*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

29 Haziran 2016 Çarşamba

"üzerinde yaşadığımız dünyanın halini görmeyen, o dünya hakkında ne söyleyip yazabilir ki.." elias canetti...



gece  vakti  telefon çalar…

şu hastaneye ulaşmanız  şart

çok acele etmenize gerek yok  

yalnızca “metin”   olmanıza gerek var  der bir ses

uğultu  ve  hıçkırıklar fonda akarken…




gece  vakti  telefon çalar…

düşündüm taşındım sen haklıydın aslında

ama ben de haklıyım biraz da olsa

belki de haklılığı  haksızlığı bırakıp

başka şeylere bakmanın zamanı çoktan geldi  der bir ses

gözünüzün önünde rengarenk kelebekler uçuşmaya başlarken…




gece  vakti bir telefon çalar…

kapının önündeki şu plakalı araç size mi ait…

az önceki kazadan sonra

artık öyle bir aracınız yok gibi   

haber vereyim istedim der bir ses

duyduğunuz kelimelere anlam vermeye çalışırken..





gece  vakti  telefon çalar…

münasebetsiz bir yerde cebimde beş kuruşsuz kaldım

gelmez  hatta  gecikirsen,  bu halde de  kalamayacağım der bir ses

münasebetsiz  olan,  senin şu dünyadaki varlığın

diye söylenseniz de çorabınızı ararken bulursunuz kendinizi …




gece  vakti  telefon çalar…

şu kişi   neyiniz olur diye sorar

telefonun ucundaki buyurgan   ses…

bahsedilen kişiyi  tanımak  tanımamak

salıncağında   gidip gelirken zihniniz

 “kim , hangi sıfat ve gerekçeyle

bu vakitte ve bu üslupta  soruyor bunu

diye çok kontra bir cevap verir

içinizdeki asi ve gözü kara adam

karşıdakini   birden   kekeleterek…




gece vakti  telefon çalar…

birbirini sonuna kadar tanımanın  aşinalığı

ve  defalarca yumak olmanın  teyellenmişliğiyle

sakin  ve   huzurla akarken konuşmanın seyri


“yanında kim var…

kim var yanında…

yanında kim var…” 


sorusuyla yeniden kendini aratır  huzur...

siz bu soruyu ısrarla duymamayı yeğleseniz de …




gece  vakti bir telefon  çalar…

gece  vakti çok telefon çalar…






çalan her telefon mutlaka açılmalıdır

çalınan her kapı  da mutlaka açılmalıdır…
sorulan her soru duyulmalıdır...



sonrasına

sonra bakılmalıdır…



ve ne olursa olsun

insan kalesini asla  terk etmemelidir…



bazen evinizdir   kaleniz…

bazen kelimeleriniz…

bazen elleriniz olur kaleniz

bazen gülüşleriniz…




düşünmek  büyük bir kaledir…

sevgiyle sarılıp öpmek de

yeri geldiğinde itiraz edip

bütün kartları ortaya koymak da



kalenizi asla terk etmeyin…



gol de yiyeceksiniz

goller de yiyeceksiniz

boş kalenizle değil

kalede kaleciniz varken yiyin golü…



ve her ne olursa olsun

çamura yatmadan  
hakeme bakmadan gol yiyin…



kaleyi terk etmeden yenilmenin de asaleti vardır…



çünkü gol yiye yiye

gol atmayı öğrenmenin de

apayrı bir  hazzı ve öğreten yanı vardır…




( murat örem / 29 haziran 2016 / ankara…) 
                                







27 Haziran 2016 Pazartesi

bana bir şarkı söyle...içinde " hisarbuselik..." olsun....




tam on yıl önceydi…
2006 yazıydı…
ankaranın yazıydı…

umur ve arda benden çok uzaklardaydı…
zorunlu biçimde çok erken başlamış  tatildelerdi…

tatilde başka zorunlulukları da varmış meğer
herkesin gittiği yaz kurslarına  herkes misali zorla !!!  gitmek gibi…

bunu da aylar sonra öğrenmiştim umurdan
bana başına gelenleri bütün tepkiselliğiyle anlattığında…
sinirlenmiştim  duyduklarım karşısında…
onca yıl bir kuleyi emek emek inşa ederken
ilk boşlukta biri gelip bir tekme atabiliyordu işte o kuleye…

hayat bu kadar kolaydı , emekleri yok saymak  istersen…

eh,
herkes gibi olmak…
formül buydu…
benim çözemediğimi
çocukların  başındaki çözmüştü işte…


aradan yıllar geçerken 
çok yakınımda dolanan
erkeklerden de
kadınlardan da
ne çok duydum bu sözü

herkes gibi olmak…

herkes gibi olmak…

herkes gibi olmak…



sen de biraz olsana…



" herkesin de

herkes gibi olmanın da

sizin de  ta …"
diye haykırmak geldi içimden her seferinde…


çoğu zaman yaptım da bu edepsizliği….
aslında tam da bunu  yaparken
herkes gibi oluyordum ama
bu sefer de o herkes gibi olan adamdan yakınıyorlardı…



onların istediği herkes gibi olmak
varla yok arasında bir gölge gibi durmaktı…

kalabalığın arasında var gibi yapıp yok olmaktı

yok gibi yapıp var olmaktı…


2006 yazıydı…
2006 ankarasıydı…


umur ve arda,
biri 12,  diğeri 8 yaşındaydı…
ben 40 yaşında bile değildim…


işimden çıkar penceresinden bahçenin göründüğü evime giderdim…
bir odasına hakiki  pota astığım evde
zemin katında oturuyor olmanın da rahatlığıyla
saatlerce şut atardım potaya kocaman bir topla…

her şut attığımda  ritmi biraz daha artırır
şakaklarımdan ensemden ter şıp şıp akardı…


sonra saate bakar yalnızca maçlar için açtığım büyük ekranda 
2006 dünya kupası finallerini  izlerdim…


bir gün bir vesileyle bir boşluk anında bir tanıtım girdi
televizyon ekranında üç beş dakikada bile insanın içine içine işleyen…
“hisarbuselik “  yazıyordu fragmanda…


müziği ve oyuncularıyla
özellikle senaryosu ve diyaloglarıyla
başka, bambaşka bir drama çalışmasıydı
hisarbuselik….


fragmanı izlerken birden dank etti zihnim…
2006 martında  ve hemen sonrasında
yılların ukdesiyle bile bile ayaklarıma doladığım
hoşbirsadahanımla  gittiğimiz yerde çekilmişti  dizi…
hatta içine girip kurutulmuş çiçek tabloları aldığımız
sanat galerisinin sahibi olan  hanım
hisarbuselik dizisinin çekimlerinden uzun uzun bahsetmişti bize…


hisarbuselik işte bu diziydi…

devlet tiyatrolarının birbirinden güçlü isimleri vardı dizide…
genç yetenekler vardı,  ileride  çok daha tanınacak olan…


uzun ve yorucu bir yazın en güzel zamanlarından oldu
o günden sonra farklı kanallarda farklı bölümleri çıkan
hisarbuselik dizisi…


bir de bir vesileyle tanıdığım  
gözlerinegüneşdeğenkadın…

gözlerinegüneşdeğenkadınla saatlerce konuşuyor
uzun uzun akşamın taaa içine bakıyorduk …


yemekler taşıyordu tencereler içinde…

şiirler okuyordum pencereler önünde…



hayatını anlatıyordu bana , paylaşmakla çoğalmış çocukluğunu…
hayatımı anlatıyordum ona ,  yüzlerce hayatı ağırlamaktan yorulmuş ömrümü…


hoşbirsada gitmiş  
gözlerinegüneşdeğenkadın gelmişti…

ama içimdeki kara derin kuyu duruyordu….
ardanın ve  umurun yokluğunun açtığı derin çukur duruyordu…


ve ben her fırsatta kocaman potalı odaya gidiyor
saatlerce ama saatlerce şut atıyordum…
ve sonra zidane’ın  çiğlikle rakibine attığı 
kafayı izliyordum 2006 dünya kupasında…

bir de o muhteşem  "hisarbuselik "    dizisini…


hisarbuselik öyle bir diziydi ki…

bir gün bu topraklarda, sosyoloji alanında

hala temel sosyal bilimler yarınlara kalabilirse

2000’lerin başındaki toplumsal hayatımızı

anlayıp anlatmak için konunun uzmanları

mutlaka uzun tezler yazacaklar

hisarbuselik dizisi / draması  üzerinden…


dizinin temel karakterlerindendi genç çetin…
orta alt bir ailenin delişmen , aykırı ve sevdalı oğluydu…
bir sevgilisi vardı bir türlü bir araya gelemediği
ve sevgilisi de vurgundu çetin’e…
ama bir türlü olmuyordu işte…


ve bir güzel mi güzel kız daha vurgundu çetin’e….
belki herkesten çok daha fazla biçimde vurgundu 
ve  hayatı her manada alengirli olan  zengin tüccarın kızıydı…


çetin en sonunda bu zengin tüccarın kızıyla evlenmek zorunda kalacaktı…
ama öncesinde çetin,  çok hırtlıklar yapacaktı kalbini dinlediği için...


ve öldürücü cümlelerden biri şöyle geçiyordu dizinin bir yerinde
iki aile evlilik adımı için görüşürken çetin son anda su koyuyordu…
ben sevmiyorum nişanlanıp evlenmeyeceğim diyordu…

çetinin babası da tam o anda çuvalı .ötünden silkeleyip şöyle diyordu ;
“sevmek ne ulan, 
ben anneni severek mi 
evlendim…”


kamera tam bu anda anneye dönüyor
ve bin yılın acısını nakşediyordu izleyiciye…
kocası tarafından hiçbir zaman sevilmediğini öğrenen annenin üzerine
değil bir dağ, değil sıradağ bir gezegen yıkılıyordu sanki…


çok merak edenleriniz
12/13 bölümde küt diye bitirilmek zorunda kalan
hisarbuselik dizisini internet üzerinden de 
yudum yudum izleyebilir…


bana sorarsanız mutlaka ama mutlaka izlemelisiniz de…


ama şimdi sizin bayram öncesi telaşınız vardır…

çocukların ütülenecek gömlekleri vardır…

alınacak biletleriniz vardır…

o vardır bu vardır…

kıldır tüydür…


sözü uzatmanın alemi yok…
zaten mevzu yine aldı yürüdü…
okurların hatırlı bir kısmı
bu satırlara ulaşamadan telef oldu gitti…!!!


ama şu sahne bile ömürlüktür dizide...
hisarbuselik dizisinin çetin karakteri
bir gün kasabayı yukarıdan gören tepeye çıkar
akşam oldu olmak üzeredir
kendisiyle etrafıyla dünyayla derdi olan bir adamdır çetin…



-herkes gibi olamamış bir bahtsız bedevidir…

çölde de ne hikmetse habire kutup ayılarıyla rastlaşmaktadır…-



işte o yüksek tepeden kasabaya bakar çetin
ve gençliğin de toyluğuyla avazı çıktığı gibi bağırır
“insanlar, 
ben sizler gibi 
olmayacağımmmmm….”


tam o sırada kasabanın meczubu  geçmektedir oradan
ve deli deli / akıllı akıllı   bakarak öldürücü cümleyi mırıldanır
hepimizin ve çetin'in de duyacağı şekilde kasabanın delisi ;

“bence sen de 
herkes gibi olmaya bak…

rahat edersin delikanlı…
rahat edersin….

çok ama çok rahat edersin….”



rahat edin sevgili okurlarım…
rahat edin…
rahatınızı bozmadan geçirin günlerinizi…


ne diyordu o güzelim sözümüz,
“ elle gelen düğün bayram…”

eh bayrama da az kaldı…
rahat edin…


( murat örem / 27 haziran 2016 / ankara…)