi iyi okuyun...

"20'li yaşların 
özellikle ikinci yarısından itibaren
her evlat, bedenen ya da fikren 
üretken olmak zorundadır
bahane yaratmadan..."


konuya ve kitaba dönersek;
ben kitabı, tesadüfen internette gezerken gördüm...
susurluk ibaresini görünce hemen siparişi verdim...
25 lira bedeli olan çalışma kitapyurdu üzerinden
15 lira bedelle ve 3 günde geldi ankara'ya...

elbette böyle bir kitabın çevirmenini de çok merak ettim...
feyyaz polat ismini görünce, internet sağolsun
bir kaç kısa araştırmayla ulaştım feyyaz'a...
o da varolsun, centilmenlikle hemen döndü bana...

susurluk evladıydı feyyaz  da ne mutlu ki...
ben gazeteci refleksimle sorularımı sıraladıkça
çok mutluluk verici şekilde anladık ki, 
feyyaz'ın annesi, Atatürk ilkokulunda 
asil ve güzel annem müjgan hocanımın 
5 yıl talebesi olmuş 1970'lerde...




feyyaz'ın gönderdiği fotoların diğerinde
okul mezuniyeti için çekilen sınıfın başında
rahmetli okul müdürü ERDAL EREN amcam da var...
ne klas insandı erdal amca da her yönüyle...

feyyaz'la telefon görüşmemizin ardından
şaşkınlık ve mutlulukla hemen aradığımda annemi
feyyaz'ın annesini tak diye hatırlayıp, 
bir de evlenmeden önceki soyadını söyleyiverdi
canım müjgan hocam...

bir kez daha anladım;
zihin hafıza bilgi ve zeka yönünden 
hem anne hem babadan
ne kadar zengin bir evlat olduğumu...
şükürler olsun....

yazının başına dönersem; 
ben bu kitapla ilgili sayfalarca yazabilirim...
ama burada bırakacağım....


fakat şunu da ekleyeyim
taa 1970'de magnarella, 
dünya için ve gelişmekte olan ülkeler için
öyle bir gelecek öngörüsü yapmış ki

tam isabet...olmuş...
şu salgın dahil 
buna bile ihtimal olarak değinmiş....


-bu arada, tarihi, kendince(!) bilenler
her şeyin altında bir şey arayanlar 
magnarella'yı o dönem ülkemizde bulunan
ve soru işaretleriyle karşılanan
ABD'li BARIŞ GÖNÜLLÜLERİ'nden sanabilir.
olabilir de...


olup da saklamış da olabilir...
hiç alakası da olmayabilir...
kitapta satır aralarında değinmiş de olabilir...

ama bendeki ana izlenim
öncelikle SOSYAL BİLİMCİyle
antropologla hatta gelecek bilimciyle
karşı karşıya olduğumuz...


ve SUSURLUK'
hatta  o dönemin Türkiye'si ve dünyasını 
çok çok iyi gözleyip analiz ettiği yönünde...
bu ara bilgiyi de , barış gönüllüleri konusunu da 
septik (abartılı şüpheci) okurlar için
detaylıca vermiş olayım-



ve şimdi yazının sonunda 
kitabı ingilizceden başarıyla çeviren 
sevgili FEYYAZ POLAT kardeşime & hemşehrime
tarifsiz emekleri için bir kez daha 
GÖNÜLDEN teşekkür edeceğim...

bir kez daha
BİN KEZ daha söylüyorum; 
ülkemizin bütün sosyal bilimler fakültelerinde
ve sosyoloji bölümlerinde 
kaynak  olacak kadar iyi  olan
bu kitabı  alın...

siz okumasanız da 
yakınlarınız okusun diye alın.
çocuklarınıza kalsın diye alın...

SUSURLUK'umuzun hatırı için alın...
FEYYAZ POLAT kardeşimin emekleri için alın...
yaşadığınız yerin, nereden nereye geldiğini
belgelerle öğrenmek için alın....

kızdırmayın beni; 
alın şu kitabı yahu...
başka SUSURLUK yok işte....

hadi, hepinize sevgiler...

büyüklerin ellerinden
küçüklerin gözlerinden öperim...

akranlarıma yaşıtlarıma da, 
oralara geldiğimde 
bir kaç susurluk manisi okurum
DAVUDİ sesimle :))
olma mı :))

( 21 temmuz 2020 / ankara / murat örem )


-kitabı yayınlayan DORLİON yayınevine de teşekkürler-
                                   birsen tezer / BALIKESİR





4 Haziran 2020 Perşembe

içim çok sıkıldı...tavlayı alıp geleyim mi taşkın hocam ? ama çocukluğumdaki gibi 3 avansımı yine peşin peşin:)) alırım...başka türlü ben seni yenemem ki...

                                                         "BABA & EVLAT" / 1974 !


aylar olmuş bloga iki satır yazmayalı...

yıllar önce de hep yazıp söyledim; 
yazıyla asla inatlaşmak olmaz diye.
yazı kendini yazdırana  kadar 
efendice beklemektir aslolan. 


en son bu sayfada, 
bandırma'da içtiğim/iz
çayın lezzetini yazmıştım uzun uzun.
aylardan ŞUBAT'tı...


o şubat gecesinde yazıyı yayına verip 
facebookta da paylaşmıştım ki 
o meşum, o hüzünlü haberler girmişti 
bizim evden de içeriye, tüm ülkeyle birlikte.


onlarca mehmetçik'in acısı dağlamıştı yüreklerimizi.
donup kalmıştım ben de...
ana kuzusu o mehmetçiklere mi yanayım
6 aylık askerlik için  uzaklarda olan
büyük oğlumu mu düşüneyim;
yanımdaki küçük oğlumla mı avunayım
bilememiştim...!


küçük oğlum & büyük oğlum dediğime de bakmayın
22 ve 26 yaşında, taşı sıksa suyunu çıkaracak
iki kocaman,  dağ gibi adamdan bahsediyorum...
ama bilirsiniz, kaç yaşında olursa olsun
evlat, evlattır işte !


aylar olmuş bloga iki satır yazmayalı...

oysa buraları benim oksijen adalarım.


şimdi aylar sonra burada
şöyle bir cümle kursam size

"kendini anlat(a)mayan kişi
kimseleri de anlamaya niyetli değildir..

ben, herkesi anlamak istediğim için
habire anlatıp yazıyorum" desem
anlar mısınız ki beni ?

 
vakti zamanında aynı çatı altında yaşadığım
iki çocuğumun annesine sorsanız
"bütün hayatım boyunca ben
herkese,  bildiğimin doğrusunu 
o kadar çok ve o kadar fazla  
anlatmaya kalkmışım ki, 
ne gerek varmış tüm bunlara..."

yarım asırdan fazladır kahrımı çeken,
ve daha konuşma başlamayıp 
telefonu açışımızdan 
birbirimizin halini şıp diye bildiğimiz
anneme sorsanız, 
"insan doğrularını, 
bazen kendine saklamalıdır,
hatta çoğu zaman  
kendine saklamalıdır."


eskiden, onlarca yıl boyunca
kız kardeşime de anlatırdım anlatırdım çok şeyi,  
onu da dinlerdim, dinlerdim anlattığında.
ama ne diyor şairlerin hası, cahit külebi
"kamyonlar yine kavun taşır 
ama içimdeki şarkı bitti....!"


kardeşimin, esenlik ve sağlık içinde  olması 
bin bir konuşmaya değiyor artık  .
fazlasında gözüm de yok,  
hevesim de...



babam taşkın hocam sağ olsaydı, 
sorsaydınız, sorsaydık, sorsaydım
"oğlum, herkesi kendinle bir tutma, 
herkese her şeyi anlatamazsın
sıkma artık canını  şu eblehler  için..."  
derken kalın abdal sesiyle
masmavi gözlerini gözlerime dikerdi 
kocaman kocaman, baba baba...



babam 1940'ların çocuğuydu, kuşakdaşları gibi.
dönemin en prestijli makamlarından
koca ptt müdürünün ortanca oğluydu.
bir gün, ben üniversiteliyken
ikimiz yürürken susurluk gecelerinde, baba oğul
birden kaldırımda durmuş, 
"maliye bakanlığının ayrı bir sınav yapıp 
çok yüksek puanla aldığı 
teftiş imtihanlarını kazanmıştım, 
ama parasız yatılı, öğretmen enstitüsüne
devam etmem için aynı yere göndermek zorundaydı deden beni...
şartlarımız buydu. bütün ülkenin şartları çok daha zordu
oraya gitsem,  hayatım kimbilir nasıl olurdu..." deyivermişti.



babamın sesinde hiçbir kızgınlık pişmanlık keşke sitem yoktu.
sanki bu yemeğin tuzu azıcık fazla kaçmış deyip
lokmasına iştahla devam etmiş bir usta gibiydi sesi.

 
sayıların işlemlerin hesapların ve mantığın hepsine 
gençken, kırk takla attıran çok zeki adamdı taşkın hocam...
yaşlandıkça, minik minik karıştırır olunca 
isimleri kavramları işlemleri
şaşkınlıkla bakardım babamın yüzüne.
olmayacak bir şeydi bu çünkü...
olamayacak bir şey !

babamı öyle görünce ciğerim sızlar, işi şakaya vururdum
herkesin acılarla baş etme yolu başkadır çünkü.


işte yıllar önce,  o günlerden birinde inandım, 
babaların da ihtiyarlayabileceğine....!


oysa babalar ihtiyarlamamalı...
ayağı taşa takılıp düşmemeli babalar
sayıları isimleri karıştırmamalı
evlatlarının yanında.


zamanı gelince,  
küt diye gitmeli babalar.
bok gibi kalsa da evlatlar arkalarından
küt diye gitmeli babalar.

 
karne günü, lisede en yüksek ortalamayla 
iftihar listesi birincisi olduğunda
okul müdürünün sahneye çağırdığı anda
ayağında, dedesinin kocaman ayakkabılarıyla
sahneye  tangır tungur çıktığını anlatırdı gülümseyerek
"nur içinde yatası taşkın hocam" bizlere
en ufak bir üzüntü utanma kırgınlık hissetmeden.



dedim ya, 
1940'ların çocuğuydu babam.
hepiniz gibi, hepinizin annesi babası gibi
az olanın, 
yok olanın, 
iktisatlı  olanın 
çocuğuydu...



şimdi içinizden bazıları, 
"yok öyle değildi,  
biz hep varlıklıydık derse
HA SkTİR (!)  ulan, 
hepimiz hepimizi biliyoruz
turlarla oralara gidip,
iki  boktan eyfel resmi paylaşınca
masaya iki şarap kadehi koyunca
sosyal ve iktisadi olarak
sınıf mı atladınız da;
HALKIMIZI  ve
BU YÖNETİMİ
KÜÇÜMSÜYORSUNUZ
KELEK  HERİFLER" derim...
sonra da adım, küfürbaza :) çıkar.



ey SEVGİLİ OKUR;
az önce küçük oğlumla yerken 
gofretleri, ülker dokuz katları lüp lüp
babamın,  o yokluk günleri geldi  aklıma...
sonra kendi lise günlerim.



ben de 
bundan 35 YIL ÖNCE 
hatta 36, 37, 38  yıl önce 
susurluk lisesi yıllarımda, 
yanımda o zamanki isim hakan'la
liseden eve dönerken sohbet ede ede
ya cebimizdeki demir paraları birleştirip
bir ülker dokuz kat alıp paylaşırdık
ya da bakkal cafer amca'dan birer şam tatlı..



şimdi artık yıkılan  
beşeylül ilkokululun köşesindeydi bakkal cafer amca...
yanında da naci subaşı hocamın kitapçı dükkanı vardı.

ne zaman o köşeden  şam tatlı alacak olsak
hemen dükkanından  fırlayıp çıkar
hep aynı espriyi yapardı yalnızca bana naci amcam, 
ki Türkçe öğretmenim de olmuştu ortaokulda.


ama öncelikle amcamızdı teyzemizdi 
bütün öğretmenlerimiz,  ta çocukluğumuzdan...


naci amcam, hakan'a değil de, ısrarla bana laf atar
"murat, evladım 
nerede bakalım 
benim şam tatlı hakkım..."  
derdi.



her seferinde "naci amcacım hemen" diye hareket etsem
"almış kadar oldun oğlum, deftere yazdım hakkımı" derdi.
çok seyrek   naci amcam alırdı şam tatlıyı
"emekli maaşımı aldım, bu sefer benden..." diyerek...


o köşede ne zaman denk gelsek, 
önce aramızda aynı şam tatlı diyalogu olur 
sonrasında da uzun uzun sohbet ederdik naci amcamla.


memleketin,  evrenli, özallı yıllarından, kitaplardan konuşur
susurluk'un kitapla arasının olmadığından yakınır, 
sen artık bunları konuşacak kadar genç oldun  
derdi bana naci amca...

 
biz bunları konuşurken hakan hiç söze girmez
ayakkabısının ucuyla yerde küçük diyagoneller çizerdi 
tatlısından da ısırıklar alarak.
bazen bizim sohbetimiz uzun sürerse
minik minik yola revan olurdu, şam tatlı arkadaşım.


sonra  saygıyla naci amcamdan izin ister, 
yoluma  hızla devam eder, yakalardım ileride.


işte ülker dokuz katları lüp lüp yerken
bunları anlatmaya çalıştım arda'ya...
kibarlığından yarım kulak dinledi beni küçük oğlum arda.


bir de sordum arda'ya
bugün aldık ya, kaç paraydı bu ülker dokuz katlar. diye

"1" BİR  liraydı galiba  dedi arda...



dank etti zihnim...
dank dank etti...!


yani biz hakan'la iki kocaman liseli 
bugünün 50 kuruşlarını mı birleştiriyorduk ? dedim.
öyle olmalı dedi arda bana. 
öyle olmalı ama bunu pek anlayamam ben.
diye de ekledi kibarca ....


anlayamazdı elbette 
50 kuruşları birleştirmeyi  (!) arda...


ben nasıl, babam taşkın hocamın
dedesinin ayakkabılarıyla sahneye çıkıp
okul birincisi ödülünü  aldığındaki 
maddi yokluğunu tam anlayamadıysam
oğlum da, benim lise yıllarımdaki 
şam tatlı almak için, ülker dokuz kat almak için
50 kuruşlarımı yanımdakiyle birleştirdiğimi  anlayamayacaktı.



ki burada; 
bir parantez açayım da söyleyeyim; 
babam , döneminin epeyi yüksek gelirli 
yüksek memur statülü babası,  selahi örem'in oğluydu.



ben de öyleydim...
koskoca taşkın hocanın ve müjgan hocanımın oğluydum...
kendimi bildim bileli 
evimize iki öğretmen maaşı girmişti.


ben çok erken evlenip barklanıp bir de baba olup
yıllarca kafatasım çatlaya çatlaya
ama büyük mutluluklar da duyarak 
yayıncılığın her kademesinde çalışırken de
 en az  üç,  
"hatta dört öğretmen maaşı"
almıştım yıllarca...



dolayısıyla;  
benim çocuklarım
onların dedeleri benim de babam taşkın hocam gibi, 
kendi dedelerinin emanet ayakkabılarıyla almamışlardı
iftihar listesi ödüllerini, karne günlerinde sahneye çıkıp !


ya da babaları murat örem gibi 
lise yıllarında,   50 kuruşları arkadaşıyla birleştirip
ülker dokuz kat gofret de almamışlardı çocuklarım.


daha lise yıllarında  dahi, 
50 kuruşla alınmış gofretler değil
dünyanın her yerine uçan 
uçak biletleri vardı elinde, büyük oğlumun.


ona sorsanız; eskiden prensti :) büyük oğlum...
laf aramızda, yakışıklılığı, duruşu, eğitim başarısıyla
prens gibi de adamdır hala. 



işte böyle, 
yavaş yavaş 
yazının ağzını bağlayalım
sözü toparlayalım;


babam taşkın hocam, 
çok daha zor yılların çocuğu olmuş
dedesinin ayakkabılarını giyerek 
okulda iftihar ödülünü almıştı....


babamın oğlu olan ben de, 
babamla kıyaslanmayacak kadar 
rahat koşullarda yetişmiştim.


rahat koşullarımı da anlattım işte 
50 kuruşları birleştirip gofret almaktı :) 
parkın önündeki çerezciden alıp
bir efelik yapıp 100 gram fındık yemekti...


ama o zaman da 
şunu biliyordum ki
benim 50 kuruşumu birleştirip
gofret aldığım 1980'lerde 
belki iki ekmek alınıyordu o paraya !
100 gram fındığa  da belki yarım kalıp peynir !
ve çoğu eve giremiyordu 
o YARIM KALIP peynir ...


şimdi kaldırın kafanızı da bakın
evinize eşyalarınıza harcama kalemlerinize.
sonra da bir susun, efendi gibi.... !



ben ki, üniversite yıllarımda
çok yakın yurtlarda kaldığım 
benden birkaç yaş büyük, 
üniversiteli  hemşehrim için
susurluktan taaa istanbullara, 
o çizgili naylon pazar torbalarıyla
kamil koç bagajlarında  
haşlanmış yumurta,  pişmiş yufka taşımış adamım.
ki yıllar sonra özel aracımla bile 
kimseler taşıtamadı bana kendim için böyle şeyleri...
öyle de kıl bir adamımdır...


"baba,  gözünü seveyim sen söyle
buradan oraya haşlanmış yumurta mı gider yahu " 
diye istanbul'a yola çıkmadan sesimi yükselttiğimde, 
taşkın hocam bana  en kalın BABA tonuyla
"hatır için bazen her şey yapılır, 
konuyu uzatma ve yaşananların hatırını unutma
adam olmak  biraz da budur evladım"
diye kestirip atmıştı..



babam; 
taşkın hocam ;
inan ben dünü unutmadım.
dünün hatırını da unutmadım.
ama bu dününü unutan
bir de kalın kalın akıllar vermeye kalkan
DÜMBÜKLER var ya, 
bir de fiyakalı fiyakalı laflar ediyorlar ya
alayının, önce şarap çanağını 
sonra da kafasını kırasım geliyor
babam...


sen yaşıyor  olsan; 
"oğlum herkesi kendin sanma
sıkma canını,  ne yapabilirsin bunlara
al gel şu tavlayı..." 
derdin.


iki daha söylenir susardım, babam...
dinlerdim taşkın hocamı...


ben ilkgençliğimdeyken
öyle çok kılıç çekmiştim ki
kelimelerimle sana, 
sabır taşın çatlasa da çatlatmazdın.


sonra ben aynı yollardan geçtim babam
bu kez,  ben baba olarak ...


son yıllarda hep gönülden saygıyla dururdum karşında.
uzaktan bakardım oturmana kalkmana
bu ihtiyar adam mı taşıdı yıllarca 
ben küçücük çocukken  
at kafalı bisikletimi park yollarında 
bir kere bile bana "of " demeden gençliğinde derdim...


şimdi sen olsaydın
telefonu kaldırır
"BABAAA, 
ilk torunun 
en büyük torunun
gitti aslan gibi 
6 ay askerliğini yaptı
şükürler olsun 
çakı gibi döndü...
elini öpmeye gelecek
ağanın eli tutulmaz
hazır mısın :)  diye latife yapar
kah kah gülerdim sana, 
filmlerdeki kötü adam  erol taş gibi...


şimdi baba; 
çocuklarımın annesine sorsan
"ne gerek vardı 
bunca lafa  
bunca yazıya" diyebilir...


50 yıllık karın, anneme sorsan,  
"benden çok şükür yalnızca iki satır bahsetmiş
lafı uzatmamış..." diyebilir....

 
oysa baba yıllar önce 
uzun uzun senden bahsettiğim yazılarımda
kalemime klavyeme tek bir  manevi  sınır koymamış
"oğlum yaşadıklarımı/zı kelime kelime anlatmışsın
benim hayatımı ben unuttum,  sen yine unutmamışsın
nasıl bir hafıza var sende...helal olsun" demiş  
sonra da bulmacana gömülmüştün....



bu yazıya gecenin tam yarımında başladım baba...
saat  5.30 (!)oldu, gün çoktan ağardı ankara'da baba...
ama sustu bütün afralar tafralar sokakta.


huzurun ayak sesleri var her yerde...

hala bağlayamadım yazı torbasının ağzını. 
8 sigara içtim, çat çat vururken klavyeye...
koca bir tabak çerez koydum kendime.
içinden 10 leblebi fındık fıstık ya aldım ya almadım.
ağzımı değdire değdire bir iki kadeh de beyaz şarap...


kulağımdaki kulaklıkta
fatih kısaparmaklı hep aynı şarkı 
belki 50. belki 60. kez dönüyor baba

"türkülerin 
ninnin olsun 
dinle de uyu,

paylaşmayı 
dürüstlüğü 
öğren de büyü,

say ki 
bizim hayatımız 
burada bitti

farzet ki ;  
ÖLMEDİ BABAN 
ATTA'YA (!)  GİTTİ ...."


kalsın bu yazı da burada 
babam taşkın hocam...


birilerinde, içi boş siyasi vaat çoksa
başka birilerinde duygusal baskılar çoksa
bende de yaşanmış anılar çok.
bende de gerçeğin terazisi çok...


buralarda 
COVİD 19 diye 
bir bela dolanıyor baba...


biliyor musun baba; 
ağzını burnunu büze büze
"ama şu da eksik yapıldı, 
ama maskeler kargoya takıldı diye
ama yazlığa gidemedik
ama  "y.r.k"  oldu 
ama kürek oldu...."
diye cızırdayıp 
tangur tungur konuşanların,
alnının çatına çatına
ağzının ortasına ortasına
vurasım geliyor baba.


bu dümbüklerin  hepsine
"ulan, çakma ZADEGANLAR; 
siz daha düne kadar 
bir somun ekmeği yoklukla paylaşırken
mozaik taşlı helalara sıçarken
ne kadar zamanda 
çoluk çocuğunuzdan bile ŞIMARIK  olup
HİÇBİR ŞEYİ BEĞENMEZ OLDUNUZ...


memleketinizin geldiği 
gururlu yerleri beğenmez oldunuz....

güzelim ülkenizin şu salgın belasında
canını dişine takan yöneticilerini beğenmez oldunuz
alayınızın .... 
diyesim geliyor baba....


bunları söyleyince de,
bir hakkı teslim edince de
beni sevenleri , 
ailemi sevenleri şaşırtıyormuşum baba...


iktidarı övüyormuşum baba...
hayatı boyunca
hayatın içindeki bütün iktidarlara
çatır çatır restini çeken 
murat örem'e diyorlar bunu
küçücük akıllarıyla:)) baba....


ulan, 
övülecek işi kim yapıyorsa
ben onu övüyorum...

bunların aklı feraseti vicdanı 
kuş olup uçmuş baba...


yıllar önce belediye başkanı adayı olduğu şehrin
"kağıthane" semtinin adını bile bilip öğrenmeyip 
"kağıttepe (!) " diyen kişinin peşinden gidersem
2 yaşındaki torununu eski yasadan yararlansın diye
sigortalı yapanın peşinden gidersenm
gerçek yolu bulacakmışım ...!!!


gazetesinde ilkokul yazıları yazıp, 
millete akıllar verip
kendine kaşaneler yapan utanmaz arlanmazlara 

gerçek gazeteci diyecekmişim bir de baba...!




hadi len oradan....
siz taşkın hocamın 
SAÇI SAKALI AĞARMIŞ  oğlunu 
ne sanıyorsunuz...


elindeki ispirtolu teksir kağıtlarını 
duvara hışımla çarpıp
masmavi gözlerini belerte belerte
"başlatmayın son dakika değişikliğinize
lafınızın arkasında duracak, kalıbınız olsun"
diyen adam gibi adamın 
taşkın hocamın tek oğluyuz biz 
çok şükür....
BİN ŞÜKÜR. 



halkı da 
halkçılığı da
memleketimizi sevmeyi de
bu lumpenlerden 
çakma halkçılardan 

öğrenecek degiliz...


biliriz , 
HELVA demesini de...
HALVA demesini de....  


biz, 
hacı selahi örem'in, 
hacı bedia örem'in torunuyuz.

"hafız & başöğretmen"  ferit akbaşlı'nın torunu 
TAŞKIN ÖREM'in oğluyuz...
BİN ŞÜKÜR....


içim çok sıkıldı...
tavlayı alıp geleyim mi 
babam taşkın hocam ? 
ama çocukluğumdaki gibi
3 avansımı yine peşin peşin:)) alırım babam...


başka türlü 
ben seni yenemem ki babam.
iyi ki de yenemem babam...



sen  taşkın örem hocaydın...
ben,  senin delibaş oğlun
murat örem'im,  babam...

ellerinden 
aklından
bin saygımla
öperim babam...

( murat örem / 04 haziran 2020 / ankara )

                            işte 60 kere dinlediğim o şarkı...!